Uncategorized – Central Hospital
0232 341 67 67
E-Randevu E-Sonuç

Obezite Cerrahisi Nedir?

Obezite cerrahisi, aşırı kilolu veya obez bireylerde kilo kaybını teşvik etmek ve sağlık sorunlarını azaltmak amacıyla gerçekleştirilen cerrahi prosedürleri ifade eder. Obezite cerrahisi, diyet ve egzersiz gibi geleneksel kilo kaybı yöntemleriyle başarılı olamayan kişilere yöneliktir. Ancak bu tür cerrahi müdahaleler, genellikle son çare olarak düşünülür ve sadece belirli kriterlere uyan bireylere uygulanır.

Obezite cerrahisi çeşitli tiplerde olabilir. İşte bazı yaygın obezite cerrahisi prosedürleri:

Mide Küçültme Cerrahisi (Mide Bypass): Bu prosedürde mide, daha küçük bir boyuta getirilir ve bağırsaklar yeniden düzenlenir. Bu hem mide hacminin azalmasına hem de besin emiliminde değişikliklere neden olur.

Mide Bandı (Laparoskopik Ayarlanabilir Gastrik Band): Bu yöntemde mide çevresine bir bant yerleştirilir, mideyi iki bölüme böler ve üst kısmını daha küçük bir hacme getirir. Bant, gıda geçişini kontrol etmek için sıkılık ayarlarına tabi tutulabilir.

Tüp Mide (Sleeve Gastrektomi): Bu prosedürde, mide büyük bir kısmı çıkarılarak bir tüp şeklinde bırakılır. Bu, mide hacmini azaltır ve kişinin daha az gıda tüketmesine yardımcı olur.

Obezite cerrahisi genellikle bir multidisipliner yaklaşım gerektirir ve cerrahi öncesi ve sonrası destek, diyetisyen, psikolog ve diğer sağlık profesyonellerini içerebilir. Ayrıca, cerrahi sonrası yaşam tarzı değişiklikleri ve düzenli takip önemlidir.

Her hasta farklı olduğu için obezite cerrahisi kararı, bireyin genel sağlık durumu, obezitenin derecesi ve diğer faktörlere bağlı olarak uzman bir sağlık ekibi tarafından değerlendirilmelidir. Cerrahi öncesi detaylı bir değerlendirme, risklerin ve faydaların değerlendirilmesini içerir. Bu nedenle, obezite cerrahisi düşünen bireylerin uzman bir sağlık ekibiyle işbirliği yapmaları önemlidir.

 



Mide Küçültme Cerrahisi (Mide Bypass) Nedir? Nasıl Uygulanır?

Mide küçültme cerrahisi, obezite tedavisinde kullanılan bir cerrahi yöntemdir. Bu işlem, obeziteye bağlı sağlık sorunlarını çözmek ve kilo kaybını teşvik etmek amacıyla uygulanır. Mide küçültme cerrahisi, genellikle “mide bypass” veya “gastrik bypass” olarak da adlandırılır.

Mide bypass cerrahisinin temel amacı, mideyi küçültmek ve bağırsaklarda besin emilimini azaltarak kilo kaybını sağlamaktır. Bu işlem genellikle laparoskopik cerrahi (kapalı cerrahi) yöntemiyle gerçekleştirilir. Laparoskopik cerrahi, küçük kesi veya deliklerden özel cerrahi aletler ve bir kamera kullanılarak gerçekleştirilen minimal invaziv bir cerrahi tekniğidir.

İşlemin temel adımları şunlardır:

Mide Küçültme (Mide Bypass): Cerrah, midenin üst kısmını daha küçük bir torba şeklinde ayarlar. Bu, kişinin daha az yiyecek tüketmesine ve doymasına yardımcı olur.

Bağırsak Yolu Değişikliği: Mide bypass işlemi, bağırsak yolunu da değiştirir. Yemek borusundan gelen yiyecek, midenin küçük torbasından direkt olarak ince bağırsağın bir kısmına yönlendirilir. Bu, yiyeceklerin bir bölümünün emilimini azaltır.

Sonuç olarak, mide bypass cerrahisi, kişinin daha az yiyecek tüketmesine ve vücudun besin emilimini sınırlamasına yardımcı olarak kilo kaybını teşvik eder. Ayrıca, bazı hormonal değişikliklere de neden olabilir, bu da kilo kontrolüne katkıda bulunabilir.

Ancak, mide bypass cerrahisi ciddi bir cerrahi işlem olup, riskleri ve komplikasyonları içerir. Bu nedenle, bu tür bir cerrahiye karar vermeden önce, kişinin sağlık durumu ve obeziteye bağlı risk faktörleri dikkate alınmalıdır. Uygulanabilirlik ve güvenlik konularında bir doktora danışmak önemlidir. Her hasta için en uygun tedavi planı bireysel sağlık durumlarına bağlı olarak belirlenmelidir.

 



Mide Bandı (Laparoskopik Ayarlanabilir Gastrik Band) Nedir?

Mide bandı, laparoskopik cerrahi yöntemle uygulanan bir obezite cerrahisi prosedürüdür. Tam adı “Laparoskopik Ayarlanabilir Gastrik Band” olan bu cerrahi işlem, obezite tedavisinde kullanılan bir yöntemdir. Mide bandı, kilo kaybını desteklemek için midenin üst kısmına yerleştirilen bir tür ayarlanabilir banttır.

Bu işlem sırasında, genellikle bir laparoskop (kamera ve ince cerrahi aletler içeren bir tüp) kullanılarak küçük kesiler yapılır. Midenin üst kısmına bir bant yerleştirilir ve bu bant, mideyi iki bölüme ayırarak üst kısmını daha küçük bir torba haline getirir. Bu sayede, hastanın daha az yemek yemesi ve daha çabuk doyması amaçlanır.

Mide bandı, ayarlanabilir bir özellik içerir. Bu, cerrah tarafından bantın sıkılığının ayarlanabilmesi anlamına gelir. Bu ayarlamalar, hastanın kilo kaybını desteklemek ve uzun vadede kontrol etmek amacıyla yapılır. Bandın sıkılığının artırılması, mide boşaldıkça daha uzun süre tok hissetmeye yardımcı olabilir.

Ancak, mide bandı cerrahisi bazı riskleri ve yan etkileri beraberinde getirebilir. Örneğin, bantın kayması, enfeksiyonlar, mide ülserleri gibi komplikasyonlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle, cerrahi bir seçenek olarak mide bandı kullanımı, hasta ve cerrah arasında dikkatli bir değerlendirme ve işbirliği gerektirir. Cerrahi sonrası düzenli takip ve diyet de önemli bir rol oynar. Obezite tedavisi konusunda uzman bir sağlık ekibiyle işbirliği yapmak önemlidir.

 



Tüp Bebek Tedavisinde Aşılama

Tüp bebek tedavisi (IVF – In Vitro Fertilizasyon), infertilite (kısırlık) sorunu yaşayan çiftlere yardımcı olmak için kullanılan bir yöntemdir. Tüp bebek tedavisi genellikle şu aşamalardan oluşur:

Hormonal Stimülasyon (Stimülasyon Fazı): Kadının yumurtalıkları, daha fazla yumurta üretmeleri için hormon ilaçları ile uyarılır.

Yumurta Toplama (Oosit Aspirasyonu): Kadının yumurtalıklarındaki olgunlaşmış yumurtalar, bir iğne yardımıyla toplanır.

Sperm Sağlama: Erkeğin sperm örneği toplanır ve laboratuvarda işlenir.

Fertilizasyon: Toplanan yumurtalar ve sperm laboratuvarda bir araya getirilerek döllenme işlemi gerçekleştirilir.

Embriyo Kültürü: Döllenmiş yumurtalar embriyo adını alır ve birkaç gün boyunca laboratuvarda kültüre edilir.

Transfer: En sağlıklı embriyolar, rahime geri transfer edilir.

İşte bu aşamada, aşılama (IUI – İntrauterin İnseminasyon) bir seçenek olabilir. Aşılama, spermin rahme yerleştirildiği bir işlemidir ve doğal döllenmeye bir adım daha yaklaşmayı hedefler. Tüp bebek tedavisi ile karşılaştırıldığında, aşılama daha az invaziv bir prosedürdür.

Aşılama genellikle şu durumlar için önerilir:

Hafif erkek faktörü infertilitesi: Sperm sayısı veya kalitesinde hafif bir düşüş olduğunda.

Servikal faktörler: Rahim ağzındaki mukusun spermi engellediği durumlarda.

Bilinmeyen nedenli infertilite: İnfertilite nedeni belirlenemeyen durumlarda.

Ancak, tüp bebek tedavisi daha karmaşık infertilite durumlarını ele almak için daha etkili olabilir. Her çiftin durumu farklı olduğu için, hangi tedavi yönteminin uygun olduğunu belirlemek için bir uzmana danışmak önemlidir.

 



Tüp Bebek Tedavisinde PRP Yöntemi

Tüp bebek tedavisi sırasında kullanılan bir yöntem olan Platelet Zengin Plazma (PRP), hastanın kanındaki trombosit (kan pulcuğu) sayısının artırılarak, büyüme faktörleri ve diğer proteinlerin içeriğini zenginleştirmeyi amaçlar. Bu yöntem, embriyo transferi sırasında rahmin içini iyileştirmeyi ve implantasyon olasılığını artırmayı hedefler.

PRP yöntemi genellikle şu aşamalardan oluşur:

Kan Örneklemesi: Hastadan bir kan örneği alınır. Bu örnek, genellikle kolundan bir damar yoluyla alınır.

Kanın Santrifüj Edilmesi: Kan örneği, bir santrifüj makinesinde işlenir. Santrifüj, kanı bileşenlerine ayırarak trombositleri yoğunlaştırır. Elde edilen bu yoğun trombositler, Platelet Zengin Plazma’yı oluşturur.

PRP Uygulaması: Elde edilen Platelet Zengin Plazma, tüp bebek tedavisi sırasında kullanılacak olan embriyo transferi öncesinde rahmin içine enjekte edilir. Bu aşama, rahmin iç yüzeyini iyileştirmeyi ve embriyonun implantasyon şansını artırmayı amaçlar.

PRP’nin tüp bebek tedavisi üzerindeki etkileri konusunda henüz kesin bir görüş birliği olmamakla birlikte, bazı çalışmalar bu yöntemin implantasyon başarısını artırabileceğini öne sürmüştür. Ancak, bu konuda daha fazla araştırma yapılması ve uzun vadeli sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir.

Her hasta farklıdır ve PRP’nin etkileri bireyden bireye değişebilir. Tüp bebek tedavisiyle ilgili herhangi bir ek tedavi yöntemini kullanmadan önce, doktorunuzla detaylı bir şekilde görüşmelisiniz. Doktorunuz, durumunuz ve ihtiyaçlarınız doğrultusunda en uygun tedavi planını belirleyecektir.

 



Tüp Bebek Tedavisi Nedir?

Tüp bebek tedavisi, tıp alanında üreme teknolojileri arasında yer alan bir yöntemdir. Bu tedavi, çiftlerin doğal yollarla çocuk sahibi olamadıkları durumlarda kullanılır. Tüp bebek tedavisi, bilimsel adıyla in vitro fertilizasyon (IVF) olarak da bilinir.

İşte tüp bebek tedavisi sürecinin genel adımları:

İlk Değerlendirme ve Testler: Çiftin durumu değerlendirilir. Hem kadın hem de erkek üreme organları üzerinde bir dizi test yapılır. Bu testler, yumurtalık rezervi, sperm kalitesi, rahim yapısı gibi faktörleri değerlendirir.

Yumurta Geliştirme ve Ovulasyon İndüksiyonu: Kadının yumurtalıkları, bir döngü boyunca kontrol altında tutulur ve olgun yumurtaların gelişimini sağlamak için hormonal ilaçlar kullanılır.

Yumurtaların Toplanması (Oosit Aspirasyonu): Olgun yumurtalar, bir iğne aracılığıyla yumurtalıklardan toplanır.

Sperm Sağlama ve İncelenmesi: Erkekten alınan sperm örnekleri laboratuvar ortamında incelenir ve en kaliteli sperm hücreleri seçilir.

Fertilizasyon (Döllenme): Yumurtalarla seçilen sperm hücreleri bir araya getirilerek döllenmeleri sağlanır.

Embriyo Gelişimi: Döllenmiş yumurta, embriyo adını alır ve birkaç gün boyunca laboratuvarda gelişir.

Embriyo Transferi: En sağlıklı embriyolar, kadının rahmine transfer edilir. Bu adım genellikle 3-5 günlük embriyo transferi ile gerçekleştirilir.

Gebelik Testi: Embriyo transferi üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra gebelik testi yapılarak sonuç izlenir

Tüp bebek tedavisi, çiftlere çocuk sahibi olma şansı sağlamak için kullanılan bir yöntemdir. Ancak her çiftin durumu farklıdır, ve tüp bebek tedavisi başarısını etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. Tedavi süreci genellikle uzman bir üreme sağlığı doktoru tarafından yönetilir ve bireysel duruma özgü olarak planlanır.

 



Tüp Bebek Mikroenjeksiyon (ICSI) Tedavisi

Mikroenjeksiyon (ICSI), tüp bebek tedavisi sırasında kullanılan bir yöntemdir. İCSI, “intracytoplasmic sperm injection” ifadesinin kısaltmasıdır ve doğal yollarla döllenme yeteneğine sahip olmayan çiftlerde, özellikle erkek faktör infertilitesi durumlarında etkili bir çözüm olarak kullanılır.

ICSI tedavisi şu adımlardan oluşur:

Hormon Stimulation (Uyarma): Kadının yumurtalıkları, yumurta gelişimini artırmak için hormon ilaçları ile uyarılır.

Yumurta Gelişimi ve Toplanması: Uyarılmış yumurtalıklardan olgunlaşan yumurtalar toplanır. Bu işlem genellikle bir iğne aracılığıyla gerçekleştirilir.

Sperm Toplanması: Erkeğin sperm örneği alınır. Eğer erkeğin sperm sayısı, hareketliliği veya morfolojisi düşükse, ICSI tercih edilebilir.

Mikroenjeksiyon: Her bir yumurta, bir mikroenjeksiyon iğnesi ile seçilen sağlıklı sperm hücresi ile döllenir.

Embriyo Gelişimi: Döllenmiş yumurtalar embriyo olarak adlandırılır ve laboratuvarda birkaç gün boyunca kültüre alınırlar.

Transfer: En sağlıklı embriyolar uterus içine transfer edilir.

ICSI, erkeğin sperm kalitesi düşük olduğunda, sperm sayısının düşük olduğu durumlarda veya önceki tüp bebek denemelerinde döllenme sorunları yaşandığında tercih edilir. Ancak, ICSI’nin kullanılması, bazı etik ve sağlık konularını da beraberinde getirebilir.

Bu tedavi yöntemi, uzman bir üreme sağlığı doktoru tarafından değerlendirilmeli ve uygulanmalıdır. Çiftler, bu tedavi seçeneği hakkında ayrıntılı bilgi almak ve olası riskleri anlamak için doktorlarıyla iletişim kurmalıdır.

 



Kalsiyum Eksikliğinde Ortaya Çıkan Hastalıklar

Kalsiyum, vücut için önemli bir mineraldir ve birçok biyolojik süreçte rol oynar. Kalsiyum eksikliği, çeşitli sağlık sorunlarına neden olabilir. İşte kalsiyum eksikliğiyle ilişkilendirilen bazı hastalıklar ve belirtiler:

Osteoporoz: Kalsiyum, kemik ve dişlerin sağlıklı olması için gereklidir. Kalsiyum eksikliği, kemik yoğunluğunun azalmasına ve osteoporoz riskinin artmasına neden olabilir. Osteoporoz, kemiklerin incelmesi ve kırılganlaşması durumunu ifade eder.

Kas Spazmları ve Kramplar: Kalsiyum, kas kasılmaları ve fonksiyonu için gereklidir. Kalsiyum eksikliği kas spazmlarına, kramplara ve genel kas zayıflığına neden olabilir.

Osteomalazi: Kalsiyum ve D vitamini eksikliği bir araya geldiğinde, kemiklerde yumuşama ve zayıflama olabilir. Bu duruma osteomalazi denir.

Çocuklarda Raşitizm: Çocukluk döneminde kalsiyum eksikliği, kemik gelişimini olumsuz etkileyebilir ve raşitizm adı verilen bir duruma yol açabilir. Bu durum, kemiklerin büzülmesi, bacaklarda eğrilik ve genel olarak kemik deformitelerini içerebilir.

Kardiyovasküler Sorunlar: Kalsiyum, kalp kaslarının düzgün bir şekilde kasılması ve kalp ritminin düzenlenmesi için önemlidir. Kalsiyum eksikliği, kalp kaslarının etkili bir şekilde çalışmasını engelleyebilir, bu da kardiyovasküler sorunlara yol açabilir.

Diş Problemleri: Kalsiyum, diş mine sağlığı için önemlidir. Kalsiyum eksikliği, dişlerde zayıflık, çürükler ve diğer diş problemlerine neden olabilir.

Kalsiyum eksikliğinin belirtileri genellikle belirli bir hastalığa özgü olmayabilir ve çeşitli semptomları içerebilir. Kalsiyum eksikliği durumunda, bir sağlık profesyoneliyle görüşmek ve uygun tedaviyi almak önemlidir. İlaç takviyeleri, diyet değişiklikleri ve diğer tedavi yöntemleri, kalsiyum eksikliğiyle ilişkili sorunları hafifletebilir veya düzeltebilir.

 



Kalsiyum Eksikliği Nedir?

Kalsiyum eksikliği, vücutta yeterli miktarda kalsiyum mineralinin bulunmaması durumunu ifade eder. Kalsiyum, kemik ve dişlerin sağlıklı bir şekilde gelişmesi, sinir iletimi, kas kasılması, kan pıhtılaşması ve hücre fonksiyonları gibi birçok önemli biyolojik süreçte rol oynayan bir mineraldir.

Kalsiyum eksikliği genellikle yetersiz beslenme, emilim sorunları, hormonal değişiklikler, yaşlanma veya bazı sağlık sorunları nedeniyle ortaya çıkabilir. Bu durum, kemiklerin zayıflamasına, kırıkların artmasına, diş problemlerine, kas ağrılarına, sinir sistemi sorunlarına ve diğer sağlık sorunlarına neden olabilir.

Kalsiyum eksikliğinin belirtileri arasında şunlar bulunabilir:

Kemik Ağrısı ve Zayıflık: Kemiklerde ağrı, hassasiyet ve zayıflık hissi.

Kas Krampları ve Ağrılar: Kaslarda kramplar, ağrılar ve kas kasılmaları.

Diş Problemleri: Diş eti problemleri, diş çürükleri ve diş kaybı.

Nörolojik Belirtiler: Sinir sistemiyle ilgili sorunlar, uyuşukluk, karıncalanma hissi.

Kalp Ritmi Bozuklukları: Kalsiyum, kalp kaslarının düzgün çalışması için önemlidir, bu nedenle kalsiyum eksikliği kalp ritmi bozukluklarına neden olabilir.

Kalsiyum eksikliği, genellikle dengeli bir diyet, takviyeler ve gerekirse ilaçlarla tedavi edilebilir. Ancak, herhangi bir sağlık sorununuz varsa veya belirtileriniz ciddi ise, bir sağlık profesyoneli ile görüşmek önemlidir.



Kalsiyum Eksikliği Nedenleri Nelerdir?

Kalsiyum, vücut için önemli bir mineraldir ve birçok biyolojik süreçte rol oynar. Kalsiyum eksikliği genellikle aşağıdaki nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir:

Yetersiz Kalsiyum Alımı: Kalsiyum, beslenme yoluyla alınan bir mineraldir. Süt ve süt ürünleri, yeşil yapraklı sebzeler, balık, fındık ve tohumlar gibi gıdalarda bulunur. Bu tür gıdaları yeterince tüketmemek, kalsiyum eksikliğine neden olabilir.

Vitamin D Eksikliği: Kalsiyum emilimi, vücutta yeterli miktarda vitamin D’nin bulunmasına bağlıdır. Vitamin D eksikliği, kalsiyumun düzgün emilimini engelleyebilir. Gıdalardan veya güneş ışığından yeterli miktarda vitamin D almak önemlidir.

Laktoz İntoleransı: Laktoz intoleransı, süt ve süt ürünleri gibi kalsiyum açısından zengin gıdalara karşı hassasiyeti içerir. Bu durumda, bu gıdaların tüketimi azalabilir, bu da kalsiyum eksikliğine yol açabilir.

Malabsorpsiyon Bozuklukları: Bazı sindirim sistemi bozuklukları veya bağırsak hastalıkları, kalsiyumun vücut tarafından düzgün emilimini engelleyebilir. Örneğin, Crohn hastalığı veya çölyak hastalığı gibi durumlar malabsorpsiyon sorunlarına neden olabilir.

Hormonal Değişiklikler: Hormonal değişiklikler de kalsiyum düzenlemesini etkileyebilir. Özellikle menopoz dönemindeki kadınlar, östrojen seviyelerinin düşmesi nedeniyle kalsiyum kaybına daha yatkın olabilirler.

Kronik Hastalıklar: Bazı kronik hastalıklar, özellikle böbrek hastalığı, kalsiyum metabolizmasını etkileyebilir ve kalsiyum eksikliğine neden olabilir.

Kullanılan İlaçlar: Bazı ilaçlar, kalsiyum emilimini azaltabilir veya vücuttan atılmasını artırabilir. Bu tür ilaçlar arasında kortikosteroidler, tiyazid diüretikleri ve bazı antikonvülsanlar bulunabilir.

Eğer kalsiyum eksikliği belirtileri yaşıyorsanız veya endişeleniyorsanız, bir sağlık profesyoneli ile görüşmek önemlidir. Bir doktor, kalsiyum seviyelerinizi test edebilir ve uygun tedavi planını belirleyebilir.



Kalsiyum Eksikliği Nasıl Teşhis Edilir?

Kalsiyum eksikliği genellikle bir dizi belirti ve semptomlarla ilişkilidir. Ancak, kalsiyum eksikliğini kesin olarak teşhis etmek için birkaç farklı yöntem kullanılabilir. İşte kalsiyum eksikliğini teşhis etmek için kullanılan bazı yaygın yöntemler:

Kan Testleri:

Kalsiyum seviyelerini belirlemek için kan testleri yapılabilir. Serum kalsiyum seviyeleri genellikle ölçülür ve normalde 8.5 ile 10.2 mg/dL arasında olmalıdır.

İdrar Testleri:

İdrar testleri, vücuttaki kalsiyumun atılıp atılmadığını değerlendirebilir. İdrar kalsiyumu seviyeleri kalsiyum metabolizmasının bir göstergesi olabilir.

Paratiroid Hormon (PTH) Testi:

Paratiroid hormonu, kalsiyum seviyelerini düzenleyen bir hormondur. Kalsiyum eksikliği durumunda, paratiroid hormon seviyeleri genellikle yükselir. Bu nedenle, PTH seviyelerini ölçmek kalsiyum eksikliğini değerlendirmek için yardımcı olabilir.

Kemik Mineral Yoğunluğu Ölçümü (DXA):

Bu yöntem, kemik yoğunluğunu değerlendirerek osteoporoz gibi kalsiyum eksikliği ile ilişkilendirilebilecek kemik sorunlarını tespit etmeye yardımcı olabilir.

Klinik Belirtiler ve Hastanın Öyküsü:

Doktor, hastanın semptomlarına, kalsiyum eksikliği risk faktörlerine ve aile öyküsüne dayanarak bir teşhis koyabilir. Semptomlar arasında kas krampları, uyuşma, karıncalanma, kas zayıflığı ve diğer nöromusküler sorunlar bulunabilir.

Bu testlerden hangilerinin yapılacağı, duruma ve belirtilere bağlı olarak doktorunuz tarafından belirlenir. Kalsiyum eksikliği belirti ve semptomlarından şüpheleniyorsanız, bir sağlık profesyoneli ile görüşmeli ve gerekirse uygun testleri yapmalısınız.

 



Kalp Büyümesinin Nedenleri Nelerdir?

Kalp büyümesi, kalbin kas duvarlarının genişlemesi ve kalp odacıklarının büyümesi anlamına gelir. Kalp büyümesinin birkaç farklı nedeni olabilir. İşte bazı yaygın nedenler:

Hipertansiyon (Yüksek Tansiyon): Yüksek tansiyon, kan damarlarının genişlemesine ve kalbin daha fazla güç uygulamasına neden olabilir. Bu durumda kalp, daha fazla kanı pompalamak için daha fazla çalışmak zorunda kalabilir, bu da kalp kaslarının büyümesine yol açabilir.

Kardiyomiyopati: Kardiyomiyopati, kalp kasının genetik veya başka nedenlerle zayıfladığı bir durumdur. Kalp, daha etkili pompalama yapabilmek için genişlemeye çalışabilir.

Kalp Kapak Hastalıkları: Kalp kapaklarının işlev bozuklukları, kanın kalp içinde düzgün akışını engelleyebilir. Bu durumda, kalp kasları daha fazla çaba sarf ederek büyüyebilir.

Koroner Arter Hastalığı: Koroner arterlerdeki tıkanıklıklar veya daralmalar, kalbin yeterince oksijen almasını engelleyebilir. Bu durumda, kalp kasları daha fazla çalışarak büyüyebilir.

Romatizmal Kalp Hastalığı: Bu hastalık, streptokok bakterisinin neden olduğu bir enfeksiyon sonucunda ortaya çıkabilir. Kalp kapaklarına zarar verebilir ve kalp büyümesine neden olabilir.

Şişmanlık (Obezite): Obezite, vücut daha fazla kan dolaştırmak zorunda kaldığında kalbin daha fazla çalışmasına neden olabilir, bu da zaman içinde kalp büyümesine yol açabilir.

Hamilelik: Hamilelik sırasında, vücut daha fazla kan üretir ve kalbin daha fazla çalışmasına neden olabilir. Bu durum, geçici olarak kalp büyümesine neden olabilir.

Aort Koarktasyonu: Bu durumda, aort adı verilen büyük damarın daralması, kalbin sol tarafında artan bir yük oluşturarak kalp büyümesine neden olabilir.

Kalp büyümesi belirli bir durumun bir sonucu olarak ortaya çıkabilir, ancak bu durumlar tedavi edilebilir. Tedavi, temel nedenin belirlenmesine ve uygun müdahalelere dayanır. Bu nedenle, belirtileriniz varsa veya endişeleriniz varsa, bir sağlık profesyoneli ile görüşmek önemlidir.

 



Kalp Büyümesinin Belirtileri

Kalp büyümesi, kalbin odacıklarının veya kulakçıklarının genişlemesi veya kalp kasının kalınlaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle kalp kasının sürekli olarak daha fazla çalışması veya kalp yetmezliği gibi durumlar sonucunda ortaya çıkabilir. Kalp büyümesinin belirtileri arasında şunlar bulunabilir:

Nefes Darlığı: Kalp büyümesi, kalbin etkili bir şekilde kan pompalayamamasına neden olabilir. Bu durumda, vücut yeterli oksijen alamaz ve nefes darlığı ortaya çıkabilir.

Yorgunluk: Kalp büyümesi, kalbin normalden daha fazla çaba harcamasına neden olabilir. Bu durumda, hastalar genellikle hızlı bir şekilde yorulabilirler.

Ödem: Kalp büyümesi, vücutta sıvı birikimine neden olabilir. Bu durumda, özellikle ayak bileklerinde, bacaklarda veya karında ödem (şişme) ortaya çıkabilir.

Karın Ağrısı: Kalp büyümesi bazen karın bölgesinde ağrıya neden olabilir. Bu ağrı genellikle üst karın bölgesinde hissedilir.

Çabuk Nefes Almak: Kalp büyümesi, vücuda yeterli oksijen sağlamak için kalbin daha hızlı atmasına neden olabilir. Bu durumda kişiler normalden daha sık nefes alabilirler.

Nabız Değişiklikleri: Kalp büyümesi, kalp atışlarında düzensizliklere veya hızlı atışlara neden olabilir.

Bu belirtiler, kalp büyümesinin bir sonucu olarak ortaya çıkabilir ve bir kişi bu belirtileri yaşıyorsa, derhal bir sağlık profesyoneli ile iletişime geçmesi önemlidir. Kalp büyümesi, ciddi bir durum olabilir ve uygun tedavi gerektirebilir. Tanı ve tedavi için doktor gözetiminde bir değerlendirme yapılması önemlidir.

 



Kalp Büyümesi Riskleri Nelerdir?

Kalp büyümesi, kalbin odacıklarının veya boşluklarının genişlemesi veya kalp kasının kalınlaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle kalbin normalden daha fazla çalışması veya daha fazla güç uygulaması sonucunda ortaya çıkar. Kalp büyümesi birçok farklı nedenle ilişkilendirilebilir ve bazı durumlarda ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. İşte kalp büyümesinin olası riskleri:

Hipertansiyon (yüksek tansiyon): Kalp büyümesi genellikle uzun süreli yüksek tansiyonun bir sonucu olarak ortaya çıkar. Yüksek tansiyon, kalbin daha fazla çalışmasına neden olabilir, bu da zamanla kalbin odacıklarını genişletebilir.

Kalp yetmezliği: Kalp büyümesi, kalbin zayıflamasına ve etkili bir şekilde kan pompalama yeteneğini kaybetmesine yol açabilir. Bu durum kalp yetmezliğine neden olabilir.

Koroner arter hastalığı: Kalp kasının yetersiz oksijen alması, kalp büyümesine neden olabilir. Koroner arter hastalığı, kalp kasına kan taşıyan damarlarda plak birikimi ile karakterizedir.

Kardiyomiyopati: Kalp kasının hastalıklı bir şekilde genişlemesi veya kalınlaşması durumudur. Bu durum kalp büyümesine yol açabilir ve kalp fonksiyonlarını olumsuz etkileyebilir.

Kalp kapak hastalıkları: Kalp kapaklarının hasar görmesi veya düzgün çalışmaması durumunda, kalp büyümesine neden olabilir. Bu durum, kanın kalp odacıkları arasında geriye kaçmasına veya yeterince ilerlememesine yol açabilir.

Aort yetmezliği: Aort kapakçığının düzgün çalışmaması durumunda, kanın kalpten aorta doğru geriye kaçmasına neden olabilir. Bu durum da kalp büyümesine yol açabilir.

Genetik faktörler: Bazı genetik faktörler, kalp büyümesine yatkınlığı artırabilir. Ailesel kardiyomiyopati gibi genetik kalp hastalıkları, kalp büyümesine neden olabilir.

Sistemik hastalıklar: Bazı sistemik hastalıklar, kalp büyümesine neden olabilir. Örneğin, tiroid sorunları veya şeker hastalığı gibi durumlar, kalp büyümesi riskini artırabilir.

Kalp büyümesi belirtileri arasında nefes darlığı, yorgunluk, ödem (şişme), düzensiz kalp atışları ve göğüs ağrısı bulunabilir. Herhangi bir kalp sorunu belirtisi fark edildiğinde, bir sağlık profesyoneline başvurmak önemlidir. Çünkü erken teşhis ve tedavi, kalp büyümesi ile ilişkili riskleri azaltabilir.

 



Kalp Büyümesi Olanların Dikkat Etmesi Gerekenler

Kalp büyümesi, kalbin odacıklarının veya kulakçıklarının genişlemesi veya kalp kasının kalınlaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle kalbin sürekli olarak daha fazla iş yapması gerektiğinde veya kalp kasının diğer bir şekilde zorlandığında ortaya çıkar. Kalp büyümesi, çeşitli nedenlere bağlı olarak gelişebilir, örneğin hipertansiyon, kalp kapak hastalıkları, kardiyomiyopati gibi durumlar.

Kalp büyümesi olan kişilerin dikkat etmeleri gereken bazı önemli faktörler şunlardır:

Düzenli Doktor Kontrolleri: Kalp büyümesi olan kişiler, düzenli aralıklarla kardiyologlarına gitmelidirler. Bu kontrollerde kalp fonksiyonları izlenir ve tedaviye yanıt değerlendirilir.

İlaçları düzenli kullanma: Eğer doktor tarafından reçete edilmiş ise, ilaçları düzenli olarak kullanmak önemlidir. Bu ilaçlar, kalp büyümesi ile ilişkili semptomları kontrol altında tutabilir ve kalp fonksiyonlarını destekleyebilir.

Tuz İle İlgili Kısıtlamalar: Bazı durumlarda, doktorlar tuz alımını sınırlayabilirler çünkü aşırı tuz tüketimi, özellikle hipertansiyon durumlarında, kalp büyümesine neden olabilir.

Sağlıklı Beslenme: Düşük yağlı, düşük tuzlu ve düşük kolesterol içeren bir diyet, genel kalp sağlığını destekleyebilir. Balık, sebzeler, meyveler, tam tahıllar gibi sağlıklı gıdaların tüketimi teşvik edilir.

Düzenli Egzersiz: Kalp büyümesi olan kişiler, doktorlarına danışarak uygun düzeyde ve düzenli egzersiz yapabilirler. Egzersiz, kalp sağlığını iyileştirebilir ancak bireyin durumuna bağlı olarak bu konuda doktora danışmak önemlidir.

Stres Yönetimi: Stres, kalp ve kalp sağlığı üzerinde negatif etkiler yaratır. Yoga, meditasyon, derin nefes alma gibi stres yönetimi teknikleri, kalp büyümesi olan kişiler için faydalı olabilir.

Sigara ve Alkol Kısıtlamaları: Sigara ve aşırı alkol tüketimi, kalp sağlığı için zararlıdır. Bu nedenle, bu maddelerden kaçınılmalı veya kullanımı sınırlanmalıdır.

Her bireyin durumu farklı olduğundan, kalp büyümesi olan kişilerin bireysel sağlık durumlarına ve doktorları tarafından verilen önerilere uygun davranmaları önemlidir. Bu nedenle, her zaman kardiyologları tarafından önerilen tedavi planına sadık kalmak önemlidir. Böyle bir durum şikayetiniz varsa mutlaka uzman hekime başvurun.



Kalp Büyümesi Nedir?

Kalp büyümesi, kalp kasının hacminin veya kalınlığının artması anlamına gelir. Bu durum, genellikle kalbin belirli bir nedenle daha fazla çalışması gerektiğinde ortaya çıkar. Kalp büyümesi, birçok farklı durumun sonucu olabilir ve genellikle vücudun ihtiyaçlarına uyum sağlamak için kalbin adaptasyonu olarak görülür. Ancak, uzun vadede kalp büyümesi kalp sağlığına zarar verebilir ve ciddi sorunlara yol açabilir.

Kalp büyümesinin birkaç farklı türü vardır. İlk olarak, hipertrofik kalp büyümesi, kalp kasının kalınlaşmasıyla karakterizedir. Bu durum, genellikle yüksek kan basıncı, kalp yetmezliği veya kalp kapak hastalığı gibi faktörlerden kaynaklanabilir. Diğer bir tür olan dilate kalp büyümesi ise kalp odacıklarının genişlemesiyle ilişkilidir. Bu durum, genellikle kalp kasının zayıflamasına bağlı olarak ortaya çıkabilir.

Kalp büyümesi belirtileri arasında nefes darlığı, ödem (vücutta sıvı birikimi), yorgunluk, göğüs ağrısı ve düzensiz kalp atışları bulunabilir. Tanı için doktorlar genellikle elektrokardiyografi (EKG), ekokardiyografi ve kan testleri gibi çeşitli testler kullanırlar.

Tedavi, temelde altta yatan nedeni hedef alır. Örneğin, hipertansiyon tedavisi, kalp büyümesini azaltmada önemli bir rol oynayabilir. İlaçlar, diyet değişiklikleri ve yaşam tarzı modifikasyonları da tedavi planında yer alabilir. Bazı vakalarda, cerrahi müdahale veya kalp nakli gibi daha invaziv tedaviler gerekebilir.

Sonuç olarak, kalp büyümesi genellikle altta yatan bir sağlık sorununun belirtisi olarak ortaya çıkar ve uzman bir sağlık profesyonelinin gözetiminde tedavi edilmelidir. Erken teşhis ve etkili tedavi, kalp sağlığını korumak ve ciddi komplikasyonları önlemek açısından önemlidir.

 



Kalp Büyümesi Nasıl Tedavi Edilir?

Kalp büyümesi, genellikle başka bir sağlık sorununun bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu durumun tedavisi, altta yatan nedenin belirlenmesine ve tedavi edilmesine dayanır. Kalp büyümesi genellikle kalp kasının sürekli zorlanması sonucunda gelişir, bu da genellikle hipertansiyon, kalp kapak hastalığı, kalp yetmezliği veya diğer kardiyovasküler problemlerle ilişkilidir.

Tedavi planı, doktorunuzun yapacağı değerlendirmelere dayanacaktır. Ancak genel olarak aşağıdaki tedavi yöntemleri düşünülebilir:

Altta Yatan Nedenin Tedavisi: Kalp büyümesinin nedeni belirlendikten sonra, temel sağlık sorununu tedavi etmek önemlidir. Örneğin, hipertansiyonun kontrol altına alınması, kalp kapak hastalığının düzeltilmesi veya diğer kardiyovasküler sorunların yönetilmesi gerekebilir.

İlaçlar: Doktorunuz, kalp büyümesi ile ilişkili semptomları veya altta yatan hastalığı kontrol etmek için ilaçlar önerebilir. Bu ilaçlar arasında kan basıncı düşürücüler, kalp yetersizliğini yönetmeye yardımcı olan ilaçlar ve antiaritmik ilaçlar bulunabilir.

Düzenli Takip: Kalp büyümesi olan bireyler düzenli olarak doktorları tarafından izlenmelidir. Bu izleme, hastalığın seyrini takip etmek, tedaviyi ayarlamak ve olası komplikasyonları önlemek için önemlidir.

Yaşam Tarzı Değişiklikleri: Sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemek, kalp büyümesi ile ilişkili risk faktörlerini azaltabilir. Bu, sağlıklı bir diyet, düzenli egzersiz, kilo kontrolü ve sigara içmeme gibi faktörleri içerebilir.

Cerrahi Müdahale: Bazı durumlarda, kalp büyümesi cerrahi müdahale gerektirebilir. Örneğin, kalp kapaklarının onarılması veya değiştirilmesi, damar cerrahisi veya kalp transplantasyonu gibi prosedürler düşünülebilir.

Kalp büyümesi durumu kişiden kişiye değişebilir, bu nedenle tedavi planı bireysel duruma göre uyarlanmalıdır. Tedavi sürecinde, düzenli doktor kontrolleri, önerilen ilaçların düzenli kullanımı ve yaşam tarzı değişikliklerine uyum önemlidir. Tedavi planınızı belirlemek ve uygulamak için bir kardiyologla görüşmek en uygun adımdır.

 



Şeffaf Plak Tedavisinin Amacı

şeffaf plak dağıtımının temel amaçları:

Estetik Gelişim: Şeffaf plaklar, geleneksel tel aktarımı gibi metal teller içermez. Bu nedenle tedavi sırasında dişlerin bileşimi daha az göze çarpar ve tedavi süreci boyunca daha estetik bir görünüm sunar. Bu özellikle yetişkin olarak tercih edilen bir özelliktir.

Konfor: Geleneksel tel tedavisi, tellerin metal olması ve dişlere uygulanan kuvvetin neden olduğu artışlar nedeniyle bazen bozulmalar mümkündür. Şeffaf plak aktarımı, daha az bozulma ve çözünürlük ile birlikte daha konforlu bir deneyim sunabilir.

Taşınabilirlik ve Çıkarılabilirlik: Şeffaf plaklar, çocukların ihtiyaç bölümlerinin çıkartılabilmesi için daha esnek bir tedavi seçeneği sunar. Özellikle yemek yerken veya dişleri fırçalanırken çıkarmak, hastaların günlük yaşamlarını daha kolay yönetmelerine yardımcı olabilir.

İşlem Sürecinin Kontrolü: Şeffaf plak dağıtımı genellikle bilgisayar tabanlı bir planlama ve tasarımın devamlılığıdır. Bu parçaların daha önceden planlanıp öngörülebilir olmasını sağlar. Her plak seti belirli bir süre boyunca takıldıktan sonra bir sonraki sete geçilir. Bu, tedavi sürecinin kontrol altında tutulması ve hedeflenerek sürdürülmesinin daha hızlı gerçekleştirilmesini sağlar.

Diş Sağlığının İyileştirilmesi: Şeffaf plak aktarımı, dişlerin dağıtılması ve hizalanması yoluyla ağız görüntülerinin genel olarak iyileştirilmesi. Dişlerin düzgün bir şekilde hizalanması, bozulma fonksiyonunu artırabilir, diş eti sağlığını iyileştirebilir ve çene parçalarının işlevini optimize edebilir.

Her hastanın farklı ihtiyaçlara sahip olması için, şeffaf plak dağıtımı herkes için uygun olmayabilir. Bu nedenle bir ortodontist tarafından yapılan bir muayene ve değerlendirme sonrasında uygun tedavi planı belirlenmelidir.

 



Şeffaf Plak Tedavisi

 

Şeffaf plak, diş düzeltme amacıyla kullanılan modern bir ortodontik tedavi yöntemidir. Geleneksel tel tedavisi yerine tercih edilen şeffaf plaklar, estetik bir görünüm sunmaları ve daha kişisel, konforlu bir deneyim yaşatmaları açısından popülerdir. Bu tedavi yöntemi genellikle dişlerdeki çapraşıklıkları düzeltmek, aralıkları çıkarmak veya çene hizalamasını sağlamak amacıyla uygulanır.

Şeffaf plak yoluyla, dişlerini düzeltme işlemlerini ancak geleneksel tel transferiyle taşınan estetik ve bozulma sorunlarında tercih edilir. Bu plaklar, özel olarak tasarlanmış ve kişiye özel olarak üretilmiştir. Tedavi süreci genellikle bir diş hekimi veya ortodontist tarafından kaydedilen bir plana göre ilerler.

Şeffaf plak, insanların dişlerini yönlendirmek amacıyla tasarlanmış bir dizi plaktan oluşur. Bu plaklar, belirli bir süre boyunca günde belirli bir süre takılarak kullanılır. Plaklar, özel bir termoplastik üretilerek şeffaf olmaları sayesinde diğer kişiler tarafından kolayca fark edilmezler.

Bu tedavi yönteminin bir avantajı, plakların çıkartılabilmesidir. Yemek yerken veya dişleri temizlerken plakları çıkarmak mümkündür, bu da hijyen açısından önemlidir. Ancak hekim tarafından kaydedilen süre boyunca plakların düzenli olarak kullanılması önemlidir, aksi takdirde tedavi planının etkili olması mümkün olmayabilir.

Şeffaf plak tedavisi süreci genellikle diğer ortodontik tedavi yöntemlerine göre daha kısa bir süre içerir, ancak bireysel duruma bağlı olarak değişebilir. Tedavi süreci boyunca, kişinin arzu ettiği diş iyileştirmesi hedeflenir ve daha sağlıklı bir ağız yapısına sahip olması hedeflenir.

Sonuç olarak, şeffaf plak tedavisi, estetik kaygıları olan ve geleneksel tel tedavisiyle oluşan rahatsızlıklardan kurtulmak isteyen bireyler için etkili bir diş düzeltme seçeneğidir. Ne kadar olursa olsun, programın tedavi planına sadık kalması ve hekimin önerilerine uyum sağlanmasına bağlıdır.

 



Şeffaf Plak Tedavisi Uygulaması

Şeffaf plak, dişlerin kırpıntıları için kullanılan bir ortodontik tedavi yöntemidir. Bu tedavi, geleneksel tellerin yerine şeffaf, özel olarak üretilmiş plaklar kullanılarak uzatılır. Şeffaf plaklar genellikle Invisalign veya benzeri markalar tarafından sağlanır. İşte net plak dağıtımının genel uygulama adımları:

Muayene ve Planlama: İlk adım, bir ortodontist veya diş hekimi tarafından yapılan detaylı bir muayene ve dijital görüntüleme (örneğin, bilgisayarlı tomografi veya 3D tarama) ile başlar. Dişlerin ve çenenin durumu, tedavinin hedefi belirlenir ve bir tedavi planı oluşturulur.

Özel Plakların Üretimi: Dijital veriler, hasta için özel olarak tasarlanmış şeffaf plakların hizmetleri için kullanılır. Bu plaklar, dişlerin bileşenleri için her aşamada giyilecek şekilde tasarlanır. Plak, dişlerin biraz daha düzleşmesini sağlamak üzere ayarlanmıştır.

Plakların Kullanımı: Hasta, plakları belirli bir süre boyunca günde 20-22 saat boyunca takar. Plaklar, yemek yeme, içecek içme ve diş temizliği gibi zamanlarda meydana gelir. Ancak plakların düzenli ve uzun süreli kullanım kalitesi için kritiktir.

Kontroller ve Plak Değişimleri: Tedavi edilebilme, hastanın belirli aralıkları ortodontiste veya diş hekimine kontrole gider. Bu kontroller sırasında, dişlerin durumunun değiştirilmesi ve bir sonraki plak aşamasına geçilip geçilmeyeceğine karar verilir. Plaklar her aşama için belirli bir süre giyildikten sonra, yeni plaklar ile belirtilir.

Tedavinin Tamamlanması: Tedavi süreci tamamlandığında, hastaların tedavileri istenilen hedeflere ulaşmış olur. Ancak, bazı sistemi takip ederek sabit bir retansiyon apareyi veya gece boyunca kullanılacak şeffaf bir retansiyon plakları önerilebilir. Bu, dişlerin yeni konumlarını korumak için önemlidir.

Şeffaf plak tedavisi, estetik açıdan daha çekici ve geleneksel tedavi tellerine kıyasla daha rahat bir seçenek olabilir. Ancak tedavi süreci, bireyin özel performansı ve dişlerinin bileşiminin gerektirdiği karmaşıklığa bağlı olarak değişebilir.

 



Şeffaf Plak Tedavisi Sonrasında Nelere Dikkat Edilmeli?

Şeffaf plak tedavisi, diş düzeltme süreci estetik ve konforlu bir seçenek sunan bir yöntem. Tedaviyi takiben, sonuçların başarılı olması ve istenilen şekilde sürdürülmesi için bazı önemli noktalara dikkat edilmesi önemlidir.

Öncelikle şeffaf plaklarınızın temizliğine özel bir özen göstermelisiniz. Plaklarınızı günde en az 22 saat boyunca almalısınız, ancak yemek yediğinizde ve dişlerinizi fırçalamalısınız. Plakları çıkardıktan sonra bunları ılık su ve sabun kullanarak temizlemelisiniz. Bu, plakların hijyenini sağlamak ağız sağlığı açısından da önemlidir.

Şeffaf plak değişimi sırasında ağrı veya rahatsızlıkları hissedebilirsiniz. Bu normaldir, ancak ağrı devam ederse veya artarsa, ortodontistinizle iletişime geçmeniz gerekir. Ayrıca plaklarınızın düzgün bir şekilde konumundan emin olmak için düzenli olarak kontrol edilmesi.

Tedavi sürecinde, sert ve renkli beslenmeden kaçınmalısınız. Plaklarınızı çıkardığınızda, renkli içecekler veya yiyecekleri tüketmemeye özen göstermelisiniz, çünkü bu tür gıdalar plaklarda yer almaya neden olabilir. Ayrıca plaklarınızı saklamanız muhafaza edilmeli ve sıcak ortamdan uzak tutmalısınız.

Düzenli kontrolleri aksatmamak da önemlidir. Ortodontistinizin sıklıkta muayeneye tabi tutulması, parçaların doğru ilerlediğinden emin olmak için önemlidir.

Son olarak, şeffaf plakla tedavi tamamlandığında, ortodontistinizin önerisine göre retansiyon aşamasına geçmelisiniz. Retansiyon, dişlerin istenilen uzunlukta kalmasını sağlamak için kullanılan bir uygulamadır. Tutucu kullanımına dikkat etmek, elde edilen iyileştirilmiş diş fonksiyonlarını korumak için önemlidir.

Genel olarak, şeffaf plak tedavisi sonrasında titiz bir ağız hijyeni, düzenli kontroller, uygun besleme dağılımı ve retansiyon aşamasına özen göstermek, çıkışın başarıyla tamamlanmasına ve istenilen sonuçların elde edilmesi yardımcı olacaktır.

 



Şeffaf Plak Tedavisi

Şeffaf plaklar genellikle diş düzeltme tedavilerinde kullanılan, estetik bir seçenek olan ortodontik tedavilerdir. Ancak tedavi süresi kişiden bireye göre değişebilir, çünkü herkesin diş yapısı, iyileştirme ve tedavi süreci farklıdır.

Şeffaf plak dağıtımı genellikle geleneksel tel tedavilerine kıyasla daha hızlı sonuç verme potansiyeline sahiptir. Ancak tedavi süresi, kullanıcıların dişlerindeki iyileştirmelere, tedavinin ne kadar erken başlatıldığına, iyileşmenin düzenli olarak ne kadar uyuduğuna ve karmaşıklığına bağlı olarak değişebilir.

Bir diş hekimi, sonuçlarının değerini gördükten sonra tahmin bir tedavi süresi verebilir. Ancak bu süre boyunca, tedavi sırasında ortaya çıkabilecek beklenmeyen durumlara bağlı olarak değişebilir. Kalıcı plak tedavisi, dişlerdeki düzeltmelerin daha hızlı işlenmesi bir süreç olduğu için geleneksel tel tedavilerine göre daha kısa bir süreye sahiptir.

Ancak bireysel durumlar farklı olduğu için net bir süre vermek zordur. Diş hekiminizle düzenli kontroller yaparak ve önerilere uyararak tedavi sürecini en etkili şekilde yönetebilirsiniz.

 

Şeffaf plak, diş düzeltme amacıyla kullanılan modern bir ortodontik tedavi yöntemidir. Diğer adıyla şeffaf plaklar, sağlıklı dişlerini düzeltmek ve istenen hizaya getirmek için kullanılır. Bu tedavi yöntemi, geleneksel tele tedaviye göre daha estetik ve konforlu bir seçenek sunuyor. Ancak tedavi süresi kişisel faktörlere bağlı olarak değişebilir ve hastanın değişkenliği değişebilir.

Şeffaf plak aktarımının süresinin artmasının birkaç faktörü bulunmaktadır. Bunlar:

Hasta Durumu: Tedavinin süresi, dişlerinin başlangıç ​​durumuyla doğrudan özellikleri. Dişlerin ne kadar düzeltilmesine ihtiyaç duyuldu, dişlerin arasındaki şekiller, çapraşıklıklar ve diğer ortodontik sorunlar tedavi süresi etkileri.

Hasta Uyumluğu: Şeffaf plak yönetimi başarısı, iyileşmenin uyum göstermesi ve plakları düzenli olarak kullanmasıyla aralıklı dağılımı. Plakları önerilen süre boyunca kullanmamak veya değiştirmemek tedavi süresini uzatabilir.

Tedavinin Karmaşıklığı: Tedavinin karmaşıklığı, kullanılacak plak sayıları ve özellikleri genel zorluklar, süreyi etkileyen diğer faktörlerdir. Daha karmaşık durumlarda tedavi süresi uzatılabilir.

Tedaviye Başlama Zamanı: Diş problemleri ne kadar erken teşhis edilirse, tedavi o kadar kısa sürede tamamlanabilir. Bu nedenle tedavi ne kadar erken başlarsa, genellikle süre daha kısa olabilir.

Ortalama olarak, şeffaf plak yöntemi genellikle 6 ila 18 ay arasında elde edilebilir. Ancak bu sürenin bireysel bireyselliğine bağlı olarak değişebilir. Düzenli kontroller ve ortodontistin önerilerine uyum, tedavi sürecinin olumlu yönlerini ilerletebilir. Tedavinin bozulmasının ardından, bir retansiyon süresi boyunca özel kalıcı plaklar veya teller kullanılarak elde edilen iyileşmelerin korunması sağlanır.

 



Dolgu Tedavisi Nedir?

Dolgu tedavisi, diş hekimliğinde kullanılan bir prosedürdür ve genellikle dişlerdeki çürüklerin veya hasarların onarılması amacıyla uygulanır. Diş dolgusu, dişin kaybedilmiş veya zarar görmüş kısmını doldurarak, dişin fonksiyonunu ve estetiğini geri kazanmasına yardımcı olur. Dolgu malzemeleri genellikle kompozit reçineler, amalgam (cıva içeren metal alaşımı), porselen veya altın gibi çeşitli materyallerden yapılabilir.

Dolgu tedavisi genellikle şu adımları içerir:

Muayene: Diş hekimi, dişteki hasarı değerlendirmek için bir muayene yapar ve dolgu tedavisinin uygun olup olmadığını belirler.

Temizlik ve Hazırlık: Eğer çürük varsa, diş hekimi etkilenen bölgeyi temizler ve zarar görmüş dokuyu çıkarır. Dolgu uygulanacak bölgeyi hazırlar.

Malzeme Seçimi: Diş hekimi, kullanılacak dolgu malzemesini hastanın ihtiyaçlarına, dişin konumuna ve hastanın tercihlerine bağlı olarak seçer.

Uygulama: Seçilen dolgu malzemesi dişe uygulanır ve şekillendirilir. Uygulama genellikle birkaç adımda tamamlanabilir, özellikle kompozit dolgularda bu adımlar arasında özel bir ışık kullanılabilir.

Şekillendirme ve Ayarlama: Diş hekimi, dolgu malzemesini dişe uygun şekilde şekillendirir ve gerekirse ayarlamalar yapar.

Dolgu tedavisi, genellikle ağrısız bir prosedürdür ve dişin doğal görünümünü ve fonksiyonunu geri getirmeye yardımcı olur. Ayrıca, çürüklerin ilerlemesini durdurarak diş sağlığını koruma amacı taşır.

 



Estetik Diş Hekimliği Nedir?

Estetik diş hekimliği, dişlerin görünümünü iyileştirmeye odaklanan bir diş hekimliği dalıdır. Bu alandaki diş hekimleri, hastaların gülüşlerini estetik açıdan daha çekici hale getirmek için çeşitli tedaviler ve prosedürler uygularlar. Estetik diş hekimliği, diş rengini düzeltme, diş aralıklarını kapatma, diş şeklini düzeltme ve diş eti estetiğini iyileştirme gibi çeşitli konuları içerir.

Estetik diş hekimliği uygulamaları arasında şunlar yer alabilir:

Beyazlatma (Bleaching): Dişlerin doğal rengini açmak veya sararmış dişleri beyazlatmak için kullanılan bir tedavi yöntemidir.

Porselen Laminalar (Veneer): İnce porselen tabakalar, ön dişlerin ön yüzeyine yapıştırılarak dişlerin rengini, şeklini ve görünümünü iyileştirmek için kullanılır.

Diş Dolguları: Estetik amaçlı diş dolguları, diş çürüklerini onarmak ve diş şeklini düzeltmek için kullanılır. Diş rengine uygun malzemeler kullanılarak estetik bir görünüm sağlanabilir.

Ortodontik Tedaviler: Görünümü etkileyen diş bozukluklarını düzeltmek amacıyla uygulanan tedaviler arasında şeffaf plaklar veya geleneksel braketler bulunabilir.

Diş İmplantları: Eksik dişleri yerine koymak için kullanılan implantlar hem işlevselliği hem de estetiği restore etmek için kullanılabilir.

Gingivektomi (Diş Eti Estetiği): Diş eti çizgisini düzeltmek veya diş eti fazlalıklarını düzeltmek amacıyla uygulanan bir cerrahi işlemdir.

Estetik diş hekimliği, hastaların diş sağlığını iyileştirmenin yanı sıra gülümsemelerini daha çekici hale getirmek için çeşitli seçenekler sunar. Bu tür tedaviler genellikle kişinin estetik tercihlerine ve ihtiyaçlarına göre uyarlanır. Estetik diş hekimliği, sadece güzellik odaklı olmayıp, aynı zamanda diş sağlığını da önemser.

 



Diş Tedavisi Nedir?

Diş tedavisi, diş sağlığını iyileştirmek, diş hastalıklarını tedavi etmek veya diş problemlerini gidermek amacıyla uygulanan çeşitli tıbbi müdahaleleri kapsayan genel bir terimdir. Diş tedavisi, diş hekimleri veya diş cerrahları tarafından gerçekleştirilir. İşte yaygın diş tedavisi türlerinden bazıları:

Diş Temizliği (Dental Hijyen): Diş plağı ve tartarın temizlenmesi, diş eti hastalıklarını önlemek ve ağız hijyenini korumak amacıyla rutin olarak yapılan bir tedavidir.

Dolgu Tedavisi: Diş çürükleri veya kırıkları nedeniyle oluşan boşlukları doldurmak için dişe yapısına uygun malzemelerle yapılan bir tedavidir.

Kanal Tedavisi (Endodonti): Dişin iç kısmında bulunan pulpa (sinir ve kan damarları) iltihaplandığında uygulanan bir tedavidir. Pulpanın çıkarılması ve boşluğun doldurulması işlemidir.

Diş Çekimi: Dişin çeşitli nedenlerle çekilmesi gerektiğinde uygulanan bir tedavidir.

Köprü ve Protez Uygulamaları: Çene ve ağız yapısına uygun olarak eksik dişleri tamamlamak veya diş kayıplarını düzeltmek için kullanılan protezlerdir.

Ortodontik Tedavi: Dişlerin düzensiz durumu, çene problemleri veya çarpık dişlerin düzeltilmesi amacıyla kullanılan tedavi yöntemidir. Diş teli ve şeffaf plaklar gibi yöntemleri içerir.

Estetik Diş Hekimliği: Dişlerin görünümünü iyileştirmek amacıyla estetik düzeltmeleri içerir. Beyazlatma, porselen kaplamalar ve estetik dolgular gibi uygulamaları içerir.

Periodontal Tedavi: Diş eti hastalıklarının tedavisi ve diş eti sağlığını korumak amacıyla yapılan işlemleri içerir.

Diş tedavisi, genel ağız sağlığını sürdürmek ve olası problemleri önlemek için düzenli olarak diş hekimi ziyaretleriyle desteklenmelidir. İyi bir ağız hijyeni, sağlıklı beslenme alışkanlıkları ve düzenli diş bakımı da diş tedavisinin önemli bir parçasıdır.

 



Diş Laminat Kaplama Bakımı

 

Diş laminat kaplama, estetik bir dental tedavi seçeneği olarak kullanılan ince ve özel olarak tasarlanmış porselen kaplamalardır. Bu kaplamalar, dişlerin şeklini, rengini ve görünümünü iyileştirmek için kullanılır. Diş laminat kaplamaların bakımı, uzun ömürlülükleri ve sağlıklı bir ağız yapısının korunması açısından önemlidir.

Düzenli Diş Kontrolleri: Diş laminat kaplamaların dayanıklılığını ve genel sağlığını kontrol etmek için düzenli diş hekimi kontrollerine gitmek önemlidir. Diş hekiminiz, kaplamaların durumunu değerlendirir ve gerekirse müdahalede bulunur.

Doğru Diş Fırçalama: Diş laminat kaplamalara sahip olan kişiler, yumuşak kıllı bir diş fırçası kullanmalıdır. Dişleri düzenli olarak ve doğru bir şekilde fırçalayarak plak birikimini önleyebilir ve diş eti sağlığını koruyabilirsiniz.

Diş İpi Kullanımı: Diş aralarındaki temizliği sağlamak için diş ipi kullanımı önemlidir. Diş ipi, kaplamaların altında oluşabilecek plak ve kalıntıları temizleyerek diş eti sağlığını korur.

Aşındırıcı Maddelerden Kaçınma: Diş laminat kaplamalar, aşındırıcı diş macunları ve aşındırıcı içerikli ağız bakım ürünlerinden etkilenebilir. Bu tür ürünlerden kaçınılmalı ve diş hekiminizin önerdiği ürünleri kullanmalısınız.

Ağız Koruyucu Kullanımı: Ağız koruyucu (örneğin, gece plakları) kullanımı, diş sıkma veya gıcırdatma gibi alışkanlıkları olan kişiler için önemlidir. Bu tür alışkanlıklar, diş laminat kaplamalara zarar verebilir.

Renkli Gıdalardan Kaçınma: Kahve, çay, kırmızı şarap gibi renkli gıdalardan kaçınmak, diş laminat kaplamaların rengini korumak için yardımcı olabilir. Eğer bu tür gıdaları tüketiyorsanız, ağız sağlığınıza dikkat etmek ve düzenli temizlik yapmak önemlidir.

Düzenli Temizlik Randevuları: Diş hekiminizin önerdiği sıklıkta düzenli temizlik randevularına gitmek, diş laminat kaplamaların uzun ömürlü olmasını sağlayabilir.

Unutmayın ki her bireyin ağız yapısı farklıdır, bu nedenle diş hekiminizin önerilerini dikkate almak ve kişiselleştirilmiş bakım yönergelerine uymak önemlidir.

 

 



Laminat Kaplama

Laminat kaplama, diş estetiğini iyileştirmek, renk, şekil veya bozuklukları düzeltmek amacıyla kullanılan kozmetik bir diş tedavi yöntemidir. Bu işlemde ince ve özel olarak tasarlanmış porselen veya kompozit reçine tabakalar dişlerin ön yüzeyine yapıştırılır. Laminat kaplama genellikle aşağıdaki durumlar için önerilebilir:

Renk Değişiklikleri: Dişlerdeki renk bozuklukları, lekeler veya sararmalar laminat kaplama ile düzeltilmeye çalışılabilir.

Şekil Bozuklukları: Dişlerdeki şekil bozuklukları, kırıklar veya aşınmalar laminat kaplama ile düzeltilerek daha düzgün ve estetik bir görünüm elde edilebilir.

Ara Boşluklar: Dişler arasındaki boşluklar estetik bir kaygı oluşturuyorsa, laminat kaplama bu boşlukları kapatmak için kullanılabilir.

Diş Uzunluğu ve Boyutu: Dişlerin uzunluğu veya boyutuyla ilgili sorunlar, laminat kaplama ile düzeltilerek daha dengeli bir gülüş elde edilebilir.

Laminat kaplama işlemi genellikle iki aşamada gerçekleşir. İlk aşamada diş hekimi, hastanın dişlerinden ölçü alır ve laboratuvarda özel olarak hazırlanan laminatları yapar. İkinci aşamada ise bu laminatlar dişlere yapıştırılır. Laminat kaplama, diş estetiğini geliştirmek için etkili bir seçenek olabilir, ancak bu konuda karar vermeden önce bir diş hekimi ile görüşmek önemlidir. Her hasta farklıdır ve kişiselleştirilmiş bir tedavi planı oluşturmak için uzman bir diş hekimi tarafından değerlendirilmelidir.

 



Diş Beyazlatma Ne Kadar Süreyle Uygulanır?

Diş beyazlatma süresi, kullanılan yönteme, ürüne ve bireyin diş yapısına bağlı olarak değişebilir. Aşağıda farklı diş beyazlatma yöntemleri ve genel süreleri bulunmaktadır:

Klinik tabanlı diş beyazlatma prosedürleri genellikle daha hızlı sonuç verir. Bir seansta bile belirgin beyazlama elde edilebilir.

Diş hekimi tarafından klinikte gerçekleştirilen diş beyazlatma prosedürleri 1 ila 2 saat sürebilir.

Lazerle Diş Beyazlatma:

Lazerle diş beyazlatma genellikle daha hızlı sonuçlar sağlar ve bir seansta tamamlanabilir. Ancak bu yöntem genellikle diş hekimi kliniğinde yapılır.

Diş Kaplamaları ve Veneers:

Diş kaplamaları veya veneer gibi kalıcı çözümler, genellikle birkaç hafta sürebilir. Bu süre, özel olarak hazırlanan kaplamaların laboratuvarda üretilmesini içerir.

Her bireyin diş yapısı farklıdır, bu nedenle bireyden bireye değişen sonuçlar elde edilebilir. Ayrıca, diş beyazlatma işleminin ne kadar süreyle etkili kalacağı kişinin diş hijyenine, beslenme alışkanlıklarına ve yaşam tarzına bağlı olarak değişebilir. Diş sağlığınızı korumak ve beyazlatma sonuçlarını uzun süre muhafaza etmek için düzenli diş bakımına dikkat etmek önemlidir.

 



Dental İmplant Uygulama Sonrası Dikkat Edilmesi Gerekenler

Dental implant uygulaması sonrasında, başarılı bir iyileşme ve implantın uzun ömürlü olması için dikkat edilmesi gereken birkaç önemli faktör bulunmaktadır. İşte dental implant uygulaması sonrasında dikkate almanız gereken bazı genel yönergeler:

İlaçları düzenli kullanın: Doktorunuz tarafından reçete edilen antibiyotik ve ağrı kesicileri düzenli olarak kullanın. Bu, enfeksiyon riskini azaltmaya yardımcı olabilir ve ağrıyı kontrol altında tutabilir.

Diyet: Operasyon sonrasında yumuşak gıdalar tüketmek önemlidir. Sert veya küçük parçalı gıdalardan kaçının ve sıcak yiyecek ve içeceklerden uzak durun. İyileşme sürecinde diş etlerinize zarar verebilecek besinlerden kaçının.

Sigara içmeyin ve alkol tüketimini sınırlayın: Sigara içmek implantın başarılı entegrasyonunu engelleyebilir. Alkol de iyileşme sürecini etkileyebilir. Bu nedenle, bu maddelerden uzak durmak iyileşme sürecinizi olumlu yönde etkileyebilir.

Düzenli ağız bakımı: Diş fırçalama, diş ipi kullanma ve ağız gargarası kullanma gibi düzenli ağız hijyen alışkanlıklarınızı sürdürün. Ancak, implant bölgesine dokunmaktan kaçının veya doktorunuzun önerdiği şekilde temizlik yapın.

Ağır egzersizlerden kaçının: İmplant uygulaması sonrasında aşırı fiziksel aktivitelerden kaçının. Aşırı efor, kan dolaşımını artırabilir ve bu da şişmeye neden olabilir.

Düzenli kontrolleri ihmal etmeyin: İmplant uygulamasının ardından düzenli olarak kontrollerinizi yapın ve doktorunuzun önerdiği randevulara uyun. Bu, olası sorunları erken tespit etmenize ve tedaviye başlamanıza yardımcı olabilir.

Şişlik ve ağrı kontrolü: Soğuk kompresler kullanarak şişliği azaltabilir ve doktorunuzun önerdiği ağrı kesicileri düzenli olarak kullanarak ağrıyı kontrol altında tutabilirsiniz.

Geçici diş kullanımı: Eğer geçici bir diş takıldıysa, doktorunuzun önerilerine uygun olarak bu dişi kullanın ve bakımını sağlayın.

Unutmayın ki, her hasta farklıdır ve doktorunuz size özel önerilerde bulunabilir. İmplant uygulaması sonrasında herhangi bir endişeniz veya sorununuz olursa, en kısa sürede doktorunuza başvurmalısınız.

 



Diş Beyazlatma

Diş beyazlatma, dişlerin rengini açmak ve daha beyaz görünmelerini sağlamak amacıyla uygulanan çeşitli yöntemleri ifade eder. Diş rengi, genetik faktörler, yaşlanma, beslenme alışkanlıkları, içilen içecekler ve sigara kullanımı gibi birçok etken tarafından etkilenebilir. Diş beyazlatma yöntemleri genellikle iki kategoriye ayrılır: evde kullanılan kendi kendine uygulanan yöntemler ve profesyonel diş hekimi tarafından yapılan yöntemler.

Diş Beyazlatma Şeritleri: İnce jel kaplı şeritler, dişlere yapıştırılır ve belirli bir süre boyunca bırakılır.

Diş Beyazlatma Jelleri: Genellikle bir tray içinde gelir ve bu tayfın dişlere oturması sağlanır.

Diş Beyazlatma Kalemleri: Jel formundadır ve doğrudan diş yüzeyine uygulanır.

Aktif Kömür (Charcoal) Diş Macunları: Bazı kişiler doğal yöntemler arayarak aktif kömür içeren diş macunlarını kullanabilir. Ancak bu konuda bilimsel destek sınırlıdır ve diş sağlığı uzmanına danışmak önemlidir.

Diş Beyazlatma (In-Office Whitening): Diş hekimi koltuğunda yapılan bu işlemde güçlü bir beyazlatma ajanı kullanılır ve özel bir ışık veya lazerle etkileşime girerek hızlı sonuçlar elde edilir.

Diş Hekimi Tarafından Uygulanan Evde Beyazlatma: Diş hekimi, özel bir diş tayfı ve beyazlatma jeli kullanarak evde uygulanacak bir tedavi planı oluşturabilir.

Beyazlatma yöntemi seçilirken, bireyin diş yapısı, sağlık durumu ve diğer özel ihtiyaçları göz önüne alınmalıdır. Diş beyazlatma işlemleri öncesinde bir diş hekimine danışmak önemlidir, çünkü herkesin diş yapısı farklıdır ve uygun olmayan yöntemler diş sağlığını olumsuz etkileyebilir.

 



Diş Bakımının Önemi

Diş sağlığı ve bakımı, genel sağlığınızı korumak ve uzun vadeli sağlıklı bir ağız yapısı sürdürmek için hayati öneme sahiptir. İşte diş bakımının önemine dair bazı ana noktalar:

Ağız Hijyeni ve Plak Kontrolü: Diş fırçalama ve diş ipi kullanımı, ağız içindeki bakteri plağını temizler. Plak birikimi diş çürümelerine ve diş eti problemlerine neden olabilir.

Diş Çürüklerini Önleme: Dişlerin düzenli olarak temizlenmemesi durumunda, asit üreten bakteriler diş minesini zayıflatabilir ve çürük oluşturabilir. Diş bakımı, çürük oluşumunu önlemeye yardımcı olur.

Diş Eti Sağlığı: Diş eti hastalıkları, diş kaybına neden olabilir ve genel sağlığı etkileyebilir. Diş bakımı, diş etlerini sağlıklı tutarak diş eti hastalıklarının önlenmesine yardımcı olur.

Kötü Ağız Kokusunu Önleme: Ağızdaki bakteri plağı ve kötü ağız hijyeninden kaynaklanan ağız kokusu, düzenli diş bakımı ile önlenir.

Genel Sağlığı Koruma: Ağız sağlığı, genel sağlıkla doğrudan bağlantılıdır. Diş sorunları, kalp hastalıkları, diyabet ve diğer sağlık sorunları ile ilişkilendirilebilir. Sağlıklı dişler, genel sağlığınızı korumaya yardımcı olabilir.

Estetik ve Psikososyal Etkiler: Sağlıklı ve düzenli dişler, güzel bir gülümseme ve kişisel güven için önemlidir. Dişlerin düzenli bakımı, estetik açıdan memnuniyet sağlar ve psikososyal sağlığınızı olumlu etkileyebilir.

Diş Ağrısını Önleme: Diş çürükleri ve diğer diş sorunları, ağrıya neden olabilir. Düzenli diş bakımı ile bu tür ağrıların önüne geçilebilir.

Diş bakımı, günlük diş fırçalama, diş ipi kullanımı, düzenli diş hekimi kontrolü ve sağlıklı bir beslenme alışkanlığı gibi alışkanlıkları içerir. Bu önlemleri uygulamak, ağız sağlığınızı korumanın yanı sıra genel sağlığınızı da destekleyebilir.

 



Diş Beyazlatma İşlemi Sonrası Dikkat Edilmesi Gerekenler

Diş beyazlatma işlemi sonrasında dikkat edilmesi gereken bazı önemli noktalar vardır. İşte bu süreçte dikkate almanız gerekenler:

İlk 48 Saat:

İlk 48 saat boyunca renkli gıdalardan ve içeceklerden kaçının. Kahve, çay, şarap gibi leke oluşturabilecek içeceklerden uzak durun.

Sigara içmekten kaçının, çünkü nikotin dişlerin rengini değiştirebilir.

Beyazlatıcı Ürünlerden Kaçının:

Diş macunu, gargara veya ağız bakım ürünleri seçerken, beyazlatıcı etkisi olan ürünlerden kaçının. Bu tür ürünler dişlerin rengini korumak için daha uygundur.

Soğuk ve Sıcak İçeceklerde Dikkat:

İlk günlerde aşırı sıcak veya soğuk içeceklerden kaçının. Dişler hassas olabilir ve aşırı sıcak-soğuk uyarılara karşı duyarlılık artabilir.

Düzenli Diş Temizliği:

Dişlerinizi düzenli fırçalayın ve mutlaka diş ipi ile temizleyin. Temiz dişler, beyazlatma işleminin etkisini uzun süre korumanıza yardımcı olur.

Düzenli Kontroller:

Diş hekiminizin önerdiği periyodik kontrolleri aksatmayın. Bu kontroller, diş sağlığınızı kontrol etmek ve gerektiğinde müdahalede bulunmak adına önemlidir.

Dengeli Beslenme:

Dengeli bir beslenme alışkanlığı edinin. Vitamin ve mineral bakımından zengin gıdalar tüketmek, diş sağlığınızı destekler.

Profesyonel Temizlik:

Belirli aralıklarla diş hekiminiz tarafından yapılan profesyonel diş temizliği randevularını aksatmayın. Bu temizlikler, dişlerinizin beyazlığını korumanıza yardımcı olabilir.

Diş Koruyucu Ürünler:

Diş hekiminizin önerisi doğrultusunda diş koruyucu ürünler kullanabilirsiniz. Özellikle gece kullanılan diş plağı, dişleri çürük ve aşınmalardan koruyabilir.

Diş beyazlatma sonrasında bu önerilere dikkat etmek, elde edilen beyazlatma sonuçlarını uzun süre koruma açısından önemlidir. Ancak her durum farklıdır, bu nedenle önerileri takip etmek yerine diş hekiminizin tavsiyelerine uymak her zaman en iyisidir.

 



Dental İmplantın Uygulama Aşamaları Nelerdir?

Dental implant uygulaması genellikle birkaç aşamada gerçekleşir.

Muayene ve Değerlendirme: İlk aşama, diş hekiminin hastayı muayene etmesi ve dental implant uygulamasının uygun olup olmadığını değerlendirmesidir. Bu aşamada, hastanın genel sağlık durumu ve çene yapısı gibi faktörler göz önüne alınır.

Planlama: Diş hekimi, implantın konumunu belirlemek ve uygun tedavi planını oluşturmak için röntgen görüntüleri ve diğer diagnostik araçları kullanır. Bu aşamada implantın yerleştirileceği pozisyon, implantın boyutu ve şekli gibi faktörler belirlenir.

Cerrahi Aşama- İmplant Yerleştirme: Bu aşamada, diş hekimi implantı çene kemiğine yerleştirir. Bu işlem genellikle lokal anestezi altında yapılır. Diş etleri kesilir ve çene kemiği içine implant yerleştirilir. İmplant, çene kemiğiyle entegre olması için birkaç ay boyunca iyileşmeye bırakılır.

İyileşme Süreci: İmplantın çene kemiğiyle iyileşmesi ve entegre olması için birkaç ay sürebilir. Bu dönemde hastanın ağız hijyenine dikkat etmesi önemlidir.

Bağlantı Elemanı (Abutment) Yerleştirme: İmplantın üzerine bir bağlantı elemanı (abutment) yerleştirilir. Bu eleman, implantın üzerine yerleştirilen protezin (diş) sabitlenmesine olanak tanır.

Protetik Aşama- Protez Uygulaması: Bağlantı elemanı yerleştirildikten sonra diş hekimi, özel olarak hazırlanan protezi implant üzerine yerleştirir. Protez, hastanın doğal dişleri gibi görünmesini ve işlevsel olmasını sağlar.

Kontrol ve Bakım: İmplant uygulamasının ardından, diş hekimi hastanın implant ve protezini düzenli olarak kontrol eder. Ayrıca, hasta düzenli diş bakımını sürdürmelidir.

Her hasta farklı olduğu için implant uygulama süreci bireysel ihtiyaçlara ve durumlara göre değişebilir. Bu nedenle, implant uygulaması öncesinde detaylı bir muayene ve değerlendirme yapılması önemlidir.

 



Dental Hijyen Nedir?

Dental hijyen, diş sağlığını koruma ve geliştirme amacıyla uygulanan önleyici diş sağlığı tedavilerini içeren bir kavramdır. Dental hijyen, ağız ve diş sağlığını sürdürmek için kişisel ve profesyonel tedbirleri kapsar. Bu tedbirler, dişleri ve diş etlerini korumak, ağız kokusunu önlemek, diş çürükleri ve diş eti hastalıklarını engellemek amacıyla uygulanır.

Dental hijyenin temel unsurları arasında şunlar bulunabilir:

Diş Fırçalama: Diş fırçalama, dişlerde biriken plak ve bakterileri temizlemek için düzenli olarak yapılmalıdır. Diş fırçalama işlemi, diş eti sağlığını korumak ve çürük oluşumunu önlemek açısından önemlidir.

Diş İpi Kullanımı: Diş ipi, dişler arasındaki birikmiş gıda artıklarını ve plakları temizlemek için kullanılır. Diş ipi kullanımı, diş aralarındaki temizliği sağlar ve diş eti hastalıklarını önler.

Ağız Gargarası: Ağız gargarası kullanımı, ağızdaki bakteri miktarını azaltabilir ve ağız kokusunu önleyebilir. Ancak, ağız gargarası kullanımının diğer hijyen önlemleriyle birlikte uygulanması daha etkili olabilir.

Düzenli Diş Kontrolleri: Profesyonel diş temizliği ve düzenli diş kontrolü, diş hekimleri tarafından önerilir. Bu kontrollerde dişler incelenir, tartar temizlenir ve diş eti sağlığı değerlendirilir.

Sağlıklı Beslenme Alışkanlıkları: Sağlıklı bir diyet, genel vücut sağlığıyla birlikte ağız ve diş sağlığını da olumlu yönde etkiler. Şekerli ve asidik yiyeceklerin sınırlı tüketimi çürük oluşumunu azaltabilir.

Dental hijyen uygulamaları, diş sağlığını korumak, diş çürüklerini ve diş eti problemlerini önlemek için önemlidir. Düzenli olarak uygulandığında, dental hijyen önlemleri ağız sağlığını olumlu yönde etkileyebilir.

 



Dental İmplant Nedir?

Dental implant, diş eksikliği olan kişilere destek sağlamak amacıyla kullanılan bir diş protezi yöntemidir. Bu işlem, kaybedilmiş bir dişin yerine yapay bir diş kökü yerleştirilmesini içerir. İmplantlar genellikle titanyumdan yapılmış vidadan oluşur ve çene kemiğine yerleştirilir.

Dental implant işlemi genellikle şu adımları içerir:

Muayene ve Planlama: Diş hekimi, hasta ile görüşerek ağız yapısını inceleyip uygun bir tedavi planı oluşturur.

Diş Kökü Yerleştirme: Bir cerrahi işlem sırasında, implant diş kökü, çene kemiğine yerleştirilir. İmplant, çene kemiği ile entegre olacak şekilde tasarlanmıştır ve bu süreç birkaç ay sürebilir.

İyileşme Süreci: İmplant yerleştirildikten sonra, çene kemiği ile iyice bütünleşmesi için bir iyileşme sürecine ihtiyaç duyar. Bu süreç osteointegrasyon olarak adlandırılır ve genellikle birkaç ay sürer.

Yapay Diş Takılması: İmplantın çene kemiğiyle uyum sağlaması üzerine, diş hekimi bir protez diş veya köprü yerleştirir. Bu diş, estetik ve fonksiyonel olarak doğal dişe benzer.

Dental implantlar, diğer diş protezi seçeneklerine göre birçok avantaj sunabilir. Bu avantajlar arasında daha doğal bir görünüm, sağlam bir çene yapısı ve çiğneme fonksiyonunun daha iyi korunması bulunmaktadır. Ancak, her hasta için uygun olmayabilir ve bu tür bir tedavi için uygun olup olmadığınızı belirlemek için bir diş hekimine danışmanız önemlidir.

 



Zirkonyum Taçın Uygulama Aşamaları Nelerdir?

Zirkonyum taçlar, diş estetiğini ve fonksiyonunu restore etmek için kullanılan dayanıklı ve estetik bir dental materyaldir. Zirkonyum taçların uygulama aşamaları genellikle şu adımları içerir:

Muayene ve Planlama: diş hekiminin hastayı muayene ederek tedavi planını oluşturur. Diş hekimi, zirkonyum taç uygulamasının uygun olup olmadığını değerlendirir. Gerekirse röntgen çekilebilir.

Diş Hazırlığı: Zirkonyum taç uygulaması öncesinde, diş hekimi ilgili dişi hazırlar. Bu işlem, dişin şeklini düzeltmek ve zirkonyum taç için uygun bir temel oluşturmak anlamına gelir. Diş hekimi, gerektiğinde bir kısmını aşındırabilir.

Ölçü Alımı: Hazırlanan dişin ölçüsü alınır. Bu ölçüler, laboratuvara gönderilerek özel olarak tasarlanmış zirkonyum taçların üretilmesi için kullanılır.

Geçici Taç Uygulaması: Zirkonyum taçlar hazırlanana kadar, diş hekimi geçici bir taç yerleştirebilir. Bu geçici taç, dişin korunmasına ve estetik görünümünün sürdürülmesine yardımcı olur.

Zirkonyum Taçın Üretimi: Diş hekiminden alınan ölçüler laboratuvara gönderilir. Uzman teknisyenler, hastanın diş yapısına uygun özel zirkonyum taçları üretirler.

Taçın Uygulanması: Zirkonyum taçlar hazır olduğunda, diş hekimi geçici taçları çıkararak hazırlanan taçları kalıcı olarak dişe yerleştirir.

Ayar ve Uyum Kontrolü: Zirkonyum taçlar yerine yerleştirildikten sonra, diş hekimi gerekirse ayarlamalar yapabilir ve hastanın ağız yapısına uyumunu kontrol edebilir.

Son Kontroller ve Bakım Önerileri: Zirkonyum taçlar yerine yerleştirildikten sonra, diş hekimi son kontrolleri gerçekleştirir ve hastaya gerekli bakım önerilerini verir. Bu, düzenli diş temizliği ve muayeneleri içerebilir.

Zirkonyum taç uygulamaları genellikle diş hekimi ve hasta arasında bir iş birliği gerektirir. Her hasta farklı olduğu için, uygulama süreci kişiye özel olarak planlanır.

 



Zirkonyum Taç Nedir?

Zirkonyum taç, diş restorasyonu için kullanılan bir dental materyaldir. Zirkonyum, dayanıklılığı, doğal dişlere benzer estetik özellikleri ve biyouyumlu özellikleri nedeniyle yaygın olarak tercih edilen bir malzemedir. Zirkonyum taçlar genellikle porselen veya metal alaşımlı taçlara alternatif olarak kullanılır.

Zirkonyum taçların avantajları şunlardır:

Dayanıklılık: Zirkonyum, dişlerde uzun ömürlü bir restorasyon sağlar.

Estetik: Doğal dişlere benzer bir translüansa sahip olduğu için estetik bir görünüm sunar.

Biyouyumlu: Zirkonyum, alerjik bir reaksiyona neden olmadığı gibi vücut ile uyumludur.

Renk Sabitliği: Zirkonyumun renkleri genellikle sabittir, bu da zamanla renk değişimlerinin önlenmesine yardımcı olur.

Zirkonyum taçlar genellikle diş hekimleri tarafından hastaların ihtiyaçlarına ve diş yapılarına bağlı olarak önerilir. Diş hekiminiz size en uygun tedavi seçeneklerini belirlemek için muayene yapabilir ve önerilerde bulunabilir.

 



Porselen Diş

Porselen diş, genellikle metal destekli porselen veya tamamen porselen malzemeden yapılan bir diş protezi veya kaplamayı ifade eder. Bu tür dişler, estetik nedenlerle veya dişlerin hasar gördüğü durumlarda kullanılır.

Porselen Kaplama (Veneer): Bu işlem, dişin ön yüzeyine ince bir porselen tabakanın yerleştirilme işlemidir. Dişin rengini, şeklini ve görünümünü iyileştirmek amacıyla kullanılır.

Porselen Kron (Crown): Eğer bir diş ciddi şekilde hasar görmüşse veya büyük bir dolgu yapısıyla restore edilemiyorsa, dişin tamamını kaplayan porselen bir kaplama olan kron kullanılabilir.

Porselen Lamine Veneer: Özellikle ön dişlerin estetik iyileştirmeleri için kullanılan ince porselen kaplamalardır.

Porselen dişler, doğal dişlere benzer bir estetik sağlar ve renk dayanıklılığı konusunda avantajlıdır. Ayrıca, alerji riski düşüktür ve uzun ömürlü olabilirler.

Bu işlem için diş hekiminizle konuşmanız önemlidir. Diş hekiminiz, sizin durumunuza uygun en iyi tedavi seçeneklerini değerlendirebilir.

 



Porselen Diş Uygulaması Sonrasında Dikkat Edilmesi Gerekenler

Porselen diş uygulaması, estetik ve dayanıklılık açısından popüler bir diş tedavi yöntemidir. Ancak, porselen diş uygulamasından sonra dikkat edilmesi gereken bazı önemli noktalar vardır. Porselen diş uygulaması sonrasında dikkate almanız gerekenler:

Duyarlılık ve Ağrı Kontrolü:

  • İşlem sonrası ilk günlerde hafif ağrı ve hassasiyet normaldir. Tedaviyi takiben doktorunuzun önerdiği ağrı kesicileri düzenli olarak kullanmalısınız.
  • Sıcak ve soğuk yiyeceklerden, içeceklerden kaçının, çünkü dişlerdeki hassasiyet artabilir.

Beslenme Alışkanlıkları:

  • Yumuşak ve soğuk yiyecekleri tercih edin. Sert ve aşırı sıcak yiyeceklerden kaçının.
  • Porselen diş uygulaması sonrasında ilk günlerde çiğneme güçlüğü yaşayabilirsiniz, bu nedenle dişlerinize zarar verebilecek sert gıdalardan kaçının.

Diş Temizliği:

  • Porselen dişler, doğal dişler gibi düzenli temizlik ve bakıma ihtiyaç duyar. Diş fırçalama, diş ipi kullanma ve diş arası fırça kullanımını ihmal etmeyin.
  • Diş temizliğinde kullanılan ürünlerin diş hekiminizin önerilerine uygun olduğundan emin olun.

Diş Hekimi Kontrolleri:

  • Tedavinin ardından belirlenen kontrolleri aksatmayın. Diş hekiminizin önerdiği periyodik kontrollerle porselen dişlerin durumu değerlendirilebilir.

Bruxism (Diş Gıcırdatma) Kontrolü:

  • Diş gıcırdatma alışkanlığınız varsa, bunun tedavisi için diş hekiminizle iletişime geçin. Bu alışkanlık, porselen dişlerin zarar görmesine neden olabilir.

Diş Koruyucu Aksesuarlar:

  • Diş gıcırdatma ya da spor gibi riskli aktivitelerde diş koruyucu kullanımını ihmal etmeyin

Renkli İçeceklerden Kaçının:

  • Kahve, çay veya kırmızı şarap gibi renkli içecekler diş rengini etkileyebilir. Bu tür içecekleri tüketirken dikkatli olun veya kullanımını azaltın.

Sigara ve Tütün Ürünlerinden Kaçının:

  • Sigara ve tütün ürünleri, porselen dişlerin rengini ve dayanıklılığını olumsuz etkileyebilir. Mümkünse bu ürünlerden uzak durun.

Her bireyin durumu farklı olduğundan, önerileri diş hekiminizle paylaşmalı ve spesifik durumunuza uygun bakım yönergelerini takip etmelisiniz.

 



Zirkonyum Taç Uygulamasından Sonra Dikkat Edilmesi Gerekenler

Zirkonyum taç uygulaması, diş restorasyonu için kullanılan estetik ve dayanıklı bir malzemedir. Zirkonyum taçlar genellikle diş estetiğini ve fonksiyonunu iyileştirmek amacıyla kullanılır. Ancak, bu uygulamadan sonra dikkat edilmesi gereken bazı önemli faktörler vardır:

Ağız Hijyenine Dikkat Edin:

Zirkonyum taçların uzun ömürlü olabilmesi için iyi ağız hijyenine önem verilmelidir. Diş fırçalama, diş ipi kullanma ve ağız gargarası gibi rutin temizlik işlemleri düzenli olarak yapılmalıdır.

Düzenli Diş Kontrolleri:

Zirkonyum taçlar, düzenli diş kontrol ve temizlik ziyaretleri ile korunabilir. Diş hekiminiz, taçların durumunu kontrol edebilir ve gerekirse bakım yapabilir.

Sert Gıdalardan Kaçının:

Sert ve dayanıklı olmalarına rağmen, zirkonyum taçlar da çatlamaya veya kırılmaya karşı hassas olabilir. Bu nedenle, sert nesnelerle dişleri sıkıştırmaktan veya aşırı güç uygulamaktan kaçınılmalıdır.

Diş Gıcırdatma ve Sıkma Alışkanlıklarına Dikkat:

Diş gıcırdatma veya sıkma gibi kötü alışkanlıklar, zirkonyum taçların ömrünü kısaltabilir. Bu durumda, diş hekiminizle iletişime geçerek uygun bir çözüm bulmanız önemlidir.

Ağız Koruyucu Kullanımı:

Eğer bruxizm (diş gıcırdatma) gibi alışkanlıklarınız varsa, diş hekiminiz size bir ağız koruyucu (gece plağı) önerilebilir. Bu, dişlerinizi koruyarak taçların dayanıklılığını artırabilir.

Renkli Gıdalardan Kaçının:

Zirkonyum taçlar doğal dişler gibi renk değiştirmez, ancak renkli içecekler ve gıdaların aşırı tüketimi renk stabilitesini etkileyebilir. Bu nedenle, renkli içeceklerden ve gıdalardan kaçınmak veya bunları sınırlamak önemlidir.

Eğer zirkonyum taçlarınızda bir sorun oluşursa veya hasar görürse, derhal diş hekiminize başvurmalısınız. Her uygulama yapılan hasta farklıdır ve kişisel bakım gereksinimleri farklılık gösterebilir. Bu nedenle, zirkonyum taçlarınızın bakımı ve korunması konusunda diş hekiminizin önerilerini dikkate almak önemlidir.

 



Zirkonya Bazlı Diş Bakımı

 

Zirkonya diş protezleri veya implantlarınız varsa, genel diş bakımı konusunda dikkatli olmanız önemlidir. İşte zirkonya bazlı diş protezleri veya implantlar için genel bakım ipuçları:

Düzenli Temizlik: Zirkonya diş protezlerinizi düzenli olarak temizlemelisiniz. Bu işlem, yiyecek kalıntıları ve plak oluşumunu önlemeye yardımcı olur. Diş fırçası, diş ipi ve ağız gargarası kullanımı bu süreçte yardımcı olabilir.

Nazik Fırçalama: Diş fırçalama sırasında yumuşak kıllı bir diş fırçası kullanmalısınız. Aşırı sert fırçalama, zirkonya diş protezlerinin yüzeyine zarar verebilir. Diş etlerinize ve protezinize zarar vermemek için nazik bir şekilde fırçalayın.

Diş Macunu Seçimi: Diş macununun aşındırıcı olmamasına dikkat edin. Diş hekiminizin önerdiği diş macununu kullanmak, zirkonya diş protezinizin ömrünü uzatabilir.

Periyodik Kontroller: Diş hekiminize düzenli olarak kontrole gitmek, diş protezinizin durumu hakkında bilgi almanızı ve gerekirse ayarlamalar yapılmasını sağlar.

Aşırı Sıcak ve Sert Gıdalardan Kaçının: Aşırı sıcak ve sert gıdalar, zirkonya diş protezinize zarar verebilir. Bu tür gıdalardan kaçınarak protezinizin ömrünü uzatabilirsiniz.

Zirkonya diş protezleri genellikle dayanıklı ve uzun ömürlüdür, ancak düzenli bakım ve diş hekiminizin önerilerine uyum bu süreci destekleyebilir. Diş hekiminizin spesifik önerilerini dikkate almak, uzun vadeli diş sağlığınızı korumak için önemlidir.

 



Zirkonya Bazlı Diş

Zirkonya bazlı diş materyalleri, diş protezlerinde ve restorasyon işlemlerinde kullanılan modern bir malzeme grubudur. Zirkonyum dioksit, dayanıklılığı, estetik özellikleri ve biyolojik uyumluluğu nedeniyle diş hekimliği uygulamalarında tercih edilen bir seramik malzemedir.

Zirkonya bazlı dişler, özellikle porselen kaplama ve kuronlar gibi uygulamalarda kullanılır. Bu malzeme, metal destekli restorasyonlara alternatif olarak geliştirilmiştir. Zirkonyum dioksit, doğal dişlerle benzer renk ve ışık geçirgenliği özelliklerine sahiptir, bu da estetik açıdan avantajlıdır.

Zirkonyum dioksit bazlı dişlerin avantajları şunlardır:

Dayanıklılık: Zirkonyum dioksit, yüksek mukavemet özelliklerine sahiptir, bu da uzun ömürlü ve dayanıklı diş restorasyonları sağlar.

Estetik: Doğal dişlere benzer renk ve ışık geçirgenliği özellikleri, estetik sonuçlar elde edilmesine olanak tanır.

Biyolojik Uyumluluk: Zirkonyum, biyolojik olarak uyumlu bir malzemedir ve diş etleriyle iyi bir uyum sağlar.

Alerji Riski: Metal içermez, bu nedenle metal alerjisi olan kişilere uygun bir seçenek olabilir.

Uyum: Zirkonyum dioksit, hassas bir şekilde işlenebilir, bu da iyi bir uyum ve doğru bir restorasyonun elde edilmesine yardımcı olur.

Diş hekiminizle konuşarak bireysel durumunuza en uygun tedavi seçeneklerini değerlendirmeniz önemlidir.

 



Periodontal Tedavi Nedir?

Periodontal tedavi, diş eti hastalıklarının (periodontal hastalıklar) tanısı, önlenmesi ve tedavisiyle ilgilenen diş hekimliği alanıdır. Periodontal hastalıklar genellikle diş eti iltihabıyla başlar ve ilerleyerek dişleri destekleyen dokuları etkiler. Bu hastalıkların en yaygın olanları arasında gingivitis (diş eti iltihabı) ve periodontitis (diş eti iltihabının daha ciddi bir formu) bulunmaktadır.

Periodontal tedavi, hastalığın evresine bağlı olarak değişebilir, ancak genellikle aşağıdaki adımları içerir:

Muayene ve Tanı: Diş hekimi, diş eti durumunu değerlendirecek ve hastalığın şiddetini belirlemek için röntgen çekimleri gibi görüntüleme tekniklerini kullanacaktır.

Temizlik ve Diş Taşı Temizliği: Diş eti hastalıkları genellikle diş plağı ve diş taşlarının birikimiyle başlar. Diş hekimi, bu birikimleri temizlemek için özel aletler kullanarak ağız hijyenini restore eder.

Periodontal Cerrahi: İlerlemiş durumlarda, cerrahi müdahale gerekebilir. Bu işlem, diş eti dokularının onarılması, dişinizin temizlenmesi veya kemik greftleri gibi prosedürleri içerebilir.

Antibiyotik Tedavisi: Bazı durumlarda, antibiyotikler periodontal tedaviye eklenebilir. Bu tedavi, enfeksiyonun kontrol altına alınmasına yardımcı olabilir.

Ağız Hijyen Eğitimi: Hastalığın tekrarını önlemek için hastaya uygun ağız hijyen alışkanlıkları öğretilir.

Periodontal tedavi, hastalığın evresine ve şiddetine bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Erken aşamada tanı ve tedavi, daha etkili sonuçlar elde etme şansını artırabilir. Ayrıca, düzenli diş kontrolü ve iyi ağız hijyeni uygulamak, periodontal hastalıkları önlemeye yardımcı olabilir. Bu nedenle, düzenli diş hekimi ziyaretleri önemlidir.



Ortodontik Tedavi Nedir?

Ortodontik tedavi, diş ve çene yapısındaki anormallikleri düzeltmeye odaklanan bir diş hekimliği dalıdır. Bu tedavi genellikle dişleri düzeltmek, çeneler arasındaki uyumu sağlamak ve genel ağız sağlığını iyileştirmek amacıyla uygulanır. Ortodontik tedavi, dişlerin düzensiz bir şekilde dizilişini, çeneler arasındaki uyumsuzlukları ve çeşitli dişsel problemleri düzeltmek için çeşitli teknikleri içerir.

Ortodontik tedavi genellikle şu durumları içerir:

Braket ve Tel Tedavisi: Dişleri düzeltmek ve hizalamak için diş yüzeyine yapıştırılan küçük braketler ve bu braketleri birbirine bağlayan teller kullanılır. Bu yöntemle dişler zaman içinde istenilen pozisyona hareket ettirilerek şekil alır.

Şeffaf Plaklar (Invisalign): Geleneksel braket ve tellerin yerine kullanılan şeffaf plastik plaklardır. Diş hekimi tarafından belirlenen bir sırayla uygulanarak dişleri düzeltmeye yardımcı olur.

Ortodontik apareyler: Dişleri ve çene yapılarını düzeltmek için kullanılan farklı türde cihazları içerir. Örneğin, sabit veya hareketli apareyler, iç veya dış apareyler gibi çeşitli seçenekler bulunmaktadır.

Ortodontik cerrahi: Bazı durumlarda, cerrahi müdahale gerekebilir. Bu müdahale, çene kemiğinin yeniden düzenlenmesi veya diğer yapısal problemlerin düzeltilmesi amacıyla yapılır.

Ortodontik tedavi sadece estetik bir düzeltme sağlamakla kalmaz, aynı zamanda çene fonksiyonunu, çiğneme yeteneğini ve genel ağız sağlığını iyileştirmeyi amaçlar. Tedavinin süresi hastanın durumuna ve kullanılan tedavi yöntemine bağlı olarak değişebilir. Ortodontik tedavi, diş hekiminin kontrolünde ve yönetiminde uygulanmalıdır.



Geçici Taç Uygulamasında Dikkat Edilmesi Gerekenler

Geçici taç uygulaması, diş hekimleri tarafından kalıcı bir protez hazırlanana kadar geçici bir çözüm olarak kullanılan dental bir prosedürdür. Geçici taçlar genellikle estetik, fonksiyon ve doku koruma amacıyla kullanılır. Bu uygulama sırasında dikkat edilmesi gereken bazı önemli faktörler şunlardır:

Doktor Talimatlarına Uygunluk: Diş hekiminizin verdiği talimatlara tam olarak uymak önemlidir. Önerilen bakım adımlarını ve kullanım talimatlarını takip etmek, geçici taçların düzgün bir şekilde oturmasını ve koruyucu işlevini yerine getirmesini sağlar.

Temizlik ve Bakım: Geçici taçlar, kalıcı protez hazırlandığı süre boyunca ağızda kalır. Bu nedenle, günlük diş hijyenine özen gösterilmelidir. Dişlerin düzenli fırçalanması ve diş ipi kullanılması önemlidir. Ancak, geçici taçlara çok sert veya aşındırıcı diş macunları kullanmaktan kaçınılmalıdır.

Duyarlılık ve Rahatsızlık: Geçici taçlar, zamanla diş etlerinde ve çevresinde bir miktar hassasiyet yaratabilir. Ancak, aşırı rahatsızlık, ağrı veya şişlik durumlarında derhal diş hekiminize başvurmalısınız.

Kaçınmalar: Geçici taçlarla yemek yerken çok sert veya yapışkan yiyeceklerden kaçınılmalıdır. Bu, taçların zarar görmesini önler ve ağız sağlığını korur.

Diş Hekimi Kontrolleri: Geçici taçlar, genellikle kalıcı protez hazırlandığı süre boyunca takılı kalır. Bu süre zarfında düzenli olarak diş hekiminize gitmek önemlidir. Diş hekimi, geçici taçların durumunu değerlendirecek ve kalıcı protezin hazır olup olmadığını kontrol edecektir.

Geçici taçlar zaman zaman çıkabilir veya hasar görebilir. Acil durumlar için, diş hekiminizle iletişime geçin.

Bu önerilere uyum, geçici taç uygulamasının başarıyla tamamlanmasını ve kalıcı protezin hazırlanana kadar ağız sağlığınızın korunmasını sağlar. Ancak, herhangi bir sorun yaşarsanız, hemen diş hekiminize başvurmalısınız.

 



Kanal Tedavisi (Endodonti) Nedir?

Kanal tedavisi, diğer adıyla endodonti, dişin iç kısmında bulunan pulpa adı verilen yumuşak doku bölgesinin iltihaplanması veya enfekte olması durumunda uygulanan bir tedavi yöntemidir. Pulpa, dişin içindeki damarlar, sinirler ve bağ dokusunu içeren canlı bir bölgedir. Diş çürükleri, çatlaklar, travmalar veya dişteki diğer problemler sonucunda pulpa enfekte olabilir.

Kanal tedavisi, bu enfekte veya iltihaplı pulpayı çıkarmayı, dişin içini temizlemeyi ve sterilize etmeyi içerir. Ardından, boşalan diş içerisine özel bir dolum maddesi yerleştirilir ve genellikle dişin üzerine bir kaplama (kapak) uygulanır.

Bu tedavi, dişin çekilmesini önleyerek dişin doğal yapısını koruma amacını taşır. Ayrıca, iltihap ve enfeksiyonun vücuda yayılmasını engelleyerek ağız sağlığını korur. Kanal tedavisi genellikle lokal anestezi altında yapılır ve genellikle birkaç seansta tamamlanabilir.

Kanal tedavisi genellikle ağrılı veya hassas dişlerde, diş eti iltihaplarında, diş apselerinde ve diş kökü uçlarında enfeksiyonlarda uygulanır. Bu tedavi, dişin kaybedilmesini önleyerek diş fonksiyonunu sürdürmeye yardımcı olabilir. Ancak, tedavi sonrasında dişin üzerine konan kaplama önemlidir, çünkü tedavi sonrasında diş zayıflayabilir ve kırılmaya karşı daha hassas hale gelebilir.

 



Köprü ve Protez Uygulamaları

Bu uygulamalar, diş hekimliği alanında diş eksikliklerini tedavi etmek veya estetik sorunları düzeltmek için kullanılan yöntemlerdir. İşte bu uygulamalara dair genel bilgiler:

Diş Protezleri:

Total Protez (Tam Protez): Dişlerin tamamının kaybedildiği durumlarda kullanılır. Alt ve üst çene için ayrı ayrı ve çene yapısına uygun hazırlanan protezlerdir.

Parçalı Protez (Kısmi Protez): Bazı dişlerin eksik olduğu durumlar için kullanılır. Doğal dişlere destek olarak yerleştirilen bir protezdir.

Diş Köprüleri:

Geleneksel Köprüler: Komşu dişlere destek olarak eksik olan dişin yerini doldurmak için kullanılır.

İmplant Destekli Köprüler: Diş implantlarının üzerine yerleştirilen köprülerdir. Daha sağlam bir temel üzerine oturdukları için genellikle daha uzun ömürlüdürler.

Diş İmplantları:

Diş eksikliklerini tedavi etmek ve tamamlamak amacıyla çene kemiğine yerleştirilen yapay diş kökleridir. Tek bir dişin eksik olduğu durumlarda veya implant destekli köprü ve protezlerde kullanılırlar. Estetik ve fonksiyonel bir çözüm sunarlar.

Uygulama Süreci:

Uygulama süreci genellikle birkaç aşamadan oluşur.

  • Muayene ve diagnostik işlemler yapılır.
  • Gerekirse çene kemiği hazırlanır veya implant yerleştirilir.
  • Protez veya köprü, ölçüler alınarak laboratuvarda hazırlanır.
  • Son aşamada protez veya köprü dişlere yerleştirilir ve uyum kontrolü yapılır.

Bakım ve Temizlik:

Protez ve köprüler, düzenli temizlik ve bakım gerektirir. Diş hekiminizin önerdiği şekilde temizlik yapılmalıdır. Diş kontrol randevuları düzenli olarak takip edilmelidir.

Bu uygulamaların hangisinin sizin için uygun olduğunu belirlemek için, diş hekiminizle görüşmeniz ve durumunuza özel bir tedavi planı oluşturmanız önemlidir.

 



Leep ve Konizasyon Tedavileri

 

Leep İşlemi Nedir? Nasıl Yapılır?

LEEP işlemi rahim ağzı öncü lezyonların da CIN2 ve CIN3 kullanılan bir tedavi yöntemidir.LEEP(LOOP Electrosurgical Exicion Procedure) kısaltılmış halidir.Yani halka şeklinde bir koter aleti ile rahim ağzının HPV ye bağlı lezyonlarının çıkarılması işlemidir. LEEP işlemi yapılırken kişinin doğurganlığı korunmalı aynı zamanda da lezyonun tamamı çıkarılmalıdır. Bu yüzden tecrübeli bir jinekolog tarafından yapılması önemlidir.

İşlem hafif bir anestezi altında yapılır ve yaklaşık 15-20 dakika civarında sürer. Sonrasında leke şeklinde vajınal kanamalar olabilir.LEEP sonrası smear testi ile takip devam etmelidir.

Konizasyon Nedir? Nasıl Yapılır?

CIN2 VE CIN3 lezyonlarında rahim ağzının koni şeklinde çıkarılmasıdır. Hasarlı dokunun tamamının çıkarılması amaçlanır. Soğuk konizasyon (dondurma yöntemi ile) ya da LEEP ile çeşitli yöntemleri vardır. Hasarlı dokunun çıkarılması tecrübeli bir jinekoloğun işidir. Konizasyon hafif bir anestezi altında hasta uyutularak yapılır işlem yaklaşık 30-60 dakika kadar sürmektedir. Sonrasında leke şeklinde vajİnal kanamalar olabilir. Smear testi ile takip devam etmelidir.

 



Kolposkopi Nedir? Nasıl Uygulanır?

 

Colposkopi özel bir mikroskop ile jınekolojik muayene masasında kadın üreme sistemi vulva vagina ve özellikle serviks yani rahim ağzı bölgesinin incelenmesi yöntemidir. Özel bir boyama yapılır ve şüphelenilen alanlardan biyopsi yani parça alınarak özellikle rahim ağzı kanseri ve rahim ağzı kanser öncüsü lezyonların CIN1-CIN2-CIN3 araştırılır. Colposkopi yapan doktorun deneyimi oldukça önemlidir.

Kolposkopi Ne Zaman Yapılır?

-Hpv testi 16 ve 18 pozitif ise kesin yapılmalıdır.

-HPV testi diğer tipler pozitif smear anormalliği varsa

-Genital Siğil lezyonları ile beraber HPV pozitifliğinde

-Muayene de saptanan büyük erozyon yani rahim ağzı yaralarında

-Smear testinde anormal sonuçlar çıktı ya da CIN lezyonu çıktı ise kesin tanıyı koymak için uygulanır.

Kolposkopi İşlemi Ne Kadar Sürer?

Kolposkopi işlemi yaklaşık olarak 15-20 dakika sürer.

Kolposkopi İşlemi Ağrılı Mıdır?

Kolposkopi ile beraber genellikle biyopsi yani parça alınmaktadır. O yüzden bu işlem hafif bir sedasyonla yapılmalıdır. Bu şekilde hem hasta ağrı çekmez hem de inceleme yapan doktor daha uygun bir şekilde inceleme yapabilir.

Kolposkopi Sonrası Kanama Olur Mu?

Colposkopi sonrası hafif lekelenme tarzı kanama olabilir.

 



HPV Virüsü Vücuttan Atılır Mı?

HPV virüsünün önceden vücuttan atılamayacağı düşünülmekte idi. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalarda HPV virüsünün %60 ının ilk bir yıl içinde %90 ının da 2 yıl içinde vücuttan atılabileceği gözlenmiştir.

Ancak HPV virüsünün vücuttan atılması için bağışıklık sisteminin güçlü olması önemlidir. Eğer bağışıklık sistemi güçlü değilse HPV hücre yapısını bozar ve rahim ağzında kanser öncüsü lezyonlara yol açar.

Hpv nin vücuttan atılmasında yaşın önemi büyüktür. Genç yaşlarda hpv vücuttan daha fazla atılır iken yaş ilerlediğinde HPV den kurtulmak zorlaşır. Ayrıca HPV nin tipi de önemlidir. HPV 16 ve 18 daha fazla hücre harabiyeti yapabilmekte ve bu virüsleri vücuttan atmak daha zor olmaktadır.

Sigara kullanımı da önemli bir faktördür. Sigara ile akciğer kanseri arasında da mevcuttur. Sigara mutlaka bırakılmalıdır.

 



HPV Virüsü Nedir?

HPV (Human Papilloma Virüs) cinsel yolla bulaşan hastalıkların başında gelir.

HPV’nin 200 den fazla çeşidi vardır. Bir kısmı genital siğile neden olurken bir kısmı da rahim ağzı kanserine neden olabilir. Rahim ağzı kanserinin %99 unda HPV virüsü saptanmaktadır.

HPV Virüsü Nasıl Bulaşır?

HPV virüsü cinsel yolla bulaşır. Ancak cinsel ilişki somut değildir. HPV virüsü ciltten temas yoluyla bulaşır. Hamam gibi ortamlardan havlu ile ya da ağda salonlarından bulaşma riski çok nadirdir.

HPV Tipleri Nelerdir?

HPV 16 ve 18 tipleri Rahim ağzı kanser yapma riski en yüksek olanlardır. HPV 16 da rahim ağzı kanseri riski 450 kat HPV18 de kanser riski 250 kat artmaktadır.

HPV 16 ve 18 çıktığında tecrübeli jinekologlarca takip edilmelidir.

31-33-35-39-45-51-52-56-58-59-68-73 ve 82 diğer yüksek riskli HPV tipleridir.

Düşük riskli olanlar HPV 6-11 dir.Bunlar genital siğillere neden olur.

HPV Belirtileri Nelerdir?

HPV genital siğil şeklinde görülebilir. Bazı kişilerde sürekli vajınal akıntı ya da rahim ağzında erozyon yani yara gözlenebilir. Ancak bazı kişilerde hiçbir belirti vermeyebilir. HPV testi smear testi ile beraber mutlaka yapılmalıdır.

HPV Testi Nedir? Nasıl Yapılır?

HPV testi de smear testi gibi jinekolojik muayene ile alınan bir sürüntü testidir. Yaklaşık 1 hafta içinde sonuç verir. Smear testi rahim ağzı kanseri ya da öncü lezyon olup olmayacağını gösterir. Güvenirliği yaklaşık %80 dir. HPV testi ise rahim ağzı kanser riski taşıyıp taşımadığını gösterir. HPV testi negatif çıkarsa 5 yıl tekrar test aldırmanıza gerek yoktur.

HPV Testim Pozitif Çıktı Kanser Miyim?

HPV testinin pozitif çıkması rahim ağzı kanseri olduğunuz anlamına gelmez ancak rahim ağzı kanseri açısından riskli olduğunuz anlamına gelir, kontrol ve takip önemlidir.

HPV 16 ve 18 pozitif ise rahim ağzı bir mikroskop kamera yöntemi ile incelenmelidir, şüpheli alanlardan rahim ağzı kanseri riski için mutlaka parça alınmalıdır.

Yüksek riskli tipler pozitif ise öncelikle smear testine bakımalıdır. Smear anormalliği varsa colposkopi yapılır. Jinekolog ayrıca muayene sırasında şüpheli bir lezyon gözlemlerse colposkopi yapabilir. Hasta genç ise HPV yi tedaviyle vücüttan atmak kolay olacaktır ancak ileri yaşlarda HPV diğer pozitif tiplerde de mutlaka colposkopi yapılmaldır. Birden fazla HPV diğer pozitif çıkarsa colposkopi yapılabilir.

HPV Erkeklerde Kanser Yapar Mı?

HPV erkeklerde kanser yapabilir. Ancak nadirdir. Erkekler genellikle taşıyıcıdır. Herhangi bir lezyon bulaşmaz iken cinsel yolla kadınlara HPV virüsü bulaşabilir.

HPV’nin Erkeklerde Testi Var Mıdır?

Hpv nin erkeklerde de testi bulunmaktadır.

HPV’de Immun Sistemi Desteklemek İçin Ne Yapmalıyım?

HPV de İmmun Sistemi desteklemek için önemli adımlar; sağlıklı beslenmek, uyku düzeni ve stresten uzak bir yaşam sürmektir. Doktorunuzun tavsiye ettiği İmmun Sistemi destekleyici bitkisel takviyeler ve vitaminler HPV yi vücuttan atmada faydalı olur.

HPV’den Nasıl Korunurum?

HPV den korunmanın en iyi yolu HPV aşılarıdır. Aşıların erken yaşta ve tam doz olarak yapılması genital siğillere ve rahim ağzı kanserine karşı koruyuculuk sağlar.

 



HPV de Destek Tedaviler Nelerdir?

 

HPV VE OZON TEDAVİSİ NASIL YAPILIR?

 

Ozon oksidasyon güçü yüksek bir gazdır. Bu nedenle dezanfeksiyon amacı ile son yıllarda yaygın şekilde kullanılır. Ozon gazı tek doğal dezenfektandır. Doğal dezenfektan özelliğine sahip olması, kullanım alanlarının hızla yaygınlaşması ve güvenle kullanılmasına yol açmıştır. Ozon dezenfeksiyonu hücreyi eritme ya da yırtma işlemiyle meydana gelir.

Spor kist ve virüslere karşı oldukça etkilidir.

HPV pozitif hastalarda dezenfeksiyon amaçlı olarak lokal ozon tedavilerini kliniğimizde uygulamaktayız.

Ozon tedavisini destekleyecek bitkisel tedaviler ve immun sistemi destekleyici takviyeler eklenir.

6 ayın sonunda HPV negatife dönmektedir.

Glutatyon Serum Nedir? HPV de Kullanılır Mı?

Glutatyon 3 farklı aminoasitlerden oluşan doğadaki en güçlü antioksidanlardan birisidir. Bu özelliği ile vücuttan ağır metalleri toksik maddeleri reaktif oksijen moleküllerini atarak vücudumuzu zararlı maddelerden korur. Kansorejen maddeleri vücuttan uzaklaştırdığı gibi DNA yapımında da önemli rol oynar. Doğal olarak vücutta üretilen Glutatyon yaş ilerledikçe ya da kötü beslenme alkol ,sigara ile vücutta yapımı azalır.

Glutatyon düzeyi yüksek olan kişiler HPV gibi viral enfeksiyonları daha kolay atlatır.

HPV gibi viral enfeksiyonlara karşı oldukça etkili olan Glutatyon serum tedavisi kliniklerimizde uygulanmaktadır.

 

 



HPV Aşısı Kaç Doz Yapılır? Kimlere Uygulanır?

 

HPV Aşısı Nedir?Nasıl Uygulanır?

 

HPV ikili, dörtlü ve dokuzlu aşı ülkemizde uygulanmaktadır. Aşı HPV 6-11 ve 16-18 karşı etkilidir. Rahim ağzı kanserine karşı %70-80 koruması vardır. Genital Siğillere karşı koruması yoktur. Kas içine uygulanır.

Gardasil 4 lü HPV6-11 ve 16-18 e karşı etkilidir.Rahim ağzı kanserine karşı etkilidir.Rahim ağzı kanserine karşı %70-80 koruması vardır.Genital Siğillere karşı tam koruma sağlar.Kas içine yapılır.

9-12 yaş grubuna iki doz şeklinde uygulanır. başlangıç olarak ilk doz ve 6 ay sonra ikinci doz uygulanır. 12 yaşın üzerinde üç doz şeklinde başlangıç olarak ilk doz, 2 ay sonra ikinci doz ve başlangıçtan 6 ay sonra üçüncü doz şeklinde uygulanır.

Gardasil 9lu aşı HPV 6-11 16-18-31-33-45-52 ve 58 e karşı etkili. Rahim ağzı kanserine karşı %90 ın üzerinde etkisi kanıtllanmıştır. Genital siğillere karşı tam koruma sağlar. Kas içine uygulanır.

Gardasil 9lu aşı 9-26 yaş arası erkeklere ve 9-45 yaş arası kadınlara uygulanır

Aşı takvimi 9-14 yaş arası 2 dozdur.

Başlangıçta ilk doz ve başlangıçtan 6 ay sonra ikinci doz yapılmaktadır.

14 yaş üzerinde 3 doz. Başlangıçta ilk doz 2 ay sonra ikinci doz ve başlangıçtan 6 ay sonra üçüncü doz şeklinde uygulanır.

Hangi Tip Hpv Aşısı En Etkilidir?

Gardasil 9lu aşı HPV için en etkili aşıdır ve yaklaşık %90 civarında koruma sağlar. Türkiye de bulunmaktadır. Ücret olarak 4 e göre daha yüksek fiyatlıdır ancak etkisi yüksektir.

Hpv Aşısı Koruması Ne Kadar Sürer?

HPV aşısının korumasının en az 5 yıl sürdüğü yapılan bilimsel çalışmalarla kanıtlanmıştır.

HPV Aşısını Ne Zaman Yaptırmalıyım?

HPV aşısını cinsel ilişki olmadan genç yaşlarda yaptırmak aşının koruyucu etkisini artırır.

Hamilelerde Hpv Aşısı Yapılır Mı?

Hamilelerde HPV aşısı yapılmaz.

Emziren Annelerde Hpv Aşısı Yapılır Mı?

Gardasil 9 aşısı emziren kadınlarda kullanılabilir.

HPV Olmuş Birisi Aşı Olabilir Mi?

HPV bulaşan kişilere de HPV aşısı yapılabilmektedir.

Ancak bunun için hangi tip HPV virüsünün pozitif olduğu HPV testi ile belirlenmeli ve sonuca göre HPV aşısı planlanmalıdır.

HPV Aşısı Sadece Kız Çocuklarına Mı Yapılır? Erkeklere de Yapılır Mı?

HPV  aşısı 9-26 yaş erkeklere yapılmalıdır.

 



Genital Siğiller Nedir? Kanser Yapar mı? Nasıl Tedavi Edilir?

 

Genital Siğil Nedir?

Genital siğiller HUMAN PAPILLOMA VİRÜS  tip 6-11 in yol açtığı özellikle genital bölgede oluşan ciltten hafif kabarık bazen küçük nokta kadar bazen de karnabahar şeklinde büyüme gözlenen bazen cilt renginde bazen koyu renkte olabilen lezyonlardır.

Genital siğiller, cinsel yolla bulaşan ve sık görülen bir hastalık olarak kabul görür. Kesin tanı için lezyonun patolojik olarak incelenmesi önemlidir.

Genital Siğillerin Tedavisi Nasıl Olur?

Genital Siğillerin kalıcı tedavisi mümkündür. Siğiller lazerle yakılarak tedavi edilir. Eğer lezyon büyük ise cerrahi olarak çıkarılmalıdır. Süreç içinde gebeliğin olması durumunda lazer işlemi uygulanmaz, cryoterapi olarak bilinen dondurma tedavisi uygulanır.

Genital Siğiller Tekrarlar Mı?

Genital siğillerin tekrarlamaması için özellikle immun sistemi destekleyici vitamin ya da antıoksidan serum tedavileri uygulanmalıdır.

Hasta sigara kullanıyorsa bırakmalıdır. HPV aşıları tamamlanmalıdır. HPV aşıları tamamlanana kadar cinsel ilişkide korunmak önemlidir ve ilişki prezervatifle olmalıdır.

Genital Siğiller Kanser Yapar Mı?

Genital Siğiller düşük onkojenik, özellikle HPV 6-11 ile alakalıdır. Bunlar kanser yapma riski taşıyan HPV tipleri olabilir bu olası riskleri belirlemek için mutlaka rahim ağzından HPV smear testi alınmalıdır.

Genital Siğillerin Tedavisini Hangi Bölüm Yapar?

Genital Siğillerin tedavisini kesinlikle kadın hastalıkları ve doğum uzman doktoru yapmalıdır. Her hastada kanser riski olup olmadığını anlamak için mutlaka smear ve HPV testi yapılmalıdır.

Genital Siğillerden Nasıl Korunurum?

Genital siğillerden ancak HPV aşısı ile korunabilirsiniz. Bu aşılardan her ikisi de GARDASİL 4 ve 9 sizi genital siğillere karşı korur. Aşı 9-26 yaş arası erkeklerde ve 9-45 yaş arası kadınlarda 3 doz şeklinde yapılmaktadır.

Siğiller Yakıldıktan Sonra Ne Zaman İyileşir?

Siğil yakma işlemi sonrasında bölgenin enfekte olmaması ve iz kalmaması için doktor tarafından kremler verilir. Genellikle ortalama 10 gün içerisinde iyileşir.

 

 

Hpv Bulaştıktan Ne Kadar Sonra Siğil Çıkar?

Genital siğil yapan HPV tipleri için inkubasyon süresi uzun olabilir. HPV bulaştıktan sonra genital siğil birkaç ay ya da birkaç yıl sonra tekrar bulaşabilir. Bu süre içerisinde kişi taşıyıcıdır ve cinsel yolla bulaştırabilir.

Genital Siğiller Nasıl Bulaşır?

Genital siğiller cinsel yolla bulaşmaktadır. Kondomun örtmediği bölgedeki deri ile HPV ile enfekte derinin temasıyla karşı tarafa bulaşabilir. Genital siğiller ve HPV için taşıyıcılık söz konusu olabilir.

Genital siğiller, Havludan, hamamdan veya sir ağda yapan salonlardan bulaşması nadir görülür.

Genital Siğillerin Hamilelikte Önemi Nedir?

Genital siğiller hamilelerde immun sistemin düşmesi sonucunda sık gözlemlenir. Hamilelikte tedavi cryoterapi dondurma tedavisi şeklinde olmalıdır. Mutlaka lokal anestezi ile işlem uygulanmalıdır.

Genital siğil, bebeğin ağız bölgesinde papıllom ve ses tellerinde sıkıntı oluşturabilir ve solunum problemine neden olabilir. Hamilelerde eğer genital bölgede siğil varsa sezeryan tercih edilmelidir.

Genital Siğiller Tedavi Edilmez İse Ne Olur?

Siğiller iyi huylu olsa da eğer tedavi edilmezlerse büyüyebilir. Genital bölgenin tamamını kaplayacak derece de yaygınlaşabilir. O zaman tedavi ancak o bölgenin çıkarılması operasyon şeklinde olmaktadır.

Genital Siğil Olan Biri Cinsel İlişkiye Girebilir Mi?

Genital bölgede siğiller tamamıyla yok olana kadar cinsel ilişkide bulunmaması önemlidir.

 

 



CIN Lezyonu Nedir?

 

CIN Nedir? Cervical İntraepitelyal Neoplazi Nedir?

Smear testinizde CIN çıktı nedir? CIN lezyonu rahim ağzı kanseri demek değildir. Ancak rahim ağzı kanserine neden olabilecek hücresel değişikliklerin başlangıcıdır. Smear testinde CIN çıktı ise mutlaka kolposkopi yapılmalıdır. Çünkü smear testinin güvenirliği %80 civarındadır. Colposkopi yapılarak rahim ağzı kanser ihtimalinin araştırması yapılmalıdır.

CIN lezyonları CIN1-CIN2-CIN3 şeklindedir.

CIN Lezyonlarının Nedeni Nedir?

HPV, Rahim ağzı kanserlerinde olduğu gibi CIN lezyonlarında etkendir. HPV cinsel yolla bulaşarak rahim ağzına yerleştikten sonra ilk 1 yıl içinde bağışıklık sistemi tarafından temizlenebilir. Temizlenmezse hücre içine yerleşerek kalıcı hale gelir. Hücre yapısını bozarak anormalliklere neden olur. CIN 1 olarak başlayan lezyon CIN 2 ye doğru ilerleyerek rahimağzı kanserine neden olur.

CIN 1 Nedir?

HPV virüsü ile birlikte Rahim ağzını örten epitelin 1/3 alt kısmında hücresel değişiklikler olması durumudur.

CIN 1 Kanser Midir?

Cın1 kanser değildir fakat Kanser olma ihtimali vardır ve oldukça düşüktür. Kanserin gelişmesi için 10 ile14 yıl kadar bir zamanı vardır.

CIN 1 İyileşir Mi?

Cin 1 geriye dönebilir. Bu durum için uygulanan medikal tedavilerin yanında koterizasyon (yakma) veya cryoterapi (dondurma) gibi tedavilerde uygulanabilir. Ancak Cin 1 ile birlikte HPV pozitifliği varsa mutlaka tedavi edilmeli ve HPV aşıları yapılmalıdır.

CIN 1 Nasıl Takıp Edilir?

Cin1 çıktı ise 6 ayda 1 smear testi bakılmalı hasta kontrol altında olmalıdır.

CIN 2 Nedir?

CIN2 Rahim ağzını örten epitelin 2/3 üst kısmında hücresel anormalliklerin olmasını ifade eder.

CIN 2 Kanser Midir?

CIN 2 ve CIN 3 tespit edildiğinde rahim ağzı kanserine dönüşme olasılığı oldukça yüksektir. Bu süre yaklaşık 1,5-3 yıldır. Bu yüzden CIN 2  ve 3 olgularına mutlaka tedavi yapılması gereklidir. Genellikle HPV 16-18 sorumludur.

CIN2 de Tedavi Nasıl Olmalıdır?

CIN  lezyonlarında tedavi aşamaşarının hastanın ileride gebelik düşünüp düşünmediğine göre planlanması önemlidir. Tedavi LEEP uygulamadı ya da KOTERİZASYON şeklindedir. Bu tedavilerden sonra da periyodik olarak yapılması planlanan smear testi ile takip edilmelidir.

CIN3 Nedir?

Cin3 rahim ağzı kanser öncüsü lezyonların en önemlisidir.Rahim ağzını örten epitelin tamamında hücresel anormallikler olmasıdır.(şiddetli displazi) kanserden önceki son duraktır.

CIN3 Ne Zaman Kansere Dönüşür?

Cin3 tespit edilen kadınların %30-35 i rahim ağzı kanserine yakalanır. Riskin ne kadar sürede olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Hastanın durumu, HPV tipi ve etkisine göre bu süre 1 ile 3 yıla kadar degişebilir.

CIN3 Nasıl Bulaşır?

Cin3 nedeni HPV dir ve cinsel yolla bulaşır.

CIN3 Lezyonu Nasıl Tedavi Edilir?

Cin3 tedavisi yaşa ve çocuk isteğine göre değişir. Genç yaşta ve çocuk isteyen hastalarda LEEP ya da KONİZASYON işlemi uygulanırken, ileri yaştaki hastalarda rahimin tamamıyla alınması uygun olur.

ASCUS Nedir? Nasıl Tedavi Edilir?

Yapılan smear testinde atopik olarak öngörülen ancak önemi belirlenemeyen hücreler bulunmasına ASCUS denir. ASCUS genel olarak enfeksiyon sebebiyle ortaya çıkar. Enfeksiyon yapıldıktan 3 hafta sonra smear testi mutlaka tekrarlanmalıdır.

ASCUS beraberinde HPV  virüsüde bulunabilir. HPV DNA  testi mutlaka yapılmalı sonuca göre gerekirse colposkopi uygulanmalıdır ve periyodik olarak takibi gereklidir.

 

 



Vaginoplasti Operasyonu Neden Yapılır?

Kadınlarda zor doğumla ya da kilo kilolu doğumla beraber ya da kilo alıp vermeyle beraber ya da sadece yaşla vagen bölgesinde genişlemeler olur.

Bu dokunun esnekliğini kaybetmesi ile beraber cinsel ilişki sırasında her iki tarafta oluşan tatminsizlik rahatsızlık verici boyutta olabilir.

Kadınlar genellikle bu durumdan utanır ve söylemekten çekinebilir.

İlişki sırasında çıkan sesler de kadın açısından oldukça rahatsızlık vericidir.

Vaginoplasti Operasyonu Nasıl Yapılır?

Bu operasyon rahat bir operasyon olup yüz güldürücüdür.Vagen arka duvarından daraltılacak o bölgedeki kas ve bağ dokusuna sıkılaştırma uygulanır.

Operasyon genel anestezi ile yapılabilir.Opeasyon yaklaşık 30-40 dk sürer.

Vaginal Daraltma Kaç Cm Olur?

Vagınal girişten itibaren daraltma 3-4 cmden 6-7 cm e kadar daraltma yapılabilmektedir.

Bu tamamıyla kişideki vaginal gevşeklik derecesine bağlıdır.Operasyonu yapan hekim değerlendirmeyi uygun şekilde yapacaktır.

Vaginoplasti Operasyonu Sonrası Süreç Nasıl?

Dokuların tamamıyla iyleşmesi ve cinsel ilişki yaklaşık 40 gün sonra olmalıdır.Bu süre içinde ağır kaldırmamaya kabız kalmamaya dikkat etmeli,dar kıyafetler giymekten kaçınmalısınız.

Operasyon sonrası hem cinsel açıdan hemde özgüven eskisinden oldukça farklı olacak gençlik günlerine geri döneceksiniz.

Bunun için Vagınoplasti en ideal ameliyattır.

 



Vajınismus Nedir?

Vajinismusvajina girişindeki kasların istemsizce kasılmasından dolayı cinsel birlikteliğin gerçekleşmemesidir.Vajinismus yani ilk gece cinsel ilişkinin gerçekleşmemesi şeklinde olabildiği gibi ikincil yani birkaç ilişki sonrası da vajinismus oluşabilir.

Vajinismus sadece psikolojik ve korku kaynaklı olabildiği fizyolojik olarak da kızlık zarının kalın olması cinsel ilişkiyi mümkün kılmaz.

Vajınısmusta Jınekolojik Muayene Önemlidir.

Vajınısmus olan kadınlar genellikle bir özgüven kaybı yaşar ve genellikle kendilerini farklı hisseder.

Muayene olmaktan da korkarlar ya da problemi erteleyerek kendiliğinden geçeceğini varsayarlar halbuki problem giderek büyür. Ve bir noktadan sonra eşler denemeyi tamamen bırakır.

Türkiye de cinsel sorunları saptamak amacıyla yapılan bir taramada %54 kadının ilk cinsel ilişkide korku acı ve kaçınma davranışını tanımladıkları ve cinsel birleşmenin gerçekleşmediği saptanmıştır. Bu kadınların %17 sinde halen cinsel birleşme olmamıştır. Batılı ülkelerde ise vajinismus görülme sıklığı %1-5 dir.

Görüldüğü gibi vajinismus problemini Türkiye de çok sayıda kişi yaşamaktadır. Bu toplumumuzda yeteri kadar cinsel eğitimin verilememesi hatta bu konunun tabu şeklinde olması ve kadınların sağdan soldan duydukları ilk gece korkusu nedeniyledir.

Vajınısmusta Tedavi Nasıl Olmalıdır?

Öncelikle birincil vajinismusta hiç ilişki olmamıştır.Kızlık zarı hymen hala durmaktadır kişi bakiredir.Yapılan jinekolojik muayenede kızlık zarının yapısına bakılır eğer kızlık zarı uygun ve birleşmeye müsait ise hastaya psikolojik telkin ve egzersizlerle cinsel ilişkiye hazırlanır.

Bu problem uzun süreli ise vajinal kaslara yapılan VAGİNAL BOTOKS ile vagen kasların kasılması önlenir bu da vajinismus için bir çözümdür.

Vajinismusun Cerrahi Tedavisi Nasıl Olur?

Yapılan jinekolojik muayenede kızlık zarının kalın olması birleşmeye müsade etmediği görülür ise kızlık zarı küçük bir operasyonla çıkarılır. Operasyon yaklaşık 15 dkdır ve sedasyon altında yapılır.

Aynı gün hastaneden taburcu olur. Esasen kızlık zarının birleşmeye engel olduğunu kadınlar hissedebilir. Tam birleşme anında bir engel oldugunu ve sonrasında ağrı duyduklarını ifade ederler.Bu engel sonrasında kadının kendini kasmasına ve kapatmasına neden olur ve vajinismus seviyesi ilerler.

İkincil Vajinismus Tedavi Nasıl Olur?

İkincil vajinismusta hasta birkaç ilişkiden dolayı genellikle duyduğu ağrıdan dolayı vajinismus oluşabilir.Geçmişte yaşanan doğumla ilgili travmalar kötü bir jinekolojik muayene sonrası hissedilen korku,düşük ya da küretaj yaşanmış olması ya da sık enfeksiyonlarneden olabilir tedavi edilemeyen durumlarda hastalığın ilerlediği görülür problem saptanıp uygun tedavi planlanmalıdır.

Vulva Vestibular Sendromu

Vajinanın dış kısmında kızlık zarının yakınındaki bölge vestibular bölgesidir. Bu bölge kronik enfeksiyon ile hassas hale gelebilir. İnflamasyon oluşur buna vulva vestibular sendromu denir. Bu durumda hastada ağrılı cinsel ilişki hasta vajinismus olabilmektedir. Enfeksiyon tedavisi uygulanır. Ancak sonuç vermez ise bu bölge cerrahi olarak da çıkarılabilir.

 



Genital PRP Tedavisi

Genital PRP (Platelet Rich Plasma); kişinin kendi kanından hazırlanan plazmanın dış ve iç genital bölgeye uygulanmasıdır. Hem vajina içine veya dış kısmına yapılabilir.
Genital PRP Nasıl Hazırlanır, Yapılır?
PRP nasıl hazırlanır? Damar yolundan alınan kan santrifüj edildikten sonra ‘Platelet’ yani ‘Trombosit’ dediğimiz pıhtılaşma hücrelerinden zengin plazma elde ederiz. Santrifüjle birbirinden ayrılan plazmadaki platelet konsantrasyonu yaklaşık 3-5 katına çıkar. Plateletten zengin plazmaya PRP (Platelet Rich Plasma) diyoruz.
PRP, içerdiği büyüme faktörleri (Growth factor) ve sitokinlerle yara iyileşmesini başlatır. Yapılan çalışmalarda doku içine enjekte edilince içeriğindeki plateletlerden ayrışan büyüme faktörleri kolajen yapımını uyararak, yara iyileşmesi ve doku yenilenmesinde çok etkili olduğu ortaya konmuş.

Genital PRP Ne İşe Yarar?

Genital bölgenin gençleştirilmesi, cinsel isteksizlik, orgazm olamama gibi sorunların tedavisinde de PRP tedavisi çok yaygın kullanıyoruz.
Dış Genital Bölge
Dış genital bölgeye uyguladığımız PRP, yüzeysel düzleşme ve gençleştirme yapar. Dış dudaklarda çöküntü, renk koyulaşması ve kırışıklıkları giderir; dolgunluk ve parlaklık, sıkılaşma sağlar.
Vajina İçi
Vajina içine yaptığımız genital PRP uygulamalarında amacımız, doku yenilemesini sağlayarak cinsel isteksizlik ve orgazm üzerinde olumlu etkiler yaratır.
Vajinal Kuruluk
Yine menopozdaki kadınlarda ortaya çıkan vajinal kuruluk tedavisinde de biz genital veya vajinal PRP uygulamaları ile vajinanın yenilenmesini (rejuvenasyon) sağlıyoruz.
Genital PRP ayrıca;
Dış dudaklara gençleştirme ve renk açma için genital bölge PRP si uygulanabilir.
İdrar kaçırma tedavisine yardımcı olmak amacı ile, vajina üst duvarı ile üretra arasına genital PRP uyguluyoruz.
Epizyotomi (doğumda oluşan kesi) skarlarının düzeltilmesinde genital PRP uygulaması yapıyoruz.
Vajina içine, vajinal kuruluk ve ağrılı cinsel ilişkinin azaltılması için genital PRP uyguluyoruz.
Klitoris, G noktası ve vajinanın duyarlı noktalarına, Q shot (orgazm tedavisi) için genital PRP sıkça yapıyoruz.

 



Perinoplasti Nedir?

Perinoplasti doğum sırasında oluşan yırtıkların vaginal bölgedeki sarkmaların oluşturdugu şekil bozukluğu ve hastaların ameliyatla düzeltilmesi işlemidir.

PERİNOPLASTİ AMELİYATI NASIL YAPILIR?

Bu ameliyatta deforme olan vagina ve anüs arasındaki cilt dokusu kesilir. Hasarlı bölge çıkarılarak alttaki kas dokusu kuvvetlendirilir ve estetik dikişler atılarak vaginal bölge de daraltılır.

PERİNOPLASTİ OPERASYONU NE KADAR SÜRER?

Operasyon 30-40 dakika arası sürer. Genel anestezi ya da spinal anestezi ile operasyon yapılabilir. 2-3 gün dinlenme süresi süresi sonrası hastalar normal hayatına döner.

İyileşme yaklaşık 4-6 hafta sonrası tamamlanır.

 



Lazerle Vajınal Daraltma Nedir?

Lazerin özellikle fototermal etkisinden faydalanarak collagen dokunun artması ve vajınal sıkılaşmaya yönelik bir tedavidir.

Lazerle Vajınal Daraltma Kimlere Uygulanır?

Normal doğum sonrası ya da kilo alıp verme ile yaşın ilerlemesi hormonların azalmasıyla beraber vajınal bölgede genişleme ve bolluk oluşabilir. Eğer cinsel ilişki sırasında bu bolluk sizi ve eşinizi etkiliyor ise cinsel açıdan haz almada problem varsa ya da ilişki sırasında ses geliyor ise öncelikle jinekolojik muayene olmanız gereklidir.

Lazerle vajınal daraltma ya da ameliyat kararını doktorunuz verecektir.

Lazerle Vajınal Daraltma Avantajları Nelerdir?

-Cerrahi işlem olmadığı için klinik şartlarda uygulanabilir.

-Ağrısız bir işlemdir. Anestezi gerektirmez

-İşlem süğresi yaklaşık 15-20 dakika kadardır.Kısa süreli bir işlemdir.

-Hem cinsel fonksiyonel hemde psikolojik olarak kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlar.

Lazerle Vajınal Daraltma Ağrılı Mıdır?

Işlem ağrısız bir işlemdir. Hastalar açısından oldukça rahattır.

Lazerle Vajınal Daraltma Sonrası Cinsel İlişki Ne Zaman Olabilir?

İşlemden 1 hafta sonrasında ilişki olabilir.

Lazerle Vajınal Daraltma Etkisini Ne Zaman Gösterir?

Dokudaki collagen artışı ve hastaların etkisini hissetmesi yaklaşık 3 hafta sonra sonra olur.

Genellikle 1 ay sonra ikinci seans önerilir.

Lazerle Vajınal Daraltma Kalıcı Mıdır?

Evet işlem kalıcıdır.

Vajına İçine Ne Tür Lazer Uygulanır?

Vajina içine karbondioksit lazer uygulanır.

Kliniğimizde son teknoloji MONA LİSA TOUCH lazer kullanmaktayız.

 



Lazerle İdrar Kaçırma Tedavisi (Ameliyatsız İdrar Kaçırma Tedavisi)

İdrar kaçırma kadınlarda özellikle zor doğumlardan ya da fazla doğumdan sonra kilo alıp verme ile ya da yaşla hormonların azalması ile meydana gelir.

Her 4 kadından birinde idrar kaçırma sorunu vardır.

Eğer idrar kaçırma günlük hayat kalitenizi etkiliyorsa kadın doğum uzmanına görünmeniz ve tedavi olmanız uygun olur.

Tedaviler ilaç tedavisi,medsane kaslarını güçlendiren egzersizler,lazer tedavisi ve ameliyatlar şeklindedir.Yapılan jinekolojik muayene sonrasında doktorunuz tedavi şekline karar verir.

Lazerle İdrar Kaçırma Tedavisi Kimlere Uygundur?

Lazerle idrar kaçırma idrar torbasındaki sarkmanın birinci derece olduğu genellikle öksürüp hapşırma ağır kaldırma şeklinde stress incontinans dediğimiz idrar kaçırma tipinde etkilidir.

Gençlerde uygulanabildiği gibi ameliyat olma durumu zor olan yaşlı kişilerde yapılabilmesi avantajdır.

Lazerle İdrar Kaçırma Tedavisi Kimlere Uygulanır?

Lazer seansı yaklaşık 30 dk sürer. Oldukça ağrısız bir işlemdir. Lazer fototermal etki ile collagen üretimini artırır. İdrar torbasını yerinde tutan destekleyen vajınal ve pelvik kaslarda sıkılaşma sağlar.

Bu şekilde idrar kaçırma tedavisi uygulanır.

İşlem etkisi yaklaşık 6 haftada tamamlanır.

Gerekirse bir seans daha uygulanır.

LAZERLE İDRAR KAÇIRMA TEDAVİSİNİN AVANTAJLARI NELERDİR?

-Ameliyat gerektirmez klinik ortamlarda rahatça uygulanabilmektedir.

-İşlem kısa sürelidir.Hasta günlük yaşantısına geri dönebilir.

-Ağrısız bir işlemdir.Anestezi gerektirmez.

-Özellikle operasyon olamayacak yaşlı hastalara uygundur.

-Kişinin özgüvenini artırır. Kaygı olmadan rahatça spor yapma imkanı verir.



Lazerle Genital Beyazlatma

Genital Bölgede ilerleyen yaş hormonal etkiler kronik sürtünme nedeniyle zamanla renk koyulaşması esmerleşmesi görülebilmektedir. Halk arasında vajınal beyazlatma olarak bilinen işlem esasen vajına bölgesine uygulanmaz dış genital bölgeye uygulanır.

O yüzden genital bölge beyazlatma terimi kullanmak daha uygun olacaktır.

CO2 Fonksiyonel Lazer ile genital bölge beyazlatma yaklaşık 30 dakika kadar sürer.

-Öncelikle alt bölgesi antiseptik solusyonla silinir.

-Hafif bir sedasyon ya da anestezik krem kullanılarak uygulanabilir.

-Anapresip lazerin ısı verici etkisi ile esmerleşen en üst cilt tabakasını soymaktadır.

– Bu şekilde koyu cilt tabakası gider yerine genç canlı parlak görünümde pembe tonlu bir cilt tabakası gelir.

-Lazerle genital bölge beyazlatma işlemi sonuçları yaklaşık 6 haftada kendini gösterir.

-Gerekirse 2. seans yapılabilir.

Lazerle Genital Bölge Beyazlatma İşlemi Zararlı Mıdır?

Lazer ısısı sadece cilt yani epidermis bölgesinini etkiler. Cilt derinine lazer ısısı inmez.Bu nedenle rahim ve yumurtalıklara herhangi bir zararı olmaz.

 



Labioplasti Operasyonu

Labioplasti en çok yapılan ve sonuçları en yüz güldürücü olan genital estetik operasyondur.

Bekar genç kızlara ya da evli kişilere uygyulanabilir.

Labia minoralar yani vagina iç girişindeki vaginal açıklığı koruyan iç dudaklar doğumsal olarak normalden geniş olabilir ya da asimetrik olabilir.Doğum yapmayla ya da kilo alıp verme ile sarkmalar oluşabilir.

Labiolasti Hangi Durumlarda Yapılır?

Bu durum şu sorunlara neden olabilir?

-Özgüven kaybı

-İlişki sırasında ağrı

-Kronik Enfeksiyon

-Yürüme bisiklete binme gibi aktiviteler de rahatsızlık

-Dar kıyafetle sürtünme veya acı hissi

-Mayo tayt gibi kıyafetlerde dışarıdan bölgenin fark edilmesi

-.spor yaparken koku hissi ya da terleme

Labioplastide Hangi Teknikler Var?

Labioplasti operasyonu görünümü bozuk olan iç dudakların operasyonla küçültülmesi işlemidir. Birkaç teknik mevcuttur. İç dudaklar kenardan kesi ile küçültülebilir ya kama şeklinde küçültülme uygulanır.

Labioplasti Operasyonu Ne Kadar Sürer?

Labioplasti operasyonu yaklaşık yarım saat 45 dakika sürer.Operasyon hafif bir sedasyon anestezisi ile uygulanır. Hasta aynı gün evine dönebilir.Operasyon sonrası en az 4 hafta koşma bisiklete binme ya da spor aktivitileri önerilmez. Bölgenin hijyeninin korunması önemlidir. 4 hafta cinsel ilişki önerilmez.

Bu operasyona dolgu ekleyerek barbie labioplasti operasyonu da tercih edilebilir.



Hudoplasti

Klitoris üzerindeki bölgede bir miktar doku fazlalığı ve kırışıklık bulunabilir.

Hudoplasti Neden Yapılır?

Klitoris üzerindeki deri fazlalığı kadınların yeteri kadar uyarılmamasına neden olur. Bu cinsel ilişkiden yeteri kadar haz alamama ya da orgazm olamama durumlarına neden olur.

Hudoplasti (Klitoris Estetiği) Ameliyatı Nasıl Yapılır?

Klitoris etrafındaki fazla dokunun çıkarılması işlemidir. Genellikle labioplasti işlmei ile beraber uygulanmaktadır. Labioplasti ile beraber ameliyat yaklaşık 30-45 dakika arası sürer

Operasyon Sonrası bölgenin hijyeni önemlidir.

Operasyon sonrasında sıkı çamaşır ve dar pantolon giyilmesi önerilmez yaklaşık 4 haftada doku iyileşmesi tamamlanır. Labioplasti ile beraber hem görüntü hem fonksiyon olarak özgüvenini artırmada ve cinsel hayatın kalitesini yükseltmede size yardımcı olur.

 



Kızlık Zarı Nedir?

Kızlık zarı tıptaki adı hymen vagina giriş kısmında zar şeklinde bir yapıdır. Küçük yaşlarda kişiyi enfeksiyonlara karşı korumaktadır.

Kızlık zarı toplumda sosyal bir etkiye sahip olup önceden cinsel ilişki olup olmadığının kanıtı sayılmaktadır.

Kızlık zarı dikimi 2 şekilde olmaktadır.

Geçici Kızlık Zarı Dikimi Nedir?

Geçiçi kızlık zarı dikimi cinsel ilişkiden kısa bir zaman önce yapılmalıdır. Cinsel ilişkiden birkaç gün önce yırtık olan kızlık zarı dikimi yapılır. Yumuşak süturlar kullanılır ilişki sırasında karşı taraf herhangi birşey hissetmez. Ancak belirlenen zamanda ilişki olmaz ise yapılan işlemin etkisi kalmaz.

Kalıcı Kızlık Zarı Dikimi Nasıl Olur?

Bu işlem cinsel ilişkiden en az 1 ay önce yapılmaldır. Vagen dokusundan alınan flep şeklinde bir parça ile yeni bir kızlık zarı oluşturulmaktadır.

Bu operasyondan sonra oradaki dikişler yaklaşık 3 hafta içerisinde erir tekrar muayene olduğunda dahi gerçek kızlık zarından farkedilmeyecek bir görüntü ortaya çıkar. İlk ilişkiye girdiğiniz zaman kanama olacaktır. Operasyon yaklaşık yarım saat sürer ve sonrasında evinize gidebilirsiniz.

 



İdrar Kaçırma Ameliyatı

İdrar kararma her türlü kontrol edilemeyen ve istenmeyen bir idrar tutamama durumudur. Eğer bu durum düzenli tekrarlanıyor ise tıbbi bir sorun olarak kabul edilir.Bu durum hayat kalitesini etkiler idrar kaçırma için ilaç tedavisi,ameliyat ya da lazerle tedavi seçenkleri mevcuttur.

Kadınlarda en önemli idrar kaçırma nedeni çok doğum ya da kilolu doğum sonrasında idrar torbasının sarkmasıdır.

Yaşla beraber alınan kilo ve dokuların zayıflaması ayrıca hormonların da azalması ile özellik menapoz döneminde idrar kaçırma önemli bir problem haline gelebilir.

Öncelikle jinekolojik muayene yapılmalıdır.

Yapılan jinekolojik muayenede sarkma 1. derece de ise lazerle tedavi uygulanabilir.

Ancak 2.3. derecedeki sarkmalarda ameliyat en uygun tedavidir.

-Operasyon vajınal yoldan yapılır idrar torbasını yukarı doğru toparlanır.Beraberinde mesane boynu desteklenir.

-İdrar kaçırma ameliyatı tek başına ya da vajınoplasti ya da labioplastiyle kombine olarak uygulanabilir.

-Ameliyat genel ya da spinal anestezi ile uygulanır.Yaklaşık 40 dakika kadar sürer yara iyileşmesi yaklaşık 6 hafta civarındadır.

PELVİK ORDAN PROLAPSUSU

Kadınlarda pelvik kasların güçsüzlüğü ve yapılan vajinal doğumla kilo ya da yaşla beraber vajinal yoldan pelvik organların sarkmasına pelvik organ prolapsusu denilir. Yapılacak operasyon jinekolojik muayene ile belirlenir.

 



Genital Dolgu Uygulaması Nedir?

Genital bölgeye cilt altına verilen hyalüranikasit collogen gibi sentetik maddeler ya da otolog kişinin kendi yağı ile yapılan minimal girişimsel uygulamalardır.

Bu bölgedeki deformiteleri düzenler güzel bir görünüm sağlar.

Genital Dolgu Hangi Bölgelere Uygulanır?

Dış dudaklarda (labium majorlarda ) yaşla beraber kilo alıp verme ya da doğumla deformasyonlar sarkmalar olabilir. Dolgu işlemi oldukça doğal bir görünüm sağlar.

Vajınal G noktasına yapılan dolgular cinsel aktiviteyi artırır ve orgazma yardımcı olur.

Barbi estetiğinde ise iç dudaklar küçültülür ve dış dudaklar sadece çizgi şeklinde gözükürken dış dudaklara dolgun bir görünüm sağlanır.

Genital Dolgu İşlemi Nasıl Uygulanır?

Işlem lokal anestezi ile ya da hafif bir sedasyonla uygulanır. İşlem süresi sadece 5 dakikadır.

Genital Dolguların Süresi Nasıldır?

Genital dolguların kalıcılıgı yüz dolgularından farklı olarak daha uzun süreli olur. 2 yıl ve daha uzun süre kalıcı olabilmektedir.



Genital Bölge Beyazlatma (Vajınal Beyazlatma) Nedir?

Kimyasal Bölge ile Genital Beyazlatma

Kadın genital bölgesinin estetik problemlerinden biri de bu bölgedeki kararma ve renk koyulaşmasıdır. Bu problem tıbbi bir durum olmasa da kişiyi görsel ve psikolojik olarak etkiler. Vajınal beyazlatma olarak bilinen işlem esasen dış genital bölgeye uygulanmaktadır.

Genital Bölgede Kararma Neden Olur?

-Hormonal etkiler

-İlerleyen yaş

-Aşırı terleme durumları ile oluşan tahriş

-Doğum kontrol hapı

-Ağda ya da lazer epilasyon

nedeniyle bu bölgede kararmalar olabilir.

Kimyasal Peeling İle Genital Beyazlatma

Kimyasal peeling ile genital beyazlatma işlemi TCA yeni geliştirilen yöntemlerden biridir. Orta düzeyde asidite etkisine sahiptir.

-sadece labıum major hatta koltuk altına da uygulabilir.

-İşlem son derece ağrısızdır.

-İşlem öncesi bölge antiseptik solüsyon ile temizlenir. Beyazlatma solusyonu uygulanır.

-3 hafta içinde deriniz aynı güneş yanığı gibi soyulur.

-Bu süre içinde size verdiğimiz renk açıcı kremlerle cildiniz 2 ton açılır.

-3 hafta sonrasında gerekirse bir seans daha uygulanır.

Genital Beyazlatma Zararlı Mıdır?

Esasen uygulanan bölge sadece cilt yani epidermis bölgesi olduğu için rahim ve yumurtalıkların bu işlemden etkilenmesi söz konusu değildir.



G SHOT(G NOKTASINI BÜYÜTME) G NOKTASI NEDIR?

G NOKTASI kadın orgazm için hassasiyetin yüksek olduğu düşünülen kasılmanın ve uyarılmasının yüksek olduğu bölgedir. Kadınlar arasında en çok merak edilen G noktasının yeri olmuştur. G noktası bir çok araştırmanın sonucunda üretra yani idrar deliği ile vagen arasında vagina ön duvarında ve girişten yaklaşık olarak 2-3 cm içeridedir.

G NOKTASI BÜYÜTME NASIL YAPILIR?

İşlem, hafif bir sedasyon altında ağrısız olarak yapılır. G noktası olarak tariflenen bölgeye hyaluranik asit dolgu uygulaması yapılarak bu bölge büyütülerek cinsel hazzının artırılması sağlanır. Dolgu maddesi kullanıldığı için yaklaşık 8-9 ay civarında etkinliği mevcuttur.

 



Barbie Labioplasti Nedir?Nasıl Yapılır?

Labioplasti operasyonları ülkemizde ve tüm dünyada en sık genetal estetik operasyonlarıdır.İç dudaklar doğumların etkisi ile ya da kilo alıp vermekle ya da tamamıyla doğuştan büyük sarkmış olabilir.Ya a iç dudaklar arasında asimetri olabilir.

Bu iç dudakalar kişiyi fiziksel olarak rahatsız eder.Mayo bikini ya da dar kıyafetler de kötü bir görünüm olur.Ayrıca sık enfeksiyon ve kaşıntı kişiyi rahatsız edebilir.Amaç bu iç dudakları olabildiğince küçültmektir.Bir kaç değişik teknik mevcut olup kişinin isteğine göre tercih edilir.

Barbie Estetiği ise bu labiomların yani iç dudakların mümkün olduğunca küçültülerek bir çizgi şeklinde bırakılmasıdır.Bu şekilde dışardan bakıldığında içten sarkan hiçbir yapının görülmemesidir.İlk defa ABD de Los Angeles sosyetesi tarafından dillendirilen Barbie Labioplasti giderek yapılmıştır.

Bu ameliyatla beraber clitoris etrafındaki dokunun çıkarılması yani Hudoplasti uygulanabilir.

Beraberinde vajınal dokuda sarkma,genişleme,var ise bu operasyonla beraber Vajınoplasti kombine edilebilir.

İşlem Süresi Ne Kadardır? İyileşme Nasıl Olur?

Operasyon hafif bir anestezi sedasyonla yapılır.İşlem süresi yaklaşık 40 dk kadardır.Yaklaşık 3 hafta da tam iyleşme olmaktadır.Bu süre içinde oturup kalkarken dikkat etmeli dar kıyafetler giymekten kaçınmalısınız.Atılan dikişler suda erir ekstra dikiş aldırmanıza gerek yoktur.Bu bölge iyleşme ve kanlanma açısından oldukça iyi bir özelliğe sahip olur sonrasında skar doku oluşma ihtimali de çok azdır.

 



Boyun Fıtığı Teşhisi Nasıl Konur?

Boyun fıtığı, omurilik disklerinin çevresindeki dış kısımın zayıflaması veya yırtılması sonucu iç kısmın dışarı çıkması durumudur. Boyun fıtığı teşhisi koymak için genellikle şu adımlar izlenir:

Hasta Öyküsü ve Muayene:

Doktor, hastanın şikayetlerini dinler ve daha önceki tıbbi geçmişi inceler.

Boyun ağrısı, omuz ağrısı, kollarda uyuşma ve güçsüzlük gibi belirtilerle ilgili detaylı bir hasta öyküsü alır.

Fizik muayene yaparak, boyun hareketliliği, refleksler, kas kuvveti ve diğer belirtileri değerlendirir.

Görüntüleme Testleri:

Röntgen çekimleri: Boyun bölgesinin X-ışınları ile görüntülenmesine yardımcı olabilir.

Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG): Omurga ve omurilik disklerinin detaylı görüntülerini sağlar. MRG, boyun fıtığı teşhisinde en yaygın kullanılan görüntüleme yöntemidir.

Bilgisayarlı Tomografi (BT) taraması: Omurga yapısının daha ayrıntılı bir görüntüsünü elde etmek için kullanılabilir.

Elektromyografi (EMG) ve Nörofizyolojik Testler:

Bu testler, sinir iletim hızını ve kas aktivitesini değerlendirir. Boyun fıtığı nedeniyle sinirlerdeki hasarı belirlemeye yardımcı olabilir.

Kan Testleri:

Kan testleri, enfeksiyon veya diğer potansiyel sorunları ekarte etmek için kullanılabilir.

Diğer İleri Testler:

Eğer doktor başka bir sorun şüphesi taşıyorsa, özel durumlarda diskografi veya miyelografi gibi daha ileri testler de kullanılabilir.

Boyunda şiddetli ağrı, kollarda güçsüzlük veya koordinasyon sorunları gibi belirtilerle karşılaşan kişiler, bir sağlık profesyoneli ile görüşmelidir. Bu profesyonel, gerekirse ilgili testleri ve muayeneleri yaparak boyun fıtığı veya başka bir durumu teşhis edebilir. Teşhis konulduktan sonra uygun tedavi planı belirlenir, bu genellikle dinlenme, ilaçlar, fizik tedavi veya cerrahi seçenekleri içerebilir.



Boyun Fıtığı Tedavisi

Boyun fıtığı, boyun omurları arasındaki disklerin çıkıntı yapması veya patlaması sonucu oluşan bir durumdur. Bu durum genellikle boyun bölgesinde ağrı, uyuşma ve kas güçsüzlüğü gibi belirtilerle kendini gösterir. Boyun fıtığı tedavisi genellikle şu yöntemleri içerir:

İlaç Tedavisi:

Ağrı ve iltihap giderici ilaçlar, ağrıyı hafifletmek ve inflamasyonu kontrol altına almak için kullanılabilir.

Kas gevşetici ilaçlar, boyun kaslarını rahatlatmak için reçete edilebilir.

Fizik Tedavi:

Fizik tedavi ve egzersiz programları, boyun kaslarını güçlendirmek, esnekliği artırmak ve duruşu düzeltmek için kullanılır.

Uzman bir fizyoterapist tarafından uygulanan egzersizler ve manuel terapi teknikleri bu süreçte önemlidir.

Boyunluk ve Destek:

Hafif boyunluklar veya destekleyici cihazlar, boyun kaslarını dinlendirmek ve omurga üzerindeki stresi azaltmak için kullanılabilir.

İntramusküler İnfiltrasyon:

Steroid enjeksiyonları, inflamasyonu azaltmak ve ağrıyı hafifletmek için kullanılabilir. Bu işlem genellikle bir uzman doktor tarafından yapılır.

Cerrahi Müdahale:

Cerrahi, diğer tedavi yöntemleri başarısız olduğunda veya ciddi sinir kökü sıkışması durumlarında düşünülebilir. Cerrahi seçenekler arasında diskektomi (diskin çıkarılması) veya füzyon (omurların birleştirilmesi) bulunabilir.

Ağrı Yönetimi:

İlaç dışı yöntemlerle ağrı yönetimi, masaj, sıcak-soğuk uygulamaları gibi yöntemlerle desteklenebilir.

Tedavi planı, hastanın durumuna, semptomlara ve tedaviye yanıtına bağlı olarak kişiselleştirilir. Boyun fıtığı tedavisi için bir sağlık profesyoneliyle görüşmek ve uygun tedavi planını belirlemek önemlidir. Tedavi süreci genellikle konservatif yöntemlerle başlar ve cerrahi sadece gerektiğinde düşünülür.

 



Boyun Fıtığı Nedir?

Boyun fıtığı, servikal bölgede (boyun bölgesinde) bulunan intervertebral disklerin hasar görmesi sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Omurganın boyun kısmında bulunan diskler, omurlar arasında bulunan yastık benzeri yapılardır. Bu disklerin iç kısmında bulunan jel benzeri madde, dış kısmındaki sert doku tarafından çevrilidir.

Boyun fıtığı, bu disklerin dış kısmındaki sert doku zedelendiğinde veya yırtıldığında meydana gelir. Bu durum, içerideki jel benzeri maddenin dışarı sızmasına neden olabilir. Bu durum, çevresindeki sinir köklerine veya omurilik üzerinde baskı yapabilir, bu da çeşitli semptomlara neden olabilir.

Boyun fıtığı belirtileri şunları içerebilir:

Boyun ağrısı: Genellikle boyun bölgesinde hissedilen ağrı.

Kollarda ve omuzlarda ağrı: Fıtığın sinir köklerine baskı yapması sonucu ortaya çıkan yaygın ağrı.

Kollarda uyuşma ve karıncalanma: Sinirlerin etkilenmesi nedeniyle kollarda uyuşma veya karıncalanma hissi.

Kas zayıflığı: Sinir köklerine olan baskı nedeniyle kaslarda güç kaybı.

Boyun fıtığı tedavi edilebilir, ancak tedavi yöntemi duruma bağlı olarak değişebilir. Tedavi seçenekleri arasında istirahat, fizik tedavi, ağrı kesiciler, kas gevşetici ilaçlar ve cerrahi müdahale yer alabilir. Tedavi planı genellikle hastanın belirtileri, sağlık durumu ve fıtığın ciddiyetine bağlı olarak belirlenir. Tedavi için bir sağlık profesyoneli ile görüşmek önemlidir.



Boyun Fıtığı Nasıl Anlaşılır?

Boyun fıtığı, genellikle servikal bölgedeki omurlar arasındaki disklerin yer değiştirmesi veya dışarıya çıkması sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Boyun fıtığı belirtileri kişiden kişiye değişebilir, ancak genellikle aşağıdaki belirtilerden bir veya birkaçının bir arada görülmesi durumunda şüphelenilebilir:

Boyun Ağrısı: Boyun fıtığı genellikle boyun bölgesinde şiddetli ağrılara neden olabilir. Ağrı genellikle omuzlara, kollara veya başa yayılabilir.

Kol Ağrısı veya Uyuşma: Boyun fıtığı genellikle brakial pleksus adı verilen sinir demetlerine baskı yapabilir. Bu durumda kol, omuz veya elde ağrı, uyuşma veya karıncalanma hissi görülebilir.

Baş Ağrısı: Boyun fıtığı, baş ağrılarının sebebi olabilir. Bu genellikle boyun bölgesindeki kas spazmları veya sinir baskısı kaynaklı olabilir.

Boyunda Sertlik: Boyun fıtığı genellikle boyun kaslarında sertlik ve gerginlik hissi ile birlikte görülür.

Ellerde Zayıflık: Boyun fıtığı omurilik veya sinir köklerine baskı yaparsa, bu durum el ve kol kaslarında zayıflığa neden olabilir.

Baş Dönmesi: Boyun fıtığı, baş dönmesi veya denge sorunlarına yol açabilir.

Eğer bu belirtilerden bir veya birkaçını yaşıyorsanız, bir sağlık profesyoneline başvurmanız önemlidir. Bir doktor, muayene, görüntüleme testleri (örneğin, MRI veya CT taramaları) ve semptomların şiddetine bağlı olarak uygun tedaviyi önerebilir. Kendi başınıza teşhis koymak yerine profesyonel bir tıbbi görüş almak önemlidir.



Boyun Fıtığı Ameliyatı Sonrası Dikkat Edilmesi Gerekenler

Boyun fıtığı ameliyatı (servikal diskektomi ve füzyon), boyun omurlarındaki disklerden birinin çıkıntı yapması durumunda uygulanan bir cerrahi müdahaledir. Bu tür bir ameliyatın ardından, iyileşme sürecini hızlandırmak ve olası komplikasyonları önlemek için bazı dikkat edilmesi gereken önemli faktörler vardır:

Doktor Talimatlarına Uyun: Ameliyat sonrası bakım konusunda doktorunuzun önerilerini takip etmek çok önemlidir. İlaçları düzenli olarak kullanmak, önerilen aktivite düzenine uymak ve kontrolleri aksatmamak iyileşme sürecini olumlu yönde etkiler.

Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon: Fizik tedavi, boyun kaslarını güçlendirmeye ve esnekliğini artırmaya yardımcı olabilir. Fizik tedavi programına düzenli olarak katılmak, ameliyat sonrası iyileşme sürecini hızlandırabilir.

Doğru Duruş ve Hareket: Doğru duruş ve hareket mekanikleri öğrenmek, boyun fıtığından kaynaklanan problemleri önlemeye yardımcı olabilir. Özellikle ağır nesneleri kaldırırken veya günlük aktiviteleri yerine getirirken dikkatli olunmalıdır.

Ağır Yüklerden Kaçının: Ameliyat sonrasında belirli bir süre boyunca ağır yüklerden kaçınılmalıdır. Ağırlık kaldırmak veya taşımak, boyun bölgesine fazla baskı yapabilir ve iyileşme sürecini geciktirebilir.

Sigara ve Alkol Kullanımından Kaçının: Sigara ve alkol, dolaşım sistemini olumsuz etkileyebilir ve iyileşme sürecini yavaşlatabilir. Mümkünse bu maddelerden uzak durmak, genel sağlığı iyileştirebilir.

Beslenme ve Hidrasyon: Sağlıklı bir beslenme düzeni ve yeterli su tüketimi, genel sağlığı destekleyerek iyileşmeyi hızlandırabilir. Kalsiyum ve D vitamini gibi minerallerin alımına dikkat etmek, kemik sağlığını destekleyebilir.

Düzenli Egzersiz: Doktorunuzun önerdiği düzeyde ve türde egzersizlere başlamak, kasları güçlendirebilir ve genel sağlığı iyileştirebilir.

İstirahat: Ameliyat sonrasında yeterli düzeyde dinlenmek ve uyumak, vücudun iyileşme sürecini destekler.

İlk Haftalarda Dikkatli Olun: Ameliyat sonrasındaki ilk haftalarda ani ve aşırı hareketlerden kaçının. Ayrıca, yavaşça ayağa kalkmak ve hareket etmek, baş dönmesi veya denge kaybını önlemeye yardımcı olabilir.

Ameliyat sonrası dönemde herhangi bir endişe veya sorun yaşandığında, hemen doktorunuza başvurmak önemlidir. Her bireyin iyileşme süreci farklıdır, bu nedenle doktorunuzun önerilerine bireysel olarak uymak önemlidir.



Boş Gebelikte Kanama Ne Zaman Ortaya Çıkar?

Boş gebelik, rahim içinde embriyo veya fetus olmaksızın gebelik belirtilerinin ortaya çıkması durumudur. Boş gebelikte kanama genellikle gebeliğin sona erdiği anlamına gelir. Ancak, her boş gebelik durumu farklı olabilir ve belirtiler kişiden kişiye değişebilir.

Boş gebelikte kanama, genellikle gebeliğin ilk aylarında, yani ilk trimesterde ortaya çıkar. Bu dönemde, rahim içinde embriyo veya fetus gelişmez veya gelişen embriyo kendiliğinden durur. Bu durumda, vücut gebelik ürünlerini atmak için rahim iç yüzeyini reddeder, bu da kanama ile sonuçlanabilir.

Boş gebelikte kanama zamanı kişiden kişiye değişebilir. Kimi kadınlar hafif lekelenme yaşarken, bazıları daha yoğun ve düzenli kanama yaşayabilir. Kanama, genellikle ağrı ve kramp hissi ile birlikte görülür.

Eğer boş gebelik belirtileri yaşıyorsanız veya böyle bir durumdan şüpheleniyorsanız, bir uzman hekim ile görüşmek önemlidir. Doktorunuz, durumunuzu değerlendirip gerekli testleri yaparak size en uygun tedaviyi önerecektir. Boş gebelik durumu, doktor gözetiminde takip edilmelidir.



Molar (Boş) Gebelik Nedir?

Boş gebelik, tıp literatüründe “molar gebelik” olarak da adlandırılan bir durumdur. Bu durumda, döllenmiş yumurta rahim içine yerleşir, ancak embriyo gelişmez veya gelişimini tamamlayamaz. Bu nedenle, normal bir gebelikte olması gereken embriyo veya fetusun yerine, anormal hücre grupları (trofoblastlar) hızla çoğalır. Bu durum, rahim içinde boş bir kesenin oluşmasına ve gebelik semptomlarına rağmen gerçek bir fetusun bulunmamasına yol açar.

Boş gebelik genellikle genetik anormallikler sonucu ortaya çıkar. Bu durumu yaşayan kadınlar genellikle hamilelik belirtileri gösterir, ancak ultrason veya diğer tıbbi görüntüleme yöntemleriyle gerçek bir fetusun olmadığı tespit edilir. Boş gebelik, kendiliğinden düşük (spontan abortus) veya cerrahi müdahale ile sonlandırılabilir.

Boş gebelik, genellikle bir anormallik olduğu için bir sonraki gebelikte tekrarlanma riski düşüktür, ancak yine de uzman hekim tarafından dikkatlice takip edilmelidir. Boş gebelik yaşayan kadınlar genellikle duygusal olarak zorlayıcı bir deneyim yaşarlar, bu nedenle psikolojik destek ve danışmanlık almak önemlidir.



Boş gebelik tedavisi nasıl olur?

Boş gebelik, embriyo veya fetusun gelişimini tamamlayamadan rahim içindeki gebelik kesesinin oluştuğu bir durumu ifade eder. Bu durumda, gebelik belirtileri (örneğin, adet gecikmesi, mide bulantısı) devam edebilir, ancak ultrason veya diğer tıbbi testlerle yapılan incelemelerde embriyo veya fetusun rahim içinde gelişmediği tespit edilir.

Boş gebelik tedavisi genellikle şu yöntemleri içerir:

Bekle ve İzle: Bir boş gebelik durumunda, doğal olarak düşük gerçekleşebilir. Doktor, bekleyip gözlemlemeyi tercih edebilir, çünkü vücut genellikle kendiliğinden gebeliği dışarı atar. Ancak, bu süreç birkaç hafta sürebilir ve komplikasyon riski olabilir.

İlaçla Düşük İndüksiyonu: Doktorlar, rahmin kasılmasını teşvik eden ilaçları reçete edebilir. Misoprostol gibi prostaglandin türevleri kullanılarak rahim kasılmaları uyarılır, böylece gebelik dışarı atılır.

Cerrahi Müdahale: Eğer doğal düşük veya ilaç kullanımı etkili olmazsa, doktorlar cerrahi müdahale önerebilir. Evakuasyon adı verilen bir işlemle, rahim içindeki gebelik materyali temizlenir.

Destekleyici Tedavi: Boş gebelik sonrasında fiziksel ve duygusal destek önemlidir. Bu süreç genellikle duygusal olarak zorlayıcı olabilir, bu nedenle doktorlar veya danışmanlar, hastalara destek sağlamak için önerilebilir.

Her durum farklıdır ve tedavi seçenekleri bireysel ihtiyaçlara göre belirlenir. Bu nedenle, boş gebelik durumunda, bir sağlık profesyoneli ile iletişime geçmek ve uygun tedavi planını belirlemek önemlidir.



Boş Gebeliğin Nedenleri Nelerdir?

Boş gebelik, yumurtanın spermle döllenmesi sonucu oluşan bir gebelik, ancak embriyo gelişmez veya rahim içinde ilerlemezse ortaya çıkan bir durumdur. Boş gebelik nedenleri genellikle genetik veya çevresel faktörlere bağlı olabilir. İşte boş gebeliğe yol açabilecek bazı olası nedenler:

Genetik Anomaliler: Embriyonun genetik yapısındaki anormallikler, embriyonun normal gelişimini engelleyebilir.

Kromozomal Sorunlar: Yumurta veya sperm hücrelerindeki kromozomal bozukluklar, embriyonun düzgün bir şekilde gelişmesini engelleyebilir.

Annenin Yaşı: Anne adayının yaşı, boş gebelik riskini etkileyebilir. Özellikle ileri yaş gebeliklerde, genetik anormalliklerin görülme olasılığı artabilir.

Rahim Anomalileri: Rahimdeki yapısal anormallikler, embriyonun tutunmasını veya gelişimini engelleyebilir.

Hormonal Sorunlar: Hormonal dengesizlikler, gebeliğin sürdürülmesini zorlaştırabilir.

Yumurtlama Sorunları: Yumurtlama bozuklukları veya düzensiz ovülasyon, boş gebelik riskini artırabilir.

Enfeksiyonlar: Rahim içi enfeksiyonlar veya diğer sağlık sorunları, embriyonun gelişimini olumsuz etkileyebilir.

İmmünolojik Sorunlar: Anne vücudu, embriyonun yabancı bir madde olarak algılanabilir ve bağışıklık sistemi tarafından reddedilebilir.

Doğuştan Gelen Anormallikler: Anne veya baba tarafından geçen genetik faktörler, embriyonun gelişimini etkileyebilir.

Boş gebelik nedenleri karmaşık olabilir ve birçok durumda kesin neden belirlenemeyebilir. Ancak, bir kişi boş gebelik yaşarsa, sağlık uzmanına başvurarak durumu değerlendirmesi ve gelecekteki gebelikleri için plan yapması önemlidir. Bu tür durumlarda mutlaka uzman hekime başvurun

 



Boş Gebelik Belirtileri

Boş gebelik, gebelik kesesinin oluştuğu, ancak embriyonun gelişmediği durumu ifade eder. Boş gebelik belirtileri genellikle normal bir gebelikle benzerlik gösterir, ancak embriyo gelişmediği için belirtiler daha hafif olabilir. Boş gebelik belirtileri şunları içerebilir:

Adet Gecikmesi: Adet döneminde gecikme olabilir, çünkü vücut hala gebelik hormonu olan hCG (human chorionic gonadotropin) üretiyor olabilir.

Hafif Vaginal Kanama: Hafif vajinal kanama veya lekelenme görülebilir. Bu, rahim iç zarının dökülmesiyle ilişkilendirilebilir.

Gebelik Belirtilerinin Hafif Olması: Normal gebelik belirtileri, örneğin sabah bulantıları, göğüs hassasiyeti gibi belirtiler normalden daha hafif olabilir.

Ultrasonda Embriyonun Görülmemesi: Bir ultrason muayenesinde gebelik kesesi görülebilir, ancak embriyo gelişmemiş olabilir. Bu durumda, boş gebelik teşhisi konabilir.

Adet Dönemi Benzeri Kramp ve Ağrılar: Boş gebelik sırasında, rahim iç zarının dökülmesi nedeniyle adet dönemi benzeri kramp ve ağrılar yaşanabilir.

Boş gebelik belirtileri, bir doktor tarafından doğrulanmalıdır. Eğer şüpheli bir durum yaşıyorsanız veya belirtileriniz varsa, hemen uzman hekime başvurun.  Boş gebelik, genellikle gebeliğin başlamasıyla birlikte meydana gelir, bu nedenle düzenli olarak prenatal bakım almak ve gebelik belirtilerini takip etmek önemlidir.



Sosyopat Narsist midir?

Sosyopati ve narsizm, psikolojik bozukluklar olup birbirinden farklıdır, ancak bazen özellikle antisosyal kişilik bozukluğu gibi durumlarda bu iki özellik bir arada bulunabilir. Sosyopati, resmi tanımlar arasında yer almaz, ancak klinik literatürde genellikle antisosyal kişilik bozukluğu (ASPD) olarak adlandırılan bir durumu ifade eder.

Sosyopati, genellikle duygusal empati eksikliği, diğer insanların haklarına saygısızlık, yasal normları ihlal etme eğilimi, yalan söyleme, manipülasyon yetenekleri gibi özellikleri içerir. Bu bireyler genellikle sorumluluk almakta zorlanır, suç işleme eğilimindedir ve başkalarının duygusal veya fiziksel zarar görmesine aldırmazlar.

Narsisizm ise bir kişilik özelliği olup, bireyin kendini önemli, özel ve üstün hissetme eğilimini içerir. Narsistik kişilik bozukluğu (NKB), bu özelliklerin aşırı ve patolojik bir düzeyde olması durumunu ifade eder. Narsist bireyler genellikle başkalarını manipüle etme, kendi başarılarını abartma, diğer insanları sürekli olarak övmeleri gibi özelliklere sahip olabilirler.

Bir kişi her iki özelliğe de sahipse, yani hem antisosyal hem de narsistik özelliklere sahipse, bu durum “sosyopatik narsizm” olarak adlandırılabilir, ancak bu terim resmi bir tanı değildir ve bir kişinin belirli bir psikolojik durumunu tanımlamak için kullanılmaz. Tanı konması ve tedavi için uzman bir psikolog veya psikiyatriste başvurmak önemlidir.



Beyne Pıhtı Atmasının Belirtileri

Beyne pıhtı atması, bir damarın tıkanması sonucu beyin dokusuna yeterli kan akışının sağlanamaması durumudur ve ciddi bir tıbbi acil durumdur. Beyin pıhtısı veya inme belirtileri kişiden kişiye değişebilir, ancak genel olarak şu belirtiler görülebilir:

Yüzde Asimetrik Düşüklük:

Bir tarafın yüz kaslarında zayıflık veya düşüklük. Kişi sık sık tek bir yana çarpık bir şekilde gülümsüyormuş gibi görünebilir.

Kol ve Bacak Zayıflığı:

Bir kol veya bacakta ani zayıflık veya felç. Bu genellikle vücudun bir tarafında meydana gelir.

Konuşma Bozukluğu:

Aniden konuşma güçlüğü, anlama sorunu veya anlamsız konuşma. Kişi kelime bulmakta zorlanabilir veya normalden farklı konuşabilir.

Ani Baş Ağrısı:

Şiddetli ve ani baş ağrısı, özellikle başka belirtilerle birlikte olduğunda, beyin pıhtısı belirtisi olabilir.

Gözle İlgili Sorunlar:

Ani görme kaybı, çift görme veya gözde kararmalar.

Denge Kaybı ve Koordinasyon Problemleri:

Aniden dengesizlik, yürüme güçlüğü veya koordinasyon kaybı.

Şiddetli Baş Dönmesi:

Ani ve şiddetli baş dönmesi, bazen denge kaybıyla birlikte.

Bir kişide bu belirtiler görüyorsanız, hemen acil medikal yardım almak önemlidir. İnme acil bir durumdur ve mümkün olan en kısa sürede profesyonel yardım alınmalıdır. İnme tedavi edilebilir bir durumdur, ancak hızlı müdahale hayati önem taşır.

 



Beyne Pıhtı Atması

Beyne pıhtı atması, tıp literatüründe “beyin damar tıkanıklığı” veya “beyin damar tıkanması” olarak bilinen bir durumu ifade eder. Beyin pıhtı atması, genellikle bir kan damarındaki pıhtı nedeniyle beyin dokusuna yeterli oksijen ve besin gitmemesi sonucu meydana gelir. Bu durum, beyin fonksiyonlarına zarar verebilir ve ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir.

Beyin pıhtı atmasının iki ana türü vardır:

İskemik İnme: Bu tip beyin pıhtı atması, genellikle bir damarın tıkanması sonucu oluşur. Pıhtı, damar içindeki kan akışını engeller ve bu da beyin dokusuna giden oksijenin ve besin maddelerinin azalmasına neden olur.

Hemorajik İnme: Bu tip beyin pıhtı atması, genellikle bir damarın yırtılması sonucu oluşur ve kan damarından sızan kan, beyin dokusuna baskı yapar. Hemorajik inmeler genellikle damar duvarındaki zayıflık veya anevrizma gibi sorunlardan kaynaklanır.

Beyin pıhtı atması belirtileri arasında şunlar bulunabilir:

Ani şiddetli baş ağrısı

Yüzde, kollarda veya bacaklarda uyuşma veya güçsüzlük

Ani görme kaybı veya bulanık görme

Konuşma güçlüğü veya anlama zorluğu

Baş dönmesi veya denge kaybı

Beyin pıhtı atması acil tıbbi müdahale gerektirir. Hızlı bir şekilde tedavi edilmediğinde, kalıcı beyin hasarı veya ölüme neden olabilir. Acil durumda 112 veya acil tıbbi yardım hattını aramak önemlidir. Beyin pıhtı atması risk faktörleri arasında yüksek tansiyon, diyabet, sigara içme, aşırı alkol tüketimi, obezite ve genetik faktörler bulunabilir. Bu risk faktörlerini kontrol etmek ve sağlıklı bir yaşam tarzını sürdürmek, beyin pıhtı atması riskini azaltmaya yardımcı olabilir.



Beyne Pıhtı Atması Tedavisi Nasıl Olur?

Beyne pıhtı atması, bir damarın tıkanması sonucu beyne yeterli kan akışının engellenmesi durumudur ve ciddi bir tıbbi acil durumdur. Beyne pıhtı atması tedavisi, acil müdahale gerektirir ve tedavi süreci hastanın durumuna bağlı olarak değişebilir. İşte genel olarak uygulanan tedavi yöntemleri:

İlaç Tedavisi:

Trombolitik ilaçlar: Pıhtının çözülmesine yardımcı olabilir.

Antikoagülanlar: Kanın pıhtılaşmasını önleyebilir.

Antiplatelet ilaçlar: Kan pulcuklarının yapışmasını önleyerek pıhtı oluşumunu engelleyebilir.

Kan Basıncı Kontrolü:

Yüksek tansiyon, beyin damarlarının zarar görmesine neden olabilir. Bu nedenle, kan basıncının kontrol altında tutulması önemlidir.

Damar Açıcı İlaçlar:

Damar genişletici ilaçlar, kan akışını artırabilir ve beyin dokusunu besleyebilir.

Cerrahi Müdahale:

Pıhtı, damar tıkanıklığını gidermek için cerrahi müdahale gerektirebilir.

Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon:

Felç veya diğer nörolojik sonuçları olan hastalar için fizik tedavi ve rehabilitasyon programları önerilebilir.

Tedavi planı, hastanın durumuna, pıhtının tipine ve büyüklüğüne, semptomlara, hastanın genel sağlık durumuna ve diğer faktörlere bağlı olarak belirlenir. Acilen tıbbi yardım alınması ve bir uzman doktor tarafından değerlendirilmesi, tedavi sürecinin başarı şansını artırabilir. Beyne pıhtı atması durumu hayati bir öneme sahip olduğu için vakit kaybetmeden tıbbi yardım almak önemlidir.



Beyne Pıhtı Atması Neden Olur?

Beyne pıhtı atması, genellikle damar tıkanıklığına bağlı olarak ortaya çıkan bir durumdur. Beyin pıhtıları, kan damarlarını tıkayarak normal kan akışını engeller ve bu da beyin dokusuna yeterli oksijen ve besin maddesi ulaşmasını engeller. Bu durum, felç gibi ciddi sonuçlara yol açabilir.

Beyin pıhtısı genellikle şu nedenlerle meydana gelebilir:

Ateroskleroz (damar sertliği): Kan damarlarının iç yüzeyinde yağ ve kolesterol birikintileri oluşabilir, bu da damarların daralmasına ve tıkanmasına neden olabilir.

Tromboemboli: Kalp krizi veya bacak damarlarında oluşan pıhtılar, kan akışıyla beyine taşınarak burada tıkanıklıklara yol açabilir.

Atrial Fibrilasyon: Kalp atriyumlarının düzensiz ve hızlı kasılması sonucu oluşan bu durum, kalpten atılan kanın pıhtı oluşturma riskini artırabilir. Bu pıhtılar beyine ulaştığında felce neden olabilir.

Hipertansiyon (yüksek tansiyon): Yüksek kan basıncı, damarların zedelenmesine ve plak oluşumuna neden olarak pıhtı oluşumunu artırabilir.

Diyabet: Diyabet, damar duvarlarına zarar vererek aterosklerozu hızlandırabilir ve pıhtı riskini artırabilir.

Sigara içme: Sigara içmek, damar sertliği ve kan pıhtılaşma riskini artırabilir.

Yaş: Yaş ilerledikçe damar duvarları zayıflayabilir ve pıhtı oluşma riski artabilir.

Beyin pıhtısı durumu acil tıbbi müdahale gerektiren ciddi bir durumdur. Belirtileri arasında ani başlayan şiddetli baş ağrısı, felç, konuşma bozuklukları, yüzde asimetri gibi bulgular yer alabilir. Bu tür belirtilerle karşılaşıldığında derhal sağlık profesyonelleriyle iletişime geçmek önemlidir. Beyin pıhtısı tedavisi, hastanın durumuna bağlı olarak kan pıhtısını çözmeye yönelik ilaçlar veya cerrahi müdahale içerebilir.



Beyne Pıhtı Atması Nasıl Teşhis Edilir?

Beyne pıhtı atması teşhisi koymak için genellikle uzman hekimler tarafından yapılan çeşitli tıbbi testler ve görüntüleme yöntemleri kullanılır. İşte bu teşhis sürecinde kullanılan yaygın yöntemler:

Nörolojik Muayene: Bir nörolog veya acil servis doktoru, hastanın nörolojik durumunu değerlendirmek için bir dizi test yapabilir. Bu muayene, konuşma yeteneği, görme, kas kontrolü, denge ve diğer nörolojik fonksiyonları içerebilir.

Görüntüleme Testleri:

Bilgisayarlı Tomografi (BT) Taraması: Beyin kanaması veya pıhtı atması gibi durumları belirlemek için kullanılabilir.

Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG): Beyin dokusunu ayrıntılı bir şekilde gösterir ve kan damarlarındaki problemleri değerlendirmek için kullanılabilir.

Anjiyografi: Kan damarlarının görüntülenmesine yardımcı olan bir yöntemdir. Kontrast madde kullanılarak damarların detaylı bir şekilde incelenmesini sağlar.

Kan Testleri: Bazı kan testleri, pıhtılaşma faktörlerini ve diğer kan parametrelerini ölçerek pıhtı atması riskini değerlendirebilir.

Elektrokardiyografi (EKG): Kalp ritmi ve elektriksel aktivitesini ölçer. Bazı durumlarda, kalp kaynaklı pıhtı olasılığını değerlendirmek için kullanılabilir.

Lomber Punktur (Beyin Omurilik Sıvısı İncelemesi): Bu test, beyin omurilik sıvısının örnek alınarak incelenmesini içerir ve bazı durumlarda nedeni belirlemede yardımcı olabilir.

Karotis Doppler Ultrasonografi: Bu test, boyun arterlerinin (karotis arterler) içindeki kan akışını değerlendirmek için kullanılır. Bu, beyne giden kan akışındaki potansiyel problemleri belirlemede yardımcı olabilir.

Pıhtı atması belirtileri yaşanıyorsa veya bu tür bir durum şüpheleniliyorsa, hemen bir sağlık profesyoneli ile iletişime geçmek önemlidir. Bu kişiler, uygun testleri ve değerlendirmeleri yaparak doğru teşhisi koyabilir ve tedavi sürecini başlatabilir. Teşhis ve tedavi süreci hastanın durumuna bağlı olarak değişebilir.

 



Beyincik Sarkmasının İlerlemesi ve Etkisi

Beyincik sarkması, beyin dokusunun küçük beyincik (cerebellum) kafatası içinde bulunan bir açıklıktan aşağı doğru sarkması durumudur. Bu durum genellikle Arnold Chiari malformasyonu adı verilen bir durumun bir belirtisi olarak ortaya çıkar. Chiari malformasyonu genellikle doğuştan gelir ve beyincik, normalden daha aşağı bir konumda bulunur.

Beyincik sarkması olan bireylerde belirtiler değişebilir ve hafiften şiddetliye kadar değişebilir. Belirtiler arasında baş ağrıları, baş dönmesi, denge sorunları, kas zayıflığı ve koordinasyon eksikliği bulunabilir. Ayrıca, sıvıyı düzenleyen yapıların etkilenebileceği hidrosefali (beyin omurilik sıvısı birikimi) gibi komplikasyonlar da ortaya çıkabilir.

Tedavi genellikle semptomları hafifletmeyi ve ilerlemeyi durdurmayı amaçlar. Cerrahi müdahale, beyincik sarkmasını düzeltmeye yönelik olabilir. Ancak, cerrahi riskli olabilir ve tamamen düzelme garantisi yoktur.

Beyincik sarkması olan bireylerin yaşam beklentisi, semptomların şiddeti, komplikasyonların varlığı ve tedaviye olan yanıtları gibi birçok faktöre bağlı olarak değişebilir. Uygulanan tedavinin etkisi, hastanın genel sağlık durumu ve yaşam tarzı da bu süreci etkiler. Bu nedenle, beyincik sarkması olan bir bireyin yaşam beklentisi kişiseldir ve genel bir kılavuz vermek zordur. Tedavi ve yönetimle ilgili kararlar genellikle bir uzman doktorun önerilerine ve hastanın spesifik durumuna dayanır.



Beyincik Sarkması Çeşitleri Nelerdir?

Beyincik sarkması, beyincik dokusunun normal yerinden aşağı doğru bir boşluğa doğru sarkması anlamına gelir. Bu durum genellikle beyincik tonusunu etkileyen bir sorun sonucunda ortaya çıkar. Beyincik sarkması (tonsiller ektopi), genellikle Arnold Chiari malformasyonu adı verilen bir durumla ilişkilidir. Beyincik sarkmasının genelde dört farklı tipi vardır:

Chiari Tip 1: Bu tip sarkma genellikle belirti vermez ve tesadüfen yapılan bir beyin görüntüleme testi sırasında keşfedilebilir. Belirtiler olmadığı için tedaviye gerek olmayabilir.

Chiari Tip 2: Bu tip, genellikle doğuştan gelen bir durumdur ve Arnold-Chiari malformasyonu ile birlikte görülür. Bu durum genellikle sıvı dolu bir kesecik olan hidrosefali ile ilişkilidir.

Chiari Tip 3: Bu tip, beyincik ve beyin sapının bir kısmının bir kese içinde kafatasının dışına doğru sarktığı nadir bir durumdur. Bu durum genellikle ağır nörolojik problemlere neden olur.

Chiari Tip 4: Bu tip, beyincik dokusunun normal yerine doğru gelişmediği bir durumu ifade eder. Bu durum genellikle doğuştan gelir ve genellikle ölümcül olabilir.

Tedavi genellikle belirtilere ve sarkmanın tipine bağlı olarak değişir. Hafif belirtileri olan kişilerde tedaviye ihtiyaç olmayabilir, ancak ciddi durumlarda cerrahi müdahale gerekebilir. Beyincik sarkmasıyla ilgili belirtiler ya da şüpheleriniz varsa, bir sağlık profesyoneli ile görüşmek önemlidir.



Beyincik Sarkması Tedavisi

Beyincik sarkması, genellikle bir tür beyin hastalığı olan Arnold Chiari malformasyonu adı verilen bir durumu ifade eder. Beyincik, beyinde bulunan bir bölgedir ve sarkması durumunda bu bölge normalden aşağıya doğru yer değiştirebilir. Bu durum genellikle doğuştan gelir, ancak bazen travma, enfeksiyon veya diğer nedenlerle de ortaya çıkabilir.

Arnold Chiari malformasyonu tedavisi genellikle cerrahi müdahaleyi içerir. Cerrahi, beyincik sarkmasını düzeltmeyi amaçlar. Cerrahi seçenekler şunları içerebilir:

Dekompresyon Cerrahisi: Bu işlemde, beynin altındaki kemik ve dokular çıkarılır veya yeniden şekillendirilir. Bu, beyincik sarkmasını düzeltmeye ve beynin normal işlevini sürdürmeye yardımcı olabilir.

Şant Plasmanı: Beyin omurilik sıvısının (beyin ve omurilik etrafındaki sıvı) normal akışını sağlamak için şant yerleştirilebilir. Bu, intrakraniyal basıncı kontrol etmeye yardımcı olabilir.

Cerrahi sonrası rehabilitasyon ve fizik tedavi de hastanın iyileşme sürecini destekleyebilir. Ancak, tedavi planı her hasta için farklı olabilir. Bu nedenle, kişiselleştirilmiş bir tedavi planı oluşturmak için bir nörolog veya cerrah ile iş birliği yapılması önemlidir.

Tedavi seçenekleri ve prosedürler, hastanın belirli durumuna, semptomlarına ve genel sağlık durumuna bağlı olarak değişebilir. Bu nedenle, beyincik sarkması şüphesi olan bir kişi bir sağlık profesyoneli ile görüşmelidir. Hastalığın durumu ve uygun tedavi seçenekleri, uzman bir doktor tarafından belirlenmelidir.



Beyincik Sarkması Tanısı

Beyincik sarkması, beyincik dokusunun normal konumundan aşağı doğru kayması anlamına gelir. Bu durum genellikle Arnold-Chiari malformasyonu olarak bilinir. Arnold-Chiari malformasyonu genetik faktörler, doğuştan gelen yapısal anormallikler veya diğer nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir.

Beyincik sarkması tanısı genellikle bir doktor tarafından konur. Tanı için şu adımlar izlenebilir:

Hastalık Öyküsü ve Fizik Muayene: Doktor, hastanın semptomlarını ve sağlık geçmişini değerlendirecek ve fizik muayene yapacaktır.

Görüntüleme Testleri:

Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG): Beyin ve omurilik yapısını detaylı bir şekilde görmek için MRG kullanılabilir. MRG, beyincik sarkması ve diğer yapısal anormallikleri belirlemekte yardımcı olabilir.

Bilgisayarlı Tomografi (BT): BT taramaları da kullanılabilir ve bazen MRG ile birlikte kullanılabilir.

Başka Testler: Doktor, hastanın semptomlarına bağlı olarak başka testler de isteyebilir. Bu testler arasında spinal görüntüleme, sinir iletim testleri ve kan testleri yer alabilir.

Nörolojik Değerlendirme: Beyincik sarkması genellikle nörolojik semptomlara neden olur. Bu nedenle, bir nörolojik değerlendirme de önemlidir.

Beyincik sarkması genellikle cerrahi müdahale gerektiren bir durumdur. Cerrahi seçenekler, beyincik sarkmasını düzeltmeyi amaçlayan bir ameliyat içerebilir. Tedavi planı, hastanın semptomlarına, genel sağlık durumuna ve diğer faktörlere bağlı olarak belirlenir. Bu nedenle, beyincik sarkması şüphesi durumunda bir sağlık profesyoneli ile görüşmek önemlidir.

 



Beyincik Sarkması Nedir?

“Beyincik sarkması” terimi, genellikle beyincik herniasyonu olarak bilinen bir tıbbi durumu ifade eder. Beyincik, beyin yapılarından biridir ve beyin sapının altında bulunur. Beyincik herniasyonu, beyincik dokusunun normal konumundan çıkarak kafatası içindeki diğer bölgelere doğru baskı yapması durumunu ifade eder.

Beyincik herniasyonu genellikle baş yaralanmaları, intrakraniyal basınç artışı, tümörler veya diğer nedenlerle ortaya çıkabilir. Bu durum, kafatası içindeki alanın sınırlı olması nedeniyle ciddi sorunlara yol açabilir. Beyincik herniasyonu, beyin sapı ve omurilikle ilgili önemli fonksiyonları kontrol eden beyincik bölgesine zarar verebilir.

Bu tür bir durum, acil tıbbi müdahale gerektirebilir, çünkü beyincik herniasyonu yaşayan kişilerde solunum, kalp atış hızı ve diğer hayati fonksiyonlar etkilenebilir. Beyincik herniasyonuyla ilgili belirtiler arasında şuur kaybı, solunum güçlüğü, kas güçsüzlüğü ve koordinasyon bozukluğu bulunabilir. Bu tür belirtilerle karşılaşıldığında derhal tıbbi yardım alınması önemlidir.



Beyincik Sarkmasının Nedenleri

“Beyincik sarkması” terimi genellikle bir kişinin beyincik bölgesindeki bir kısmın normal konumundan düşmesini ifade eder. Beyincik, beyin anatomisinin bir parçasıdır ve vücut koordinasyonu, denge ve motor kontrolünde önemli bir rol oynar.

Beyincik sarkması, genellikle Arnold Chiari malformasyonu olarak adlandırılan bir durumla ilişkilidir. Arnold Chiari malformasyonu, genetik faktörler, genetik mutasyonlar veya anne karnındaki gelişim sırasında ortaya çıkan bir problem nedeniyle oluşabilir. Bu durumda, beyincik, kafatasının altındaki omurilik kanalına doğru yer değiştirir.

Beyincik sarkması genellikle semptomlara neden olmayabilir ve bir kişi yaşam boyu fark etmeyebilir. Ancak bazı durumlarda, belirtiler şunları içerebilir:

Baş ağrıları: Özellikle boyun bölgesinde şiddetli baş ağrıları.

Baş dönmesi: Vertigo ve denge kaybı.

Koordinasyon problemleri: El ve ayaklarda koordinasyon eksikliği.

Yürüme sorunları: Dengesizlik, düzensiz yürüme.

Yüz ağrısı: Yüz bölgesinde ağrı ve hissizlik.

Tedavi genellikle semptomlara yöneliktir ve şiddetli durumlarda cerrahi müdahale gerekebilir. Arnold Chiari malformasyonu vakalarında, cerrahi olarak beyincik sarkması düzeltilmeye çalışılabilir.

Beyincik sarkması durumu, genellikle bir nörolog veya nöroşirurji uzmanı tarafından değerlendirilmeli ve yönetilmelidir. Hastalığın seyrini değerlendirmek ve uygun tedaviyi belirlemek için bir sağlık profesyoneli ile görüşmek önemlidir.



Beyincik Sarkması İlerlerme Süreci

Beyincik sarkması, genellikle “Chiari malformasyonu” olarak adlandırılan bir durumu ifade eder. Chiari malformasyonu, beyincik adı verilen bir bölgenin kafatasının altındaki omuriliğe doğru sarkması anlamına gelir. Beyincik, beyin sapının altında bulunan ve vücudun denge ve koordinasyonundan sorumlu olan bir bölgedir.

Chiari malformasyonu genellikle doğuştan gelir, ancak belirtiler genellikle ergenlik veya erken yetişkinlik döneminde ortaya çıkar. Bu durum, genellikle kafatasındaki kemiklerin ve omurilikteki sıvının normal olmayan bir şekilde büyümesi sonucu ortaya çıkar.

Belirtiler arasında baş ağrıları, boyun ağrıları, baş dönmesi, bulantı, koordinasyon sorunları ve kas zayıflığı yer alabilir. İlerleme durumu bireyden bireye değişebilir.

Chiari malformasyonu teşhisi, genellikle nörolojik muayene, görüntüleme testleri (MRI gibi) ve belirtilerin şiddetine bağlı olarak belirlenir. Tedavi genellikle cerrahi müdahaleyi içerir, ancak tedavi planı bireyin belirtilerine ve durumunun ciddiyetine bağlı olarak değişebilir.

Eğer böyle bir durumdan şüpheleniyorsanız, bir sağlık profesyoneliyle görüşmeniz önemlidir. Sizin durumunuza özel bir değerlendirme yapılmalı ve uygun tedavi planı belirlenmelidir.

 



Beyincik Sarkmasının Belirtileri

Beyincik sarkması, beyincik dokusunun normal konumundan aşağı doğru kayması anlamına gelir. Beyincik, beyin yapısının bir parçasıdır ve vücudun denge ve koordinasyonunu sağlamak gibi önemli görevleri vardır. Beyincik sarkması, genellikle arka kafatası bölgesindeki kemik açıklıklarından aşağıya doğru sarkması olarak tanımlanır. Ancak, beyincik sarkmasının belirtileri kişiden kişiye değişebilir ve şiddeti farklılık gösterebilir. Bazı yaygın belirtiler şunlar olabilir:

Baş Ağrısı: Beyincik sarkması, baş ağrısı gibi baş ağrısı türlerine neden olabilir. Bu baş ağrısı genellikle arka kafada lokalize olabilir.

Baş Dönmesi ve Dengesizlik: Beyincik, denge ve koordinasyonu düzenlemede önemli bir rol oynar. Beyincik sarkması, baş dönmesi, dengesizlik ve yürüme sorunlarına yol açabilir.

Bulantı ve Kusma: Beyincik sarkması, iç kulak ve kusma merkezini etkileyebileceği için bulantı ve kusmaya neden olabilir.

Nistagmus: Gözlerin anormal bir şekilde hareket etmesine neden olan nistagmus, beyincik sarkmasının bir belirtisi olabilir.

Koordinasyon Problemleri: Beyincik, vücudun kaslarını ve hareketlerini düzenleme konusunda önemli bir rol oynar. Beyincik sarkması, el ve ayaklarda koordinasyon problemlerine neden olabilir.

İstemsiz Kas Kasılmaları: Beyincik sarkması, istemsiz kas kasılmalarına veya titremelere neden olabilir.

Belirtiler kişiden kişiye değişebilir ve bazı durumlarda hafif olabilirken diğer durumlarda daha belirgin olabilir. Eğer beyincik sarkması şüphesi varsa veya belirtiler yaşanıyorsa, bir sağlık profesyoneli tarafından değerlendirilmesi önemlidir. Bu tür durumlar için nörolog veya beyin cerrahı gibi uzman bir doktora başvurmak önerilir.

 



Beyincik Sarkması Operasyonu

Beyincik sarkması, beyincik adı verilen küçük bir beyin bölgesinin kafatası içindeki alt kısmından sarkması durumunu ifade eder. Bu durum genellikle Arnold Chiari malformasyonu olarak adlandırılır. Beyincik sarkması ciddi bir durum olabilir ve belirtileri baş ağrısı, baş dönmesi, koordinasyon problemleri ve diğer nörolojik semptomları içerebilir.

Beyincik sarkması durumunda, cerrahi müdahale genellikle tedavi için tercih edilen yöntemdir. Ancak, ameliyat türü ve yaklaşımı hasta özelinde değişebilir. Bu tür bir ameliyat genellikle nöroşirurjik uzmanlar tarafından gerçekleştirilir. İşte genel olarak beyincik sarkması ameliyatının nasıl yapıldığına dair bir açıklama:

Tanı ve Değerlendirme: Hastanın semptomlarına ve nörolojik durumuna dayanarak, doktorlar genellikle çeşitli görüntüleme testleri (MRI gibi) kullanarak beyincik sarkmasını teşhis ederler. Bu, ameliyatın yapılması gerekip gerekmediğini belirlemek için önemlidir.

Cerrahi Planlama: Eğer beyincik sarkması ameliyatı gerekiyorsa, cerrahi ekip ameliyatı planlar. Bu, ameliyatın nasıl gerçekleştirileceğini, hangi bölümlerin düzeltilmesi gerektiğini ve diğer detayları içerir.

Ameliyat Günü: Hastanın genellikle genel anestezi altında olduğu bir ortamda ameliyat gerçekleştirilir. Cerrahi ekip, kafatasını açarak beyincik bölgesine ulaşır.

Düzeltme ve Stabilizasyon: Beyincik sarkması genellikle kafatası ile omurga arasında basıncın azaltılması ve düzeltilmesi gerektiği bir durumdur. Cerrahi ekip, bu düzeltmeyi yapmak ve beyincik bölgesini stabilize etmek için gerekli olan adımları atar.

Kafatası Kapatma ve İyileşme: Beyincik sarkması düzeltildikten sonra, kafatası kapatılır ve hastanın iyileşmesi için izin verilir. İyileşme süreci hastadan hastaya değişebilir ve genellikle yoğun bir takip ve rehabilitasyon gerektirebilir.

Her hasta benzersizdir ve cerrahi müdahale planı kişiselleştirilmiş olmalıdır. Bu nedenle, beyincik sarkması şüphesi olan kişilerin uzman bir nöroşirurji ekibi ile görüşmeleri ve detaylı bir değerlendirme almaları önemlidir.

 



Ben aldırma operasyonu nedir? Nasıl yapılır?

Bu operasyon insan vücudunda bulunan mevcut benlerin kişinin görünümüne olan algısını değiştirmek için kozmetik olarak ya da benlerin özelliklerinde olan ciddi değişimlerden dolayı kötü huylu olan benlerin alınması cerrahi operasyondur.

Bu operasyon mutlaka profesyonel hekim tarafından yapılmalıdır. Bu operasyon içinde traşlama ve eksizyon gibi çeşitli teknikler kullanılmaktadır.



Bel Kaymasının Belirtileri Nelerdir?

Bel kayması, omurganın normal yerinden kayması anlamına gelir. Bel kayması, genellikle omurganın alt kısmında, özellikle bel bölgesinde meydana gelir. Bel kaymasının belirtileri kişiden kişiye değişebilir, ancak genel olarak aşağıdaki belirtiler ortaya çıkabilir:

Bel ağrısı: Ağrı genellikle bel bölgesinde yoğunlaşabilir ve zamanla artabilir.

Sırt ağrısı: Bel kayması, omurga bölgesindeki yapıların etkilenmesi nedeniyle sırt ağrısına da yol açabilir.

Kas gerginliği: Omurganın normal yerinden kayması, çevresindeki kaslarda gerginlik ve spazmlara neden olabilir.

Eğrilik ve postür değişiklikleri: Bel kayması, kişinin postüründe değişikliklere ve omurganın eğrilmesine neden olabilir.

Uyuşma ve güçsüzlük: Bel kayması, omurilik veya sinir köklerine baskı yapabilir, bu da bacaklarda uyuşma, karıncalanma veya güçsüzlük gibi sorunlara neden olabilir.

Ayakta durma veya yürümede zorluk: Bel kayması ilerledikçe, kişi ayakta durmakta veya yürümekte zorlanabilir.

Bacaklarda ağrı: Bel kayması nedeniyle omurilik veya sinir köklerine baskı yapılması durumunda bacaklarda ağrı ortaya çıkabilir.

Eğer bel kayması şüphesi varsa veya bu tür belirtiler yaşanıyorsa, bir sağlık profesyoneli ile görüşmek önemlidir. Bu belirtiler, bel kaymasının yanı sıra başka omurga sorunlarının da işareti olabilir. Teşhis ve tedavi için bir doktora danışmak önemlidir.



Bel Kaymasına Sebep Olan Faktörler Nelerdir?

Bel kayması, bel omurgasının anormal bir şekilde kayması veya dönmesi durumunu ifade eder. Bel kayması genellikle omurga üzerindeki baskıyı artırabilir ve bu da ağrıya, sinir sıkışmalarına ve diğer sorunlara neden olabilir. Bel kaymasına sebep olan faktörler arasında şunlar bulunabilir:

Yaşlanma: Omurga diskleri zamanla su içeriğini kaybeder ve daha az elastik hale gelir. Bu durum, disklerin yıpranmasına ve bel kaymasına yol açabilir.

Genetik Faktörler: Aile geçmişinde bel kayması veya diğer omurga sorunları olan bireylerde risk daha yüksek olabilir.

Yaralanmalar: Omurga üzerindeki travmatik yaralanmalar, bel kaymasına neden olabilir. Bu, kaza, düşme veya diğer travmatik olayları içerebilir.

Fiziksel Aktivite Düzeyi: Aşırı fiziksel aktivite veya ters hareketler, omurga üzerinde baskı oluşturabilir ve bel kaymasına neden olabilir.

Postür Sorunları: Yanlış duruş veya sürekli olarak yanlış pozisyonda oturmak, omurga üzerinde stres yaratıp bel kaymasına neden olabilir.

Obezite: Fazla kilo, omurga üzerindeki yükü artırabilir ve disklerin daha hızlı yıpranmasına neden olabilir.

Sigara İçme: Sigara içmek, omurga disklerinin dejenerasyonunu hızlandırabilir, bu da bel kaymasına katkıda bulunabilir.

Yetersiz Kas Destek: Omurga etrafındaki kaslar, omurgayı destekleyerek onu korur. Yetersiz kas desteği, bel kaymasını kolaylaştırabilir.

Omurga Hastalıkları: Bazı omurga hastalıkları, örneğin skolyoz veya spondiloliz, bel kaymasına zemin hazırlayabilir.

Osteoporoz: Kemik yoğunluğunun azalması, omurga kemiklerinin zayıflamasına ve bel kaymasına yol açabilir.

Bel kayması durumunda, bir sağlık profesyoneli tarafından değerlendirilmesi ve uygun tedavi planının belirlenmesi önemlidir. Fizik tedavi, ilaçlar, egzersizler veya cerrahi gibi çeşitli tedavi seçenekleri kullanılabilir.

 



Bel Kayması Nedir?

“Omurga bel kayması” veya tıbbi terimiyle “spondilolistezis”, omurilik omurlarının normal konumlarından çıkması anlamına gelir. Bu durum genellikle bel bölgesindeki omurların birbirlerine göre kayması veya yer değiştirmesiyle karakterizedir.

Spondilolistezis genellikle şu şekillerde sınıflandırılır:

Dysplastik Spondilolistezis: Doğuştan gelen bir durumdur ve genellikle omurların şekil bozukluklarından kaynaklanır.

İsthmik Spondilolistezis: Belirli bir bölgedeki kemikleşme veya bağ dokusu sorunlarından kaynaklanır. Spor yaralanmaları veya tekrarlayan stres bu tip spondilolistezise neden olabilir.

Degeneratif Spondilolistezis: Omurların disklerinin yaşlanması ve dejenerasyonu sonucu oluşur. Bu durum genellikle yaşlılıkla ilişkilidir.

Travmatik Spondilolistezis: Bir kaza, düşme veya başka bir travma sonucunda omurun kaymasıdır.

Spondilolistezis genellikle bel ağrısı, bacak ağrısı, uyuşma, kas güçsüzlüğü gibi semptomlara neden olabilir. Tedavi, ortaya çıkan semptomlara ve hastanın genel sağlık durumuna bağlı olarak değişebilir. Konservatif tedavi yöntemleri arasında fizik tedavi, ağrı yönetimi, egzersiz programları bulunurken, bazı durumlarda cerrahi müdahale gerekebilir. Tedavi planını belirlemede uzman bir doktorun değerlendirmesi önemlidir.



Bel Kayması Nasıl Tedavi Edilir?

Bel kayması, omurga üzerindeki disklerin yer değiştirmesi veya sıkışması sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Bel kayması tedavisi genellikle şu yöntemleri içerir:

İlaç Tedavisi:

Ağrı ve iltihapla başa çıkmak için anti-enflamatuar ilaçlar kullanılabilir.

Ağrı kesiciler belirtileri hafifletebilir.

Fizik Tedavi:

Fizik terapisti, bel kaymasından kaynaklanan ağrıyı azaltmak ve hareketi iyileştirmek için özel egzersiz programları sağlayabilir.

Masaj ve diğer fizik tedavi teknikleri de kullanılabilir.

İstirahat:

Bel kayması durumunda, beli yormamak ve iyileşmeye fırsat vermek için istirahat önemlidir. Fakat tamamen hareketsiz kalmaktan kaçınılmalıdır.

Egzersiz:

Bel kayması tedavisinde beli güçlendiren ve esnekliği artıran egzersizler önerilebilir. Ancak, yanlış egzersizler durumu kötüleştirebilir, bu nedenle uzman gözetiminde yapılmalıdır.

Duruş Düzeltme:

Doğru duruş pozisyonları öğretilerek belin düzgün bir şekilde desteklenmesi sağlanabilir.

Ergonomik Düzenlemeler:

Oturma ve yatma düzenlemeleri gibi günlük aktivitelerde ergonomik değişiklikler yapmak bel kayması semptomlarını hafifletebilir.

Soğuk ve Sıcak Uygulamalar:

Soğuk paketler veya sıcak uygulamalar bel bölgesindeki ağrı ve iltihabı azaltabilir.

Yüzeyaltı Enjeksiyonlar:

Steroid enjeksiyonları veya lokal anestezikler, bel kayması nedeniyle oluşan ağrıyı yönetmede yardımcı olabilir.

Cerrahi Müdahale:

Şiddetli durumlarda, diğer tedavi yöntemleri etkili olmazsa cerrahi müdahale düşünülebilir. Cerrahi, sıkışmış sinirleri serbest bırakmak veya diskleri düzeltmek için yapılabilir.

Bel kayması durumunda, spesifik tedavi planı bireyin durumuna ve semptomlarına bağlı olarak belirlenmelidir. Uzman bir sağlık profesyoneli tarafından yapılan bir değerlendirme sonrasında uygun tedavi yöntemleri önerilecektir. Bu nedenle, bel kayması şüphesi durumunda bir doktora başvurmak önemlidir.



Bel Kayması Nasıl Tedavi Edilir?

Bel kayması, omurga üzerindeki disklerin yer değiştirmesi veya sıkışması sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Bel kayması tedavisi genellikle şu yöntemleri içerir:

İlaç Tedavisi:

Ağrı ve iltihapla başa çıkmak için anti-enflamatuar ilaçlar kullanılabilir.

Ağrı kesiciler belirtileri hafifletebilir.

Fizik Tedavi:

Fizik terapisti, bel kaymasından kaynaklanan ağrıyı azaltmak ve hareketi iyileştirmek için özel egzersiz programları sağlayabilir.

Masaj ve diğer fizik tedavi teknikleri de kullanılabilir.

İstirahat:

Bel kayması durumunda, beli yormamak ve iyileşmeye fırsat vermek için istirahat önemlidir. Fakat tamamen hareketsiz kalmaktan kaçınılmalıdır.

Egzersiz:

Bel kayması tedavisinde beli güçlendiren ve esnekliği artıran egzersizler önerilebilir. Ancak, yanlış egzersizler durumu kötüleştirebilir, bu nedenle uzman gözetiminde yapılmalıdır.

Duruş Düzeltme:

Doğru duruş pozisyonları öğretilerek belin düzgün bir şekilde desteklenmesi sağlanabilir.

Ergonomik Düzenlemeler:

Oturma ve yatma düzenlemeleri gibi günlük aktivitelerde ergonomik değişiklikler yapmak bel kayması semptomlarını hafifletebilir.

Soğuk ve Sıcak Uygulamalar:

Soğuk paketler veya sıcak uygulamalar bel bölgesindeki ağrı ve iltihabı azaltabilir.

Yüzeyaltı Enjeksiyonlar:

Steroid enjeksiyonları veya lokal anestezikler, bel kayması nedeniyle oluşan ağrıyı yönetmede yardımcı olabilir.

Cerrahi Müdahale:

Şiddetli durumlarda, diğer tedavi yöntemleri etkili olmazsa cerrahi müdahale düşünülebilir. Cerrahi, sıkışmış sinirleri serbest bırakmak veya diskleri düzeltmek için yapılabilir.

Bel kayması durumunda, spesifik tedavi planı bireyin durumuna ve semptomlarına bağlı olarak belirlenmelidir. Uzman bir sağlık profesyoneli tarafından yapılan bir değerlendirme sonrasında uygun tedavi yöntemleri önerilecektir. Bu nedenle, bel kayması şüphesi durumunda bir doktora başvurmak önemlidir.



Bel Fıtığı Teşhisi Nasıl Konur?

Bel fıtığı, omurilik disklerinin dış tabakasının zayıflaması veya yırtılması sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Bu durum, omurga disklerinin içerisindeki jel benzeri madde olan nukleus pulposusun, dış tabakayı delip çevresindeki sinir köklerine baskı yapmasıyla meydana gelir. Bel fıtığı teşhisi, genellikle aşağıdaki adımları içerir:

Hasta Geçmişi ve Muayene: Doktor, hastanın şikayetlerini ve geçmiş sağlık durumunu anlamak için hasta ile detaylı bir görüşme yapar. Ardından, fizik muayene ile bel fıtığı belirtileri araştırılır. Bu muayene sırasında, bacaklarda güç kaybı, reflekslerde azalma, duyu kaybı gibi belirtiler incelenir.

Görüntüleme Testleri:

Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG): Bel fıtığı teşhisi genellikle MRG ile konur. MRG, omurga ve çevresindeki dokuların detaylı bir görüntüsünü sağlar. Disklerin durumu, sinir köklerine olan baskı ve diğer olası problemler MRG ile net bir şekilde görülebilir.

Bilgisayarlı Tomografi (BT) Taraması: MRG yapılamayan durumlarda veya ek bilgiye ihtiyaç duyulduğunda kullanılabilir.

Elektromiyografi (EMG) ve Sinir İletim Hızı Testleri: Bu testler, sinir hasarı ve sinir iletim hızını değerlendirmek için kullanılır. Sinir köklerine olan baskının seviyesini belirlemede yardımcı olabilir.

Röntgen Çekimi: Omurgadaki kemik değişiklikleri ve omurlar arasındaki boşlukları görmek için kullanılır. Ancak, bel fıtığı doğrudan röntgenle görülemez, bu nedenle genellikle diğer görüntüleme yöntemleri tercih edilir.

Bel fıtığı teşhisi, genellikle bu testlerin kombinasyonu ile konur. Bu süreç, belirtiler, hastanın geçmişi ve görüntüleme sonuçlarına dayanarak yapılır. Teşhis süreci bir doktorun gözetiminde gerçekleşmelidir, bu nedenle belirtileriniz varsa bir sağlık profesyoneli ile görüşmeniz önemlidir.



Bel Fıtığı Tedavisi

Omurga cerrahisi, omurga (vertebrae) ve omurilik ile ilgili problemlerin tanı, tedavi ve cerrahi müdahalelerini içeren bir cerrahi branştır. Bu branş, omurga ve omurilikle ilgili çeşitli durumları ele alır, bunlar arasında omurga kırıkları, omurga kayması, disk herniasyonları, omurilik tümörleri, skolyoz (omurga eğriliği), spondilolistezis (omurga kayması), omurilik daralması gibi durumlar bulunmaktadır.

Omurga cerrahisi uzmanları, hastaların şikayetlerini değerlendirir, radyolojik incelemeleri inceler, tanı koyar ve uygun tedavi planlarını belirler. Tedavi seçenekleri arasında konservatif yöntemler (ilaç tedavisi, fizik tedavi, egzersiz), enjeksiyonlar ve cerrahi müdahaleler bulunabilir. Cerrahi müdahaleler genellikle omurga düzeltme, omurga stabilizasyonu, diske yönelik girişimler veya tümörlerin çıkarılması gibi prosedürleri içerebilir.

Omurga cerrahisi, genellikle nörocerrahi ve ortopedik cerrahi alanlarının birleşimini temsil eder ve bu uzmanlık alanında eğitim almış cerrahlar tarafından gerçekleştirilir. Hastalar genellikle ağrı, felç, uyuşukluk veya diğer nörolojik belirtilerle başvurdukları için omurga cerrahları, hem nörolojik hem de anatomik konularda uzmanlaşmıştır.



Bel Fıtığı Nedir

Omurga cerrahisi, omurga (vertebrae) ve omurilik ile ilgili problemlerin tanı, tedavi ve cerrahi müdahalelerini içeren bir cerrahi branştır. Bu branş, omurga ve omurilikle ilgili çeşitli durumları ele alır, bunlar arasında omurga kırıkları, omurga kayması, disk herniasyonları, omurilik tümörleri, skolyoz (omurga eğriliği), spondilolistezis (omurga kayması), omurilik daralması gibi durumlar bulunmaktadır.

Omurga cerrahisi uzmanları, hastaların şikayetlerini değerlendirir, radyolojik incelemeleri inceler, tanı koyar ve uygun tedavi planlarını belirler. Tedavi seçenekleri arasında konservatif yöntemler (ilaç tedavisi, fizik tedavi, egzersiz), enjeksiyonlar ve cerrahi müdahaleler bulunabilir. Cerrahi müdahaleler genellikle omurga düzeltme, omurga stabilizasyonu, diske yönelik girişimler veya tümörlerin çıkarılması gibi prosedürleri içerebilir.

Omurga cerrahisi, genellikle nörocerrahi ve ortopedik cerrahi alanlarının birleşimini temsil eder ve bu uzmanlık alanında eğitim almış cerrahlar tarafından gerçekleştirilir. Hastalar genellikle ağrı, felç, uyuşukluk veya diğer nörolojik belirtilerle başvurdukları için omurga cerrahları, hem nörolojik hem de anatomik konularda uzmanlaşmıştır.



Bel Fıtığı Nasıl Anlaşılır?

Omurga cerrahisi, omurga (vertebrae) ve omurilik ile ilgili problemlerin tanı, tedavi ve cerrahi müdahalelerini içeren bir cerrahi branştır. Bu branş, omurga ve omurilikle ilgili çeşitli durumları ele alır, bunlar arasında omurga kırıkları, omurga kayması, disk herniasyonları, omurilik tümörleri, skolyoz (omurga eğriliği), spondilolistezis (omurga kayması), omurilik daralması gibi durumlar bulunmaktadır.

Omurga cerrahisi uzmanları, hastaların şikayetlerini değerlendirir, radyolojik incelemeleri inceler, tanı koyar ve uygun tedavi planlarını belirler. Tedavi seçenekleri arasında konservatif yöntemler (ilaç tedavisi, fizik tedavi, egzersiz), enjeksiyonlar ve cerrahi müdahaleler bulunabilir. Cerrahi müdahaleler genellikle omurga düzeltme, omurga stabilizasyonu, diske yönelik girişimler veya tümörlerin çıkarılması gibi prosedürleri içerebilir.

Omurga cerrahisi, genellikle nörocerrahi ve ortopedik cerrahi alanlarının birleşimini temsil eder ve bu uzmanlık alanında eğitim almış cerrahlar tarafından gerçekleştirilir. Hastalar genellikle ağrı, felç, uyuşukluk veya diğer nörolojik belirtilerle başvurdukları için omurga cerrahları, hem nörolojik hem de anatomik konularda uzmanlaşmıştır.



Bel Fıtığı Ameliyatı

Omurga cerrahisi, omurga (vertebrae) ve omurilik ile ilgili problemlerin tanı, tedavi ve cerrahi müdahalelerini içeren bir cerrahi branştır. Bu branş, omurga ve omurilikle ilgili çeşitli durumları ele alır, bunlar arasında omurga kırıkları, omurga kayması, disk herniasyonları, omurilik tümörleri, skolyoz (omurga eğriliği), spondilolistezis (omurga kayması), omurilik daralması gibi durumlar bulunmaktadır.

Omurga cerrahisi uzmanları, hastaların şikayetlerini değerlendirir, radyolojik incelemeleri inceler, tanı koyar ve uygun tedavi planlarını belirler. Tedavi seçenekleri arasında konservatif yöntemler (ilaç tedavisi, fizik tedavi, egzersiz), enjeksiyonlar ve cerrahi müdahaleler bulunabilir. Cerrahi müdahaleler genellikle omurga düzeltme, omurga stabilizasyonu, diske yönelik girişimler veya tümörlerin çıkarılması gibi prosedürleri içerebilir.

Omurga cerrahisi, genellikle nörocerrahi ve ortopedik cerrahi alanlarının birleşimini temsil eder ve bu uzmanlık alanında eğitim almış cerrahlar tarafından gerçekleştirilir. Hastalar genellikle ağrı, felç, uyuşukluk veya diğer nörolojik belirtilerle başvurdukları için omurga cerrahları, hem nörolojik hem de anatomik konularda uzmanlaşmıştır.



Bel Fıtığı Ameliyatı Sonrası Dikkat Edilmesi Gerekenler

Bel fıtığı ameliyatı sonrasında, iyileşme sürecini desteklemek ve komplikasyonları önlemek için belirli önlemler almanız önemlidir. Ancak, belirli durumlar ve kişisel sağlık durumu göz önüne alındığında, bu önerilere uymadan önce doktorunuzla konuşmalısınız. İşte genel olarak bel fıtığı ameliyatı sonrasında dikkat edilmesi gereken bazı genel yönergeler:

Doktor Talimatlarına Uyun:

Ameliyat sonrası dönemde doktorunuzun verdiği talimatlara tam olarak uyun. İlaçları, fizik tedavi seanslarını ve diğer önerilere uymak önemlidir.

Hareket ve Egzersiz:

Doktorunuzun belirlediği süre boyunca ağır kaldırmaktan kaçının ve belinizi zorlamaktan kaçının.

Fizik tedavi ve egzersiz programına bağlı kalın. Bu, kas gücünü artırabilir ve esnekliği geri kazandırabilir.

Doğru Duruş ve Hareketler:

Ayakta dururken, otururken ve yatarken doğru duruşa dikkat edin.

Ani ve zorlayıcı hareketlerden kaçının. Yavaşça kalkmak, eğilmek ve dönmek önemlidir.

Ağır Kaldırmaktan Kaçının:

Ameliyat sonrasında belinizi aşırı zorlamaktan kaçının. Ağır cisimleri kaldırmaktan ve taşımaktan kaçının.

İyi Beslenme:

Yara iyileşmesini desteklemek ve genel sağlığınızı korumak için sağlıklı bir diyet sürdürün.

İstirahat ve Uyku:

İyi bir uyku düzeni sağlayın ve yeterince dinlenmeye özen gösterin.

Sigara ve Alkol:

Yüksek oranda sigara ve alkol tüketimi iyileşme sürecinde olumsuz etki yaratır. Mümkünse bunlardan kaçının.

Doktor Takibi:

İyileşme süreciniz boyunca düzenli doktor kontrolüne gidin ve doktorunuzla iletişimde kalın.

Ağrı ve Rahatsızlık:

Ağrı, şişlik veya başka bir rahatsızlık hissettiğinizde derhal doktorunuza başvurun.

Psikolojik Destek:

Ameliyat sonrası süreç psikolojik olarak zorlayıcı olabilir. Gerekirse bir psikolog veya danışman ile görüşebilirsiniz.

Bel fıtığı ameliyatı sonrasında dikkat edilmesi gerekenler kişisel duruma göre değişebilir, bu nedenle doktorunuzun önerilerine uymak önemlidir.



Bebeklerde Beyincik Sarkması Belirtileri

Bebeklerde beyincik sarkması, genellikle kafa içindeki sıvının birikmesine neden olan bir durum olan hidrosefali ile ilişkilidir. Hidrosefali, genellikle beyin omurilik sıvısının (BOS) normalden daha fazla üretilip emilmediği durumlarda ortaya çıkar. Bu durum, beynin içindeki ventriküler sistem adı verilen sıvı dolu boşlukların genişlemesine neden olabilir.

Bebeklerde beyincik sarkması belirtileri şunlar olabilir:

Baş Çevresinde Artış: Bebeklerde baş çevresinde hızlı bir artış, hidrosefali belirtisi olabilir.

Fontanelin Şişmesi: Bebeklerdeki açık fontanel (bebeklerin kafatasındaki yumuşak noktalar) normalde biraz çukur olmalıdır. Ancak fontanelin anormal derecede şişkin veya gergin olması, hidrosefali belirtisi olabilir.

Gözlerde Aşağıya Doğru Bakma (Suni Çukurluk): Bebeklerde hidrosefali genellikle gözleri aşağıya doğru çeker ve “suni çukurluk” dediğimiz bir görünüme neden olabilir.

Baş Ağrısı ve Kusma: Hidrosefali genellikle baş ağrısı ve kusma ile ilişkilidir, ancak bebekler bu semptomları ifade etmekte zorlanabilir.

Motor Beceri Problemleri: Beyincik sarkması, motor becerilerin gelişimini etkileyebilir. Bebeğin normalde kazanması gereken becerilerde gerileme veya gecikme gözlenebilir.

İrritabilite ve Huzursuzluk: Bebeklerde beyincik sarkması, genellikle irritabilite (huysuzluk) ve huzursuzluk gibi davranışsal değişikliklere neden olabilir.

Bu belirtilerle karşılaşıyorsanız veya endişeleriniz varsa, derhal bir çocuk doktoruna başvurmanız önemlidir. Hidrosefali gibi durumlar hızlı bir şekilde tanı konulmalı ve uygun tedaviye başlanmalıdır. Tedavi genellikle beyin içindeki fazla sıvının dışarı çıkarılması veya boşaltılması amacıyla cerrahi müdahaleyi içerebilir.



Baş Ağrısı Nedir? Neden Olur?

Toplumun genelinde en sık görülen şikayetlerden biri baş ağrısıdır. Kadınlarda erkeklere oranla çok fazla rastlanır. Bazı ağrılar insanı bitkin düşürebildiği gibi yaşam kalitesini ve gününü de olumsuz etkilemektedir.

Baş ağrısı, başın herhangi bir bölgesinde ortaya çıkar. hemen her insanın hayatında yaşadığı genel bir durumdur. Baş ağrılarını yüzdelik dilimde incelediğimizde %96’sı stres, hava şartları vb durumlardan iyi huylu biçimdedir. Geri kalan yüzdelik dilimde bulunan kötü huylu baş ağrıları, erken teşhis, müdahalenin hayat kurtarıcı olduğu acil vakalar arasındadır.

Uzman hekim, bu tarz vakaları analiz ederek tıbbi öykü ve fizik muayene ile birlikte tedaviye başlar. Kökeninde yatmakta olan duruma dair senaryo oluşturmak ve fikir elde etmek amacıyla birtakım laboratuvar tetkiklerine ve radyolojik görüntüleme yöntemlerine başvurur.

Baş Ağrısının Çeşitleri

Bir baş ağrısı temelinde yatan bir sağlık problemi sebebiyle ortaya çıkmadıysa ve direkt olarak baş ağrısı olarak seyrediyorsa buna tıp dilinde primer baş ağrısı denir. En çok karşılaşılan tipleri, migren, gerilim tipi baş ağrısı ve küme baş ağrısıdır.

Sekonder olarak isimlendirilen baş ağrıları, nedeni bir hastalığa bağlı olarak gelişir. Beyin damar hastalıkları, sinir sistemi hastalıkları, beyin tümörleri, göz hastalıkları, sinüzit, menenjit vb hastalıkların ilerleyişi sırasında ortaya çıkar.

Baş ağrısı şikayetleri kişiden kişiye göre değişkenlik gösterir. Bazı belirtiler ağrıya eşlik ettiği zaman ciddi müdahale gerektirdiği için dikkatli olunmalıdır.

Ensede sertlik, derinin dökülmesi, kusma, sersemlik, konuşmada bozukluk ve konuşma güçlüğü, 38 ve üzeri derece yüksek ateş, vücudun bir bölümünde felç oluşması, görme kaybı gibi ciddi belirtilerin baş ağrısına eşlik etmesi, bu duruma acil olarak müdahale edilmesini gerektirir.

Primer baş ağrıları hem belirti olarak hem de tek başına birer olgu olarak kabul edilirler. Tetikleyici faktör herhangi bir durum ya da hastalık değildir. Epizodik olarak isimlendirilen ataklar şeklinde veya kronik dediğimiz uzun seyirli ağrı olarak ortaya çıkar. Epizodik baş ağrıları arada bir belirginleşir ve sonrasında kaybolurlar. 30 dakika ile birkaç saat arasında değişkenlik gösterirler. Kronik baş ağrıları sürekli olarak seyreden ağrılardır. Günlerce sürebilir.

Bu tarzda baş ağrılarının tedavisinde ağrı kontrol yöntemlerine başvurulması gerekir.

 



Baş Ağrısı Nasıl Geçer?

Oluşan baş ağrısında temelde yatan bir sağlık nedeni varsa mutlaka uzman hekime başvurulması gerekir. Hekimin kararı ile tedaviye başlanır. Bunun dışında primer baş ağrısında özellikle migrende, bir nöroloji uzmanının muayenesinden sonra ilgili tedavi başlatılır.

Migren tedavisinde asıl hedef, tetikleyici faktörleri en aza indirmek, sinir sisteminde oluşan hassasiyeti ve ağrı esnasında ortaya çıkan damar etrafındaki olayları bastırmaktır.

Baş ağrısı tedavisi koruyucu ve atak tedavisi olarak ikiye ayrılır. Burada hangi tedavinin uygulanacağı kararı hastanın ağrılarının sıkılığı ile olur. Bir bireyde ağrı ayda  bir ya da iki defa görülüyorsa, atak tedavisi planlanır.

Ağrının kontrolü için ağrı kesici ilaçlara başvurulabilir. Sürekli kullanımı böbreklere hasar vereceğinden önerilmez ve atak başlamadan ağrı kesici ilaç ağrı atakları başlamadan alınmalıdır.

Koruyucu-önleyici tedavi: bir ay içinde dört ve üzerinde ağrı olursa tercih edilen bir tedavidir. Bu tedavi esnasında ilaçlar her gün alınmaktadır. Kalp, epilepsi, depresyon ilaçları bu amaçla kullanılmaktadır. Bu tarz ilaçlar doktorun reçetesi olmadan alınmamalıdır.

Baş ağrınızı engellemek ve kaliteli bir gün geçirmek için, bunları uygulayabilirsiniz:

Baş ağrısını tetikleyen faktörleri keşfedin, bu faktörleri azaltmaya özen gösterin

Alkol tüketimi fazla ise sınırlandırın

İşlenmiş gıdalardan mümkün olduğunca uzak durun

Uyku sürenizi ve uyku kalitenizi düzenleyin.

Bilgisayar ve telefon kullanımı esnasında sık olarak pozisyonunuzu değiştirin

Öğün atlamayın

Stres ile başa çıkma yöntemlerini keşfedin.

  • Ağrı sürekli ve gittikçe artan şiddette ise
  • Ağrının şiddeti şekilde değiştirdiyse ve tedaviye cevap vermiyorsa
  • On Yaşından küçük, elli yaşından büyük bireyde ilk baş ağrısı ortaya çıktıysa
  • Uykusuzluk yaratıyorsa
  • Bulantı, kusma, ışığa karşı yüksek hassasiyet başladıysa,
  • Ateş ve boyun sertliği ile birlikte baş ağrısı başladıysa
  • Ağrının şiddeti çok yüksekse ve fiziksel aktivite esnasında ortaya çıkarak şiddetini artırıyorsa

Mutlaka bir sağlık kuruluşuna ve nöroloji uzmanına danışmakta fayda var.



Azelaik asitin günlük kullanımı

Azelaik asit, ciltteki akne ve renk tonu düzensizlikleri gibi sorunları hafifletmek için kullanılan bir topikal tedavi maddesidir. Ancak, cilt tipiniz ve özel ihtiyaçlarınıza bağlı olarak azelaik asidi kullanmadan önce bir dermatologla görüşmeniz önemlidir. Ayrıca, ürünün kullanım talimatlarını ve doktorunuzun önerilerini dikkatlice takip etmelisiniz. İşte genel olarak azelaik asidin günlük rutin kullanımı için bazı adımlar:

Temizlik: Cildinizi nazik bir temizleyici ile yıkayın. Cildin temiz olması, azelaik asidin etkisini artırabilir.

Kurulama: Cildinizi nazikçe kurulayın. Yumuşak bir havlu kullanın ve cilde fazla sürtünme yapmaktan kaçının.

Azelaik Asit Uygulama: Azelaik asidi, doktorunuzun size verdiği şekilde uygulayın. Genellikle, azelaik asit günde bir veya iki kez ince bir tabaka halinde uygulanır. İlk başta cildinizin tepki verme şekline bağlı olarak daha az sıklıkta kullanılabilir.

Diğer Ürünler: Eğer başka cilt bakım ürünleri kullanıyorsanız, azelaik asit uygulamadan önce bu ürünleri uygulayın. Ancak, cilt bakım rutininize yeni ürünler eklerken dikkatli olun ve olası etkileşimleri önlemek için doktorunuzdan tavsiye alın.

Güneş Koruması: Azelaik asit kullanırken güneşe karşı hassasiyet artabilir. Bu nedenle, sabahları geniş spektrumlu bir güneş koruyucu kullanmak önemlidir. Minimum SPF 30 içeren bir ürün seçin.

Doktor Kontrolleri: Tedavi sürecinizde doktorunuzun belirttiği aralıklarla kontrole gitmek önemlidir. Cildinizin nasıl tepki verdiğini değerlendirmek ve gerekirse tedavi planını ayarlamak için düzenli doktor muayeneleri önemlidir.

Unutmayın ki, her cilt farklıdır ve herkesin cildi azelaik aside farklı tepkiler verebilir. Kızarıklık, kaşıntı veya başka bir reaksiyon gelişirse, hemen doktorunuzla iletişime geçmelisiniz.



Azelaik Asit Nedir?

Azelaik asit, bir karboksilik asit olup, özellikle cilt bakımında kullanılan bir aktif bileşendir. Kimyasal formülü C9H16O4’tür. Bu asit, genellikle beyaz kristal toz formunda bulunur ve doğal olarak buğday, arpa ve diğer tahıllarda bulunan azelaik asit adlı bir mayadan üretilebilir.

Cilt bakımında azelaik asit, çeşitli dermatolojik sorunların tedavisinde kullanılır. Özellikle akne ve rozasea gibi cilt koşullarının tedavisinde etkili olduğu gözlemlenmiştir. Ayrıca, cilt tonunu düzenlemek, hiperpigmentasyonu azaltmak ve cilt yüzeyindeki düzensizlikleri düzeltmek için de kullanılabilir.

Azelaik asidin cilt üzerindeki etkileri arasında bakteri büyümesini engelleme, keratinizasyonu düzenleme ve melanin üretimini kontrol etme gibi özellikler bulunabilir. Ancak, bu tür cilt bakım ürünlerini kullanmadan önce bir dermatolog veya sağlık uzmanına danışmak önemlidir, çünkü herkesin cilt tipi farklıdır ve bazı kişilerde olumsuz reaksiyonlara neden olabilir.



Azelaik Asit Ne İşe Yarar?

Azelaik asit, birçok farklı dermatolojik sorunun tedavisinde kullanılan bir aktif bileşendir. İşte azelaik asidin başlıca kullanım alanları:

Akne Tedavisi: Azelaik asit, aknenin tedavisinde etkili olabilir. Akneye neden olan bakterileri öldürmeye yardımcı olabilir ve ciltteki iltihaplanmayı azaltabilir.

Ciltte Renk Düzensizliklerinin Giderilmesi: Azelaik asit, hiperpigmentasyonu (ciltte renk değişiklikleri) azaltabilir. Bu, güneş lekeleri, melazma veya diğer cilt tonu düzensizlikleri gibi durumları hafifletmeye yardımcı olabilir.

Rozasea Tedavisi: Rozasea, ciltte kızarıklık, iltihap ve genişlemiş damarlarla karakterize edilen bir durumdur. Azelaik asit, rozaseanın semptomlarını hafifletmeye yardımcı olabilir.

Komedonların (Siyah Noktaların) Azaltılması: Azelaik asit, ciltteki komedonları azaltarak siyah noktaların oluşumunu engelleyebilir.

Antioksidan Özellikler: Azelaik asit, antioksidan özelliklere sahiptir. Bu, cildi serbest radikallerden koruyarak yaşlanma belirtilerini azaltabilir.

Azelaik asidin kullanımıyla ilgili olarak, cilt tipinize ve spesifik cilt sorunlarınıza bağlı olarak bir dermatologun önerilerini takip etmek önemlidir. Uygulama sıklığı ve ürün konsantrasyonu gibi faktörler, kişisel ihtiyaçlara bağlı olarak değişebilir.



Azelaik asit kullanım yöntemleri

Azelaik asit, genellikle cilt sorunlarına karşı kullanılan bir kozmetik bileşendir. Akne, rozasea ve hiperpigmentasyon gibi cilt problemlerine karşı etkili olabilir. Ancak, bu tür ürünleri kullanmadan önce bir dermatologla görüşmek önemlidir, çünkü herkesin cilt tipi farklıdır ve herkesin cildi farklı şekilde tepki verebilir.

Azelaik asidi kullanırken aşağıdaki genel yönergeleri takip edebilirsiniz:

Temizleme: Cildinizi hafif bir temizleyici ile yıkayın. Azelaik asit ürününü kullanmadan önce cildinizin temiz ve kuru olması önemlidir.

Az Miktar Kullanım: İlk kez kullanıyorsanız veya cildiniz hassassa, azelaik asidi günde bir kez uygulamaya başlayın. Zamanla, cildinizin tepkisine bağlı olarak sıklığı artırabilirsiniz.

Azelaik Asit Uygulama: Azelaik asit kremi veya jelini parmaklarınızla nazikçe cildinize uygulayın. Akşamları kullanmak genellikle önerilir, çünkü cilt gece boyunca yenilendiği için bu zaman diliminde daha etkili olabilir.

Güneş Koruması: Azelaik asit kullanırken, cildinizi güneşin zararlı etkilerinden korumak için güneş kremi kullanımını ihmal etmeyin. Azelaik asit cildinizi hassas hale getirebilir ve güneşe karşı daha duyarlı yapabilir.

Diğer Cilt Bakım Ürünleriyle Uyum: Azelaik asiti kullanırken, diğer cilt bakım ürünleriyle uyumlu olmasına dikkat edin. Örneğin, aynı anda kullanılan diğer asit içeren ürünler cildinizi tahriş edebilir, bu nedenle bunları dikkatlice seçmeye çalışın.

Dermatolog İzni: Azelaik asit kullanımına başlamadan önce bir dermatologdan izin almak önemlidir. Dermatologunuz, cilt tipinize ve özel durumunuza uygun bir kullanım programı önererek size yardımcı olabilir.

Her zaman olduğu gibi, cilt tipinize ve ihtiyaçlarınıza en iyi uyan yönergeleri takip etmek önemlidir. Eğer herhangi bir olumsuz reaksiyonla karşılaşırsanız veya cildiniz tahriş oluyorsa, hemen kullanımı bırakmalısınız ve bir sağlık profesyoneli ile görüşmelisiniz.



Azelaik Asit Hangi Cilt Problemlerinde Kullanılır

Azelaik asit, genellikle ciltle ilgili problemleri tedavi etmek için kullanılan bir aktif bileşendir. Bu madde, akne ve rozasea gibi cilt sorunlarıyla mücadelede etkili olabilir. İşte azelaik asidin kullanıldığı bazı hastalıklar:

Akne (Sivilce): Azelaik asit, akne tedavisinde kullanılan bir bileşen olarak bilinir. Ciltteki yağ üretimini azaltabilir, gözenekleri temizleyebilir ve akne lekelerinin görünümünü azaltabilir.

Rozasea: Azelaik asit, rozasea adı verilen cilt hastalığının tedavisinde de kullanılabilir. Bu durumda, kızarıklık, şişlik ve ciltteki diğer belirtileri hafifletmeye yardımcı olabilir.

Hiperpigmentasyon (Renk Bozuklukları): Azelaik asit, cilt tonunu eşitleyebilir ve hiperpigmentasyonu azaltabilir. Bu nedenle, güneş lekeleri veya postinflamatuar hiperpigmentasyon gibi durumların tedavisinde kullanılabilir.

Melazma: Melazma, ciltte koyu lekelerin oluştuğu bir durumdur. Azelaik asit, melazma tedavisinde de kullanılabilir ve cilt tonunu düzeltebilir.

Azelaik asit içeren ürünler genellikle doktor tarafından reçete edilir. Tedavi sürecinde, cildin hassasiyetine ve tepkisine bağlı olarak kullanım sıklığı ve dozu ayarlanabilir. Herhangi bir cilt rahatsızlığını tedavi etmek için bu tür ürünleri kullanmadan önce bir sağlık uzmanına danışmak önemlidir.



Azelaik Asit Hangi Amaçla Kullanılır?

Azelaik asit, cilt bakımında kullanılan bir aktif bileşen olarak bilinir. Çeşitli cilt sorunlarına karşı etkili olabilir. İşte azelaik asidin kullanıldığı bazı amaçlar:

Akne Tedavisi: Azelaik asit, akne ve sivilcelerin tedavisinde etkili olabilir. Cildin yüzeyindeki ölü hücreleri temizler ve gözenekleri açar.

Cilt Tonu Düzenleme: Pigmentasyonu düzenleyerek cilt tonunu eşitleyebilir. Özellikle melazma, hiperpigmentasyon ve lekelerin tedavisinde kullanılabilir.

Rosacea Tedavisi: Rosacea, ciltte kızarıklık, kabarıklık ve iltihaplanmaya neden olan bir durumdur. Azelaik asit, bu tür cilt sorunlarının tedavisinde kullanılabilir.

Anti-inflamatuar Etki: Azelaik asidin anti-inflamatuar özellikleri vardır, bu nedenle ciltteki iltihaplanmayı azaltabilir.

Ciltteki Bakterilerle Savaş: Akneye neden olan bakterilere karşı etkili olabilir, bu nedenle akne tedavisinde kullanılır.

Azelaik asit içeren ürünleri kullanmadan önce, özellikle hamilelik veya emzirme döneminde iseniz veya cilt sorunlarınızla ilgili başka bir tedavi alıyorsanız, bir dermatolog veya uzman hekime danışmanız önemlidir. Ayrıca, cildinizde herhangi bir reaksiyon veya alerji belirtisi görürseniz, derhal kullanımı bırakmalı ve bir uzmana danışmalısınız.



Azelaik Asit Cilt Rengini Açar mı?

Azelaik asit, cilt rengini açıcı özelliklere sahip bir bileşiktir. Bu asit, genellikle ciltteki renk düzensizliklerini, lekeleri ve hiperpigmentasyonu hafifletmek için kullanılır. Azelaik asit, aynı zamanda akne ve rozasea gibi cilt sorunlarına karşı da etkili olabilir.

Azelaik asidin cilt rengi açıcı özellikleri şu şekilde işleyebilir:

Melanin Üretimini Düzenleme: Azelaik asit, melanin üretimini düzenleyerek cilt tonunun eşitlenmesine yardımcı olabilir. Bu, ciltteki lekelerin ve renk düzensizliklerinin azalmasına katkı sağlar.

Anti-enflamatuar Özellikler: Azelaik asidin anti-enflamatuar özellikleri vardır, bu da ciltteki iltihaplanmayı azaltabilir. Bu özellikleri sayesinde akne ve rozasea gibi cilt sorunlarına karşı da etkili olabilir.

Hiperpigmentasyonu Azaltma: Azelaik asit, hiperpigmentasyonun neden olduğu koyu lekelerin görünümünü azaltabilir. Bu, güneşe maruz kalmadan kaynaklanan lekeleri, yaşlılık lekelerini ve diğer renk düzensizliklerini hafifletebilir.

Gözenekleri Temizleme: Azelaik asidin gözenekleri temizleme özelliği, cildin daha parlak ve eşit tonlu görünmesine yardımcı olabilir.

Azelaik asit ürünleri genellikle dermatologlar tarafından önerilir ve reçeteli ya da reçetesiz olarak bulunabilir. Ancak, cilt tipinize ve ihtiyaçlarınıza bağlı olarak herhangi bir cilt bakım ürününü kullanmadan önce bir uzmana danışmanız önemlidir. Ayrıca, güneş koruyucu kullanımını ihmal etmemek de cilt tonunu eşitleme sürecinde önemlidir, çünkü güneş ışınları cilt lekelerini ve pigmentasyon sorunlarını artırabilir.



Anksiyetenin Fiziksel Etkileri

Anksiyete, insanların günlük yaşamlarında sıklıkla karşılaştıkları bir duygudur. Bu, genellikle ortaya çıkan endişe veya korku hissinin ilerleyişidir. Anksiyetenin vücut üzerinde bir dizi fiziksel etkisi vardır. Bu etkiler, kişinin stres tepkilerini yönetme yetkisini zorlayabilir ve uzun süre kalıcı sağlık sorunlarına neden olabilir.

Anksiyetenin sonuçları arasında ilk sırada genellikle sinir sistemi bulunur. Anksiyete, “savaş ya da kaç” tepkisini tetikleyerek sempatik sinir sisteminin aktive olmasına yol açar. Bu, kalp atış hızının yükselmesi, solunum hızının artması ve kasların gerilmesi gibi tepkilere neden olabilir. Kronik anksiyete durumunda, bu fiziksel etkiler, uzun süreli kalp sorunları, solunum sorunları ve kas ağrıları gibi sağlık sorunlarına yol açabilir.

Anksiyete ile aynı zamanda hormonal değişikliklere neden olabilir. Stresle başa çıkmak için vücut kortizol gibi stres hormonlarını salgılarlar. Bununla birlikte, uzun süreli stres durumunda, bu hormonal değişimlerin metabolizmayı etkileyebileceği, sağlık sorunlarının ortaya çıkabilir ve hormonal dengesizliklere yol açabilir.

Vücuttaki ağrı ve rahatsızlık hissi de anksiyetenin yaygın fiziksel aktivitelerindendir. Baş ağrıları, mide sorunları ve kas gerginliği gibi şikayetler, anksiyete ile birliktelikler olabilir. Bu durum, gerilim ve gerilim somatik olarak yansıtılabilir.

Anksiyete ayrıca uyku düzensizliği de yapabilir. Sürekli endişe, uykusuzluğa neden olabilir veya uyku düzeni bozulabilir. Bu durumda genel sağlık potansiyeli ve enerji üretimi düşebilir.

Sonuç olarak, anksiyete sadece zihinsel sağlık değil, aynı zamanda fiziksel sağlığın da karmaşık bir durumudur. Anksiyetenin bu vücut üzerindeki mevcut olup olmadığı, bu durumun gelişimi ve tedavi için önemli bir adımdır. Profesyonel yardım almak, uygun stres yönetimi tekniklerini öğrenmek ve yaşam tarzını değiştirmek, anksiyetenin vücudun üzerindeki olumsuzlukların azaltılmasında yardımcı olabilir.



Anksiyete Tedavisi

Anksiyete, yoğun endişe, korku ve gerginlik hissinin ortaya çıktığı duygusal durumdur. Anksiyete bozuklukları, bireyin günlük durumunu olumsuz yönde etkilemesi ve değiştirmesi, yaşam standardını düşürmesidir. Anksiyetenin etkileri azaltmak için ve yaşam kalitesini yükseltmek için çeşitli tedavi yöntemleri bulunur. Ancak önemli olan mutlaka bir uzmana danışarak onun önereceği tedaviyi uygulamak olacaktır.

Birinci basamakta, genellikle terapik davranışçı (BDT) şeklinde uygulanır. Bu terapi bireyin düşüncelerinin ve kalıplarının dağılmasına ve olumsuz düşünce durumlarının değişmesine yardımcı olur.

BDT, kaygıya neden olan düşünceleri, olumsuz duyguları ve hedefleri değiştirmeyi sağlar. Terapist ile yapılan görüşmelerde bireylerin, endişelerinin ve korkularının ifade edilmesiyle, terapinin olumlu düşünce kalıplarını geliştirmesine yardımcı olur.

İlaç tedavisi, kaygı bozukluğunu kontrol etmek için kullanılan bir başka tedavi yöntemidir. Antidepresanlar ve anksiyolitikler, beyindeki kimyasal dengesizlikleri düzelterek anksiyete belirtilerini hafifletmeye yardımcı olabilir. Ancak ilaç genellikle terapi ve terapötiklerle birlikte kullanılır.

Stres yönetimi teknikleri, anksiyete ile başa çıkmak için önemli bir rol oynar, Yoga, nefes egzersizleri gibi teknikler, vücudu sakinleştirir, stresi azaltır ve zihinsel sağlığı korur.

Yaşam tarzındaki bozukluk da anksiyete bozukluğunu ortaya çıkarabilir. Düzenli egzersiz, düzenli beslenme, yeterli uyku ve alkol ile kafein tüketimi sınırlaması gibi sağlıklı yaşam süresi, genel zihinsel sağlığı iyileştirir.

Sonuç olarak, kaygı için profesyonel yardım almak ve uygun tedavi yöntemini belirleyerek uygulamak, anksiyete ile başa çıkmak için önemlidir. Bireylerin destek sistemlerinin kullanmaları, sağlıklı yaşam tarzı seçimleri yapmaları ve terapötik yöntem uygulamaları, anksiyete bozukluğuyla başa çıkmada yardımcı olabilir.



Anksiyete Nedir?

Anksiyete, genellikle belirli bir durum veya olayın karşısında ortaya çıkan, insanların duygusal tepkilerini büyüten, yaygın psikolojik bir durumdur.

Anksiyete, bir bireyin gerçek veya potansiyel tehlikelerle başa çıkma yeteneğini etkileyerek yapısal, duygusal ve davranışsal değişikliklere yol açabilir.  Anksiyetenin normal bir tepki olduğu durumlar da vardır. Ancak bu duygusal durum kontrolü sağlanamadığında ve günlük yaşamdaki olumsuzluklar anksiyete bozukluğu olarak adlandırılır.

Anksiyetenin belirtileri arasında endişe, korku, gerginlik, huzursuzluk, sinir, uyku problemleri, kas gerginliği, gerginlik ve fiziksel özellikler bulunur. Bu fiziksel rahatsızlıklar arasında nefes darlığı, titreme, baş ağrısı ve mide problemleri bulunur.

Anksiyete genellikle çeşitli faktörlere bağlı olarak ortaya çıkar. genetik yatkınlık, beyin kimyasındaki dengesizlikler, çocukluk dönemi travmaları, stresli yaşam bozuklukları, hormonal değişiklikler ve zorlu yaşam koşulları bu bozukluğa yol açabilir. Bununla birlikte anksiyete tedavisi olan bir durumdur. Terapi, ilaç tedavisi ve yaşam tarzında yapılacak olan değişiklikler gibi çeşitli tedavi yöntemleri anksiyete bozukluğunun etkilerini azaltmaktadır.

Anksiyete bozukluğuyla başa çıkmak için önemli olan, bireyin duygu durumu ile başa çıkma becerilerinin gelişmesi, stresle başa çıkma yöntemlerini ve stratejilerini öğrenmesi ve profesyonel destek almasıdır. Profesyonel yardım, anksiyete bozukluğunun teşhisi ve tedavisi için önemli bir adımdır.



Anksiyete Belirtileri

Anksiyete, yoğun endişe ve korkuların yaşanmasıyla oluşan bir durumdur. Bir birey anksiyete yaşadığı zaman, genellikle gerçek bir tehlike olmasa bile, gelecekler ilgili endişeler veya olası tehlikelerle ilgili aşırı endişe duyar. Anksiyete belirtileri geniş bir yelpazede karşımıza çıkar ve bireyden bireye değişkenlik gösterir.

En yaygın belirtileri

  1. Sürekli endişe ve gerginlik: anksiyete bozukluğu olan bireyler, genellikle endişeli ve gergin olabilirler. Bu endişe, günlük aktivelerinde olumsuz sonuçlar doğmasına sebep olur. Yaşam içindeki tadı yüksek endişe sebebiyle alamazlar ve olumsuz tablo sergilerler.
  2. Huzursuzluk ve sinir: anksiyete bozukluğu, huzursuzluk ve sinir ile birlikte bir arada olabilir. En küçük sorunlar bile bireyin çok büyük stres kaynağına dönüşebilir.
  3. Uyku sorunları: anksiyete uyku düzenini bozabilir. Uyuyamama veya çok fazla uyumaya sebep olabilir.
  4. Yoğun konsantrasyon zorluğu: anksiyete yaşayan bireyler genellikle zihinsel olarak dağınık olurlar. Konulara ve günlük olaylar konsantre olmakta zorluk yaşarlar
  5. Fizyolojik tepkiler: baş ağrısı, karın ağrısı, kasların gerginliği, titreme gibi çeşitli fiziksel sorunlara neden olur.
  6. Sürekli yorgunluk: anksiyete, sürekli endişe ve stres nedeniyle enerjiyi çabuk tüketir. Bireysel kendilerini her zaman yorgun hissederler.
  7. Kalp çarpması ve nefes darlığı: anksiyete atağı geldiği zaman, bireylerin şiddetli kalp çarpıntısı, nefes darlığı ve göğüs sıkışması gibi fiziksel rahatsızlıkları ortaya çıkar
  8. Sosyal izolasyon: anksiyete, bireyin sosyal etkileşimden, iletişimden kaçmasına neden olur. Topluluk içinde olma korkusu sosyal izolasyona sebep olur.
  9. Obsesif düşünceler ve kompulsiyonlar: bazı anksiyete bozuklukları, bireyin sürekli olarak obsesif düşüncelere kapılmasına ve buna bağlı olarak belirli olumsuz duyguları takip etmesine neden olabilir
  10. Panik ataklar: ani ve yoğun panik ataklara sebep olur. Bu ataklar genellikle kalp çarpıntısı, nefes darlığı, titreme gibi etkilere sebep olur.

Anksiyete belirtileri genellikle bireyin günlük durumunu olumsuz etkilemektedir. Profesyonel bir yardım almak, terapi ve gerekirse tedavi ile bu durum bozukluğunun belirtileri yönlendirmede yardımcı olabilir.



Akne yaralarında azelaik asitin kullanımı

Azelaik asit, özellikle akne tedavisinde kullanılan bir aktif bileşendir. Akne, genellikle cilt gözeneklerinin tıkanması sonucu oluşan iltihaplı bir cilt problemidir. Azelaik asit, akneye neden olan bakterilerle mücadele edebilir, cilt hücrelerinin dökülmesini teşvik edebilir ve ciltteki renk düzensizliklerini azaltabilir. İşte azelaik asidin akne yaraları için nasıl kullanılabileceği hakkında bazı bilgiler:

Akne Tedavisi: Azelaik asit, akne bakterisi Propionibacterium acnes’e karşı etkili olabilir. Ayrıca, cilt yüzeyindeki ölü hücreleri temizleyerek ve gözenekleri açarak akne oluşumunu önleyebilir.

Anti-enflamatuar Etki: Azelaik asidin anti-enflamatuar özellikleri vardır, bu da iltihaplı akne lezyonlarını azaltabilir. Bu özellik, akne yaralarının şişkinliğini ve kızarıklığını azaltmaya yardımcı olabilir.

Hiperpigmentasyonu Azaltma: Azelaik asit, cilt tonu düzensizliklerini düzeltebilir ve hiperpigmentasyonu azaltabilir. Bu, akne lekeleri veya skarlarının neden olduğu renk değişikliklerini hafifletmeye yardımcı olabilir.

Cilt Soyucu Etki: Azelaik asit, cilt yüzeyindeki ölü hücreleri temizleyebilir ve cilt hücrelerinin yenilenmesini teşvik edebilir. Bu, cildin daha parlak ve pürüzsüz görünmesine yardımcı olabilir.

Uygulama: Azelaik asit, genellikle cilde topikal olarak uygulanan bir krem veya jel formunda bulunur. Uygulamadan önce cilt temizlenmeli ve kurulanmalıdır. Uygulama sıklığı ve süresi, doktorun önerilerine bağlı olarak değişebilir.

Ancak, herkesin cilt tipi farklıdır ve herkesin cilde farklı tepkileri olabilir. Bu nedenle, azelaik asit veya benzeri ürünleri kullanmaya başlamadan önce bir dermatologa danışmanız önemlidir. Ayrıca, güneş koruyucu kullanımı da önerilir, çünkü azelaik asit cildi güneşe karşı daha hassas hale getirebilir.

 



Akıllı İlaçlar Hangi Hastalıklarda Kullanılır?

“Akıllı ilaçlar” terimi genellikle ileri teknoloji ve bilgi işlem yetenekleri ile donatılmış, hastalıklara özgü ve kişiselleştirilmiş tedavi yöntemlerini ifade eder. Bu tür ilaçlar genellikle hastanın genetik profili, biyokimyasal özellikleri ve diğer kişisel faktörlere dayanarak daha etkili ve güvenli bir tedavi sağlamayı amaçlar. Akıllı ilaçlar, çeşitli hastalıkların tedavisinde potansiyel olarak kullanılabilir, ancak bu alandaki gelişmeler hala çok yeni ve araştırma aşamasındadır.

Örneğin, kanser tedavisinde, hastanın tümörünün genetik özelliklerine dayalı olarak özelleştirilmiş tedaviler geliştirme çabaları artmaktadır. Bu tür ilaçlar, tümör hücrelerine özgü genetik mutasyonları hedef alabilir ve normal hücrelere daha az zarar verebilir. Bu, tedaviye yanıtın artırılmasına ve yan etkilerin azaltılmasına yardımcı olabilir.

Bununla birlikte, akıllı ilaçların kullanımı henüz yaygın değildir ve birçok alanda daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Alzheimer hastalığı, diyabet, kardiyovasküler hastalıklar ve nörolojik bozukluklar gibi birçok farklı hastalıkta potansiyel olarak kullanılabilirler. Ancak, bu alandaki gelişmeler sürekli olarak devam etmektedir, bu nedenle gelecekte daha fazla hastalığın tedavisinde akıllı ilaçlardan faydalanabiliriz.



Akıllı İlaç Nedir?

“Akıllı ilaç” terimi genellikle gelişmiş teknolojilerin kullanıldığı ve ilaç tedavisi sürecini iyileştirmeyi amaçlayan bir kavramı ifade eder. Bu tür ilaçlar genellikle nanoteknoloji, mikrosistemler, sensörler ve veri analizi gibi ileri teknolojileri içerir. İşte akıllı ilaçların bazı temel özellikleri:

Hedefe Yönlendirme: Akıllı ilaçlar, vücutta belirli bir hedefe yönlendirilebilir. Bu sayede ilacın etkisi istenilen bölgeye odaklanarak yan etkileri azaltabilir.

Sensörler: İlaçlar, vücuttaki değişiklikleri izlemek için sensörler içerebilir. Bu sensörler, ilacın etkinliği hakkında gerçek zamanlı veriler sağlar ve tedavinin kişiye özgü olarak uyarlanmasına olanak tanır.

Kontrollü Salım: Akıllı ilaçlar genellikle kontrollü salım teknolojilerini kullanarak ilacın dozunu ve hızını düzenler. Bu, istenilen tedavi seviyesini sürdürmeye yardımcı olabilir.

Veri İletişimi: Akıllı ilaçlar, sağlık profesyonellerine veya hastaların takibini sağlamak için veri iletişimi özelliklerine sahip olabilir. Bu, tedaviye yanıtı değerlendirmek ve gerektiğinde ayarlamalar yapmak için kullanılabilir.

Kişiye Özel Tedavi: Genetik faktörler, yaş, cinsiyet ve diğer bireysel özelliklere dayalı olarak kişiselleştirilmiş tedavi yaklaşımlarını destekleyebilir.

Bu tür teknolojik gelişmeler, hastaların daha etkili ve daha az yan etkiye sahip tedavilere erişimini sağlamayı amaçlamaktadır. Ancak, bu alandaki araştırmalar hala devam etmekte olup, pratik uygulamaya geçmeden önce çeşitli zorlukların aşılması gerekmektedir.

 



Akıllı İlaç Kullanımı Hakkında Bilinmesi Gerekenler

Akıllı ilaçlar, genellikle dijital teknolojilerle entegre edilmiş ilaçlardır ve kullanıcıya sağlık durumu hakkında geri bildirimde bulunabilir, dozajı kontrol edebilir veya ilacın etkilerini izleyebilir. Bu tür ilaçları kullanırken dikkate almanız gereken bazı önemli noktalar şunlar olabilir:

Doktorunuzla İletişimde Kalın:

Akıllı ilaçları kullanmaya başlamadan önce doktorunuzla konuşun. Dozaj, etkileşimler ve yan etkiler hakkında tam bir anlayışa sahip olmalısınız.

Kullanım Talimatlarını Dikkatlice İnceleyin:

Her akıllı ilaç, kullanım talimatlarına sahiptir. İlgili talimatları dikkatlice okuyun ve anladığınızdan emin olun.

Güvenlik ve Gizlilik:

Akıllı ilaçlar genellikle kişisel sağlık bilgilerini içerir. Bu tür bilgilerin güvenliği ve gizliliği önemlidir. İlaçla ilgili verilerin nasıl saklandığını ve paylaşıldığını anlamak önemlidir.

Pil ve Şarj Durumu:

Eğer akıllı ilaç bir pil veya şarjla çalışıyorsa, düzenli olarak pil durumunu kontrol edin veya şarj edin. İlacın etkili olabilmesi için cihazın çalışır durumda olması önemlidir.

Bağlantı Sorunlarına Karşı Hazırlıklı Olun:

Akıllı ilaçlar genellikle bir mobil uygulama veya başka bir cihazla bağlantılıdır. Bağlantı sorunlarına karşı hazırlıklı olun ve ilacınızın gerektiği gibi çalışmasını sağlamak için gerekli adımları atın.

Yan Etkileri Bildirin:

Herhangi bir yeni ilaç gibi, akıllı ilaçların da yan etkileri olabilir. Eğer beklenmedik bir yan etkiyle karşılaşırsanız, hemen doktorunuza başvurun.

Düzenli Kontroller:

Akıllı ilaçları kullanırken düzenli sağlık kontrolünden geçmek önemlidir. Bu, ilacın etkilerini izlemek ve dozajı gerektiğinde ayarlamak için doktorunuzla iletişimde kalmanızı sağlar.

Araştırma ve Güncel Kalma:

Teknoloji ve sağlık sektöründeki gelişmeleri takip edin. İlaç veya cihazınızla ilgili güncellemeleri düzenli olarak kontrol edin ve kullanımınıza uygun olan en son bilgileri edinin.

Her durumda, bir akıllı ilaç kullanmadan önce doktorunuza danışmalı ve sağlık durumunuza en uygun olanı belirlemeniz önemlidir.

 



Akıllı İlacın Olası Yan Etkileri Nelerdir?

Genel olarak, bir ilacın yan etkileri, kullanılan ilacın türüne, dozajına, bireyin genel sağlık durumuna ve diğer faktörlere bağlı olarak değişebilir.

Akıllı ilaçlar genellikle nörolojik sistem üzerinde etki eden ilaçlar olup, bilişsel işlevleri artırmayı veya düzeltmeyi amaçlarlar. Ancak bu tür ilaçlar da yan etkilere neden olabilir. Yan etkiler, baş ağrısı, uykusuzluk, mide problemleri, anksiyete gibi hafif semptomlardan, daha ciddi durumlar olan kalp problemleri, hipertansiyon, ruh hali değişiklikleri gibi etkilere kadar değişebilir.

Bir ilacın yan etkileri genellikle ilacın prospektüsünde ayrıntılı bir şekilde listelenir. Eğer bir doktor size bir ilaç önerdiyse veya reçete ettiyse, ilacın kullanımıyla ilgili herhangi bir sorunuz veya endişeniz varsa, bu konuda doktorunuza danışmanız önemlidir. Ayrıca, ilacın yan etkileriyle ilgili herhangi bir belirti gösteriyorsanız, derhal bir uzman hekim ile iletişime geçmeniz önemlidir.



Akıllı İlacın Kullanım Süresi Ne Kadardır?

Akıllı ilaçlar veya ilaçlar genellikle belirli bir kullanım süresine tabidir ve bu süre, ilacın türüne, hastalığın ciddiyetine, tedavi planına ve doktorun önerilerine bağlı olarak değişebilir. Ayrıca, bir ilacın kullanım süresi bireysel sağlık durumuna göre de değişebilir.

Örneğin, bir antibiyotik genellikle belirli bir gün sayısı boyunca alınır, ancak kronik bir rahatsızlık için kullanılan bir ilaç uzun vadeli bir tedavi planını içerebilir. Akıllı ilaçlar, genellikle hastanın durumunu izlemek ve ilacın etkinliğini optimize etmek için entegre sensörler veya izleme mekanizmaları içerebilen teknolojik olarak gelişmiş ilaçlardır.

Ancak, özel bir ilacın kullanım süresini belirlemek için her zaman bir sağlık profesyoneliyle görüşmek önemlidir. Sağlık durumunuz ve ilacınızla ilgili bilgiler, sizi tedavi eden doktorun veya sağlık uzmanının rehberliğinde olmalıdır.



Ağız ve Diş Sağlığının Önemi

Ağız ve diş sağlığı, genel vücut sağlığının önemli bir parçasıdır. Dişlerin ve ağız dokularının düzenli olarak bakımı, çeşitli sağlık önlemlerinin önlenmesinin yanı sıra genel yaşam sınırına getirilebilir.

Ağız ve diş sağlığı, genel sağlık için kritik bir öneme sahiptir. Sağlıklı dişler, doğru beslenme ve gibi temel sürekliliği yerine getirmek için hayati öneme sahiptir. Ağız hijyeni hastalıkları, diş plağını oluşturan diş minesini çürüklerle ve diğer sorunlarla karşı karşıya kalabilir. Bu nedenle, düzenli diş bakımı ve hijyenin değişimi, ağız sağlığı korumasının anahtarıdır.

Dişlerin düzenli olarak fırçalanması, diş plağının bozulmasını engeller ve çürük oluşumunu önler. Diş fırçalama işlemi, diş etlerini güçlendirmek ve dişlerin temizlenmesi ve beyaz tutulması önemli olur. İdeal olarak diş fırçalama işlemi günde en az iki kez, sabah ve akşam olmalıdır. Ayrıca, doğru fırçalama ve diş macunu seçimi de önemlidir.

Diş ipi kullanımı, diş aralarındaki artıkları temizlemenin etkili bir yoludur. Diş ipi, dişler arasındaki plak miktarını korur ve diş eti korur. Ağız gargaraları da ağızdaki bakteri sayısı azaltılabilir ve taze bir nefes elde edilebilir.

Düzenli diş kontrolleri, potansiyel sorunların erken aşamada tespit edilmesi önemli bir durumdur. Diş hekimi ziyaretleri, diş taşı temizliği, röntgen muayeneleri ve diğer tedavi gerekliliklerinin belirlenmesi ve erken teşhis, daha ciddi sorunların önlenmesine yardımcı olabilir.

Ağız ve diş sağlığı sadece dişleri değil, aynı zamanda diş etlerini, dil ve ağzın içindeki diğer dokuları da içerir. Diş eti hastalıkları, genel sağlık sorunlarına neden olabilir ve bu nedenle diş etinin korunması da önemlidir.

Sonuç olarak, düzenli diş bakımlarının oluşması, ağız ve diş bakımlarının korunmasının temelidir. Dişlerinizi düzenli olarak fırçalamak, diş ipi kullanmak, sağlıklı beslenmek ve düzenli diş hekimi kontrolleri ile ağız sağlığınızı destekleyebilir ve genel sağlığınızı iyileştirebilirsiniz.



Agorafobi Nedir?

Agorafobi psikolojik bir sorundur. Bireyin genellikle kalabalık yerler, açık alanlar, toplu taşıma araçları veya alışveriş merkezleri gibi genel kullanıma açık alanlardan kaçınma durumunda olduğu psikolojik bir bozukluktur.

Bu durumda bireyin kendisini güvende hissetmemesi ve kalabalık ortamlardan kaçma durumu yoğun biçimde görülmektedir. Agorafobi, sosyal fobi, panik bozukluklar veya Diğer anksiyete bozuklukları ile birlikte ortaya çıkabilir.

Agorafobi tanısı almış bireyler, genellikle evden çıkma, işe gitme veya sosyal etkinliklere katılma konusunda ciddi sıkıntı ve zorluklar yaşarlar. Bu durum, yaşam kalitesini ve özgünlüğünün önemli ölçüde olumsuz yönde etkilemektedir. Sosyal yalıtım ve dış dünyadan uzaklaşma gibi durumlar ortaya çıkabilir. Kişi korkularının devamında zorlanır ve bu nedenle normal günlük aktivitelerden kaçınabilir.

Agorafobi, genellikle yaşamın belirli aralığında ortaya çıkabilir ve değişkenlik gösterebilir. Psikoterapi, ilaç tedavisi ve tedavi terapisi gibi uzmanın önereceği tedaviler ile düzene yerleşebilir. Bu tedaviler Kişinin korkularını anlamasına, bu korkularla başa çıkma becerilerini geliştirmesine ve maruz kaldığı olumsuzlukları anlamlandırmasına yardımcı olabilir.

Agorafobi için mutlaka bir uzman tarafından anlaşılmalı ve önereceği tedavi uygulanmalıdır. Erken tanı ve uygun tedavi yöntemi ile bireyin yaşam kalitesi ve sosyal etkileşimi önemli derecede iyi yönde değişebilir ve normal günlük aktivitelere geri dönmesi desteklenebilir.



Reflüye Ne İyi Gelir?

Reflü nedenleri arasında düzensiz beslenme, sağlıksız yaşam tarzı ve anatomik bozukluklar öncelikli gelmektedir. Reflü hastaları genelde yaşam tarzlarındaki değişikliklerle hastalığa bağlı olarak ortaya çıkan semptomlardan kurtulabilir. Reflü hastası bireylerin uzak durması gereken besin grupları:

Çiğ sebze ve meyden uzak durmaları gerekir. Bunun yerine haşlamak olarak meyve ve sebzeleri tüketmeleri önerilir. Reflünün en büyük düşmanlarından birisi yağdır. Reflü hastası bireylerin yağ oranları düşük besinlerle beslenmesi hastalık şikayetlerini azaltır. Obezite ve fazla kilo reflüye sebep olan sağlık sorunlarıdır. Hastalar kilo kaybettiklerinde şikayetleri azalır.

Reflü Tamamen Nasıl Geçer?

Reflünün oluşumuna sebep olan anatomik faktörlerin kendiliğinden düzelmesi mümkün değil ancak, bazı düzen değişiklikleri ile şikayetleri aza indirmek mümkün.

  • İdeal ve sağlıklı kiloya ulaşmak
  • Çiğ sebze meyve tüketmemek
  • Asit içeriği yüksek meyve suları ve gazlı içecekleri tüketmemek
  • Çikolata ve kakaolu gıdaları tüketmemek
  • Kafeinli içeceklerin tüketimi sınırlandırarak aza indirmek
  • Salça ve sosları tüketmemek
  • Yemek hemen sonra kısa hareketler etmek, yatmamak
  • Sigara, alkol gibi zararlı alışkanlıklardan uzaklaşmak
  • Stres yönetimi iyi yapmak ve stresten uzak durmak

Reflü hastalığı bireylerin yaşamını ciddi biçimde etkileyen kronik bir hastalıktır. Kontrol ve tedavi edilmediği sürece kanser başta olmak üzere pek çok sağlık problemini davet eder. Düzenli aralıklarla kontrol ve doktorun önerdiği tedaviye uymak gerekir.



Ayağa Hızlı Kalmak Neden Göz Kararmasına Sebep Olur?

Hızlı hareketlerde ve ani şekilde ayağa kalkmak bir anda göz kararması yaşarız. Bunun sebebi, hızlı bir şekilde ayağa kalktığımız zaman kan basıncındaki ani düşüş olmasıdır.

Ayağa kalkmakla birlikte yer çekimine maruz kaldığımız için bacaklardaki kanı aşağı doğru çekmeye başlar ve bu kan basıncının düşmesine sebep olur. Kalp daha fazla kan pompalamak için hızlanmaya başlar ve kanın bacaklardan birikmesinin önüne geçmek için damarlar daralmaya başlar. Bu açıklamam dışında çeşitli sebeplerden dolayı da göz kararması olur.

Aşırı derecede sıvı kaybı (dehidrasyon)

Kemoterapi ilaçlarının bazıları

Kan damarlarının daralmasına sebep olan ilaçlar

Sakinleştirici ilaçlar

Kandaki bulunan sıvı miktarının az olması

Alkol tüketimi

Kalbin yeteri kadar kan pompalayamaması

Diyabet

Göz kararması hafif bir durumdur fakat daha ciddi durumlarda bayılmalara ve bilincin kapanmasına hatta bilinç kayıplarına yol açmaktadır. Ayağa kalktığımız anda gözümüzün bir anda kararmasına, ortostatik hipotansiyon denilmektedir. Bu aşamada, baş dönmesi, görüşte bulanıklık, kalp atışında hızlanma, mide bulantısı, bayılacak gibi hissetme ve terleme belirtileri sık görülmektedir. Aynı zamanda göğüs, boyun ve omuz ağrısı gibi nadir de olsa görülen belirtileri vardır.

Sürekli Göz Kararması Sebebi

Birçok sebep ve faktör vardır ancak kesin bir tanı için mutlaka uzman doktora başvurmak gerekir.

Yüksek ve düşük kan basıncı

Vücuttaki şeker düzeyinde düşüş olmasından dolayı beyne yeterli miktarda oksijen gitmediği için göz kararması olur.

Göz tansiyonu- gözün içinde basıncın artması ile gözde kararma olur ve görmede kayba sebep olur.

Sinir sistemindeki sorunlar- beyni etkileyen hastalıklar bununla birlikte kan akışını da etkiliyorsa gözde kararmaya sebep olur.

Anemi- kansızlık olması yeterli oksijenin taşınmasını engeller ve göz kararması olur.

Bu tarz rahatsızlıklardan dolayı sürekli olarak göz kararması yaşanır aynı zamanda stres ve anksiyete bozukluğu gibi psikolojik rahatsızlık durumlarında da göz kararması yaşanır.

Doğru tanı ve tedavi için uzman hekime başvurmak önemlidir.



Reflü Neden Olur?

Reflü olarak gelen şikayetler, mide içeriğinin etkilendiği bölgeye göre değişir. Hastalar bazı durumlarda reflü atağı esnasında kalp krizi geçirdiğini düşünebilir. En önemli sebebi ise mide içeriğinin geriye doğru kaçması sonucu göğüs bölgesinde oluşan baskı, yanma, sıkışma gibi belirtilerin görülmesidir. Sırtın tam ortasına vuran ağrı ya da göğüs ağrısı de reflü belirtileri arasındadır.

Geriye kaçan asit reflü belirtileri arasında diş çürümelerinin görülmesine neden olur. Bunun sebebi, asitli mide suyunun sürekli olarak ağıza gelerek dişlere zarar vermesidir. Bazı kişilerde mide şikayeti olmazken sadece diş çürükleri olarak kendisini gösterir.  Dil üzerinde ve ağız bölgesinde çıkan yaralar da reflü belirtileri arasında görülmektedir.

Dengesiz beslenme, aşırı kilo ya da obezlik, kullanılan bazı ilaçlar, mide hastalıkları tetikleyiciler arasında yer alır.

Reflü Tedavisi

Erken teşhis ile erken tedavi edilmediği zaman ilerleyen dönemlerde mide kanseri gibi ciddi sorunlara sebep olur. Reflü hastalığında uzman hekime muayene olduktan sonra tedavi olarak ilaç tedavisi ile başlanır. Bu tedavide ilk grup mide asidini yok eder ve böylece yutağa doğru asit içermeyen gıdalar çıkacağı için şikayetler kaybolur. 2. Grup ilaç çeşidi, şuruplardır. Şuruplar içildiği zaman midenin üzerinde kalarak yukarıya öncelikle o sıvı kaçar. Bu tedavilerin hiçbiri mide kapakçık gevşekliği ya da mide fıtığı gibi reflünün anatomik olan nedenlerini tedavi etmez.

Bu hastalığa sahip gruplara en uygun ve önemli tedavi yöntemi reflü ameliyatıdır.  Yaygın olarak kullanılan yöntemlerden birisi yemek borusunun alt kısmına radyofrekans uygulamasıdır. Uygulanan bu yöntem sayesinde yemek borusunun altında gevşemiş olan kaslar giderek çoğalmaya başlar ve aktifleşir.

 

 



Göz Kararması

Göz kararması, ani bir şekilde gözlerde görüş kaybı veya bulanıklık hissidir. Bu durum, kişinin çevresini net bir şekilde görmekte zorlanmasına neden olur.

Göz kararmasının birçok farklı nedeni olabilir. Bunlar arasında düşük kan basıncı, hipotansiyon, kalp problemleri, ani pozisyon değişiklikleri, uzun süre ayakta durma, aşırı stres, yetersiz beslenme veya susuz kalma yer alabilir. Kan basıncının normal seviyelerin altına düşmesi, beyne yeterli miktarda oksijen almasını engeller ve bu da göz kararmasına neden olabilir. Ayrıca bazı hastalıkların belirtisi veya yan etkisi olarak da göz kararması meydana gelebilir.

Kalp problemleri de göz kararmasının bir diğer yaygın nedenidir. Kalp yetmezliği veya ritim bozuklukları gibi durumlar, kalbin etkili bir şekilde kan pompalayamamasına ve dolayısıyla beyine yeterli kan akışını sağlayamamasına yol açar. Bu da göz kararması hissiyatını tetikleyebilir.

Ani pozisyon değişiklikleri de göz kararmasına sebep olabilir. Örneğin, hızla oturduktan sonra ayağa kalkmak veya uzun süre hareketsiz kaldıktan sonra birdenbire ayağa kalkmak gibi durumlarda, kanın bacaklara ani bir şekilde akması ve beyne yeterli miktarda kanın ulaşmaması sonucunda gözlerde kararma hissi ortaya çıkabilir.

Uzun süre ayakta durmak da göz kararmasına zemin hazırlayabilir. Ayakta durmanın uzun süre devam etmesi, bacaklardaki kasların kan dolaşımını engelleyebilir ve bu da beyne yeterli miktarda kanın ulaşmasını zorlaştırarak göz kararmasına yol açabilir.

Aşırı stres, yetersiz beslenme veya susuz kalma da göz kararması hissinin tetikleyicisi olabilir. Stres, vücuttaki kan basıncını artırabilir ve bu da gözde kararma hissiyatını ortaya çıkarabilir. Ayrıca, yetersiz beslenme veya susuz kalma durumunda beyne yeterli miktarda oksijen ve besin maddesi ulaşmayabilir, bu da göz kararmasına neden olabilir.

Son olarak, bazı hastalıkların belirtisi veya yan etkisi olarak da göz kararması meydana gelebilir. Örneğin, diyabet, anemi veya hipotiroidi gibi bazı sağlık sorunları, göz kararması hissinin ortaya çıkmasına sebep olabilir.

Bu nedenlerden dolayı, göz kararması yaşayan kişilerin bir doktora başvurması önemlidir. Doktor, altta yatan nedeni teşhis ederek uygun tedaviyi önerecektir.

Göz kararması yaşayan bir kişi için en önemli olan şey hemen durumu doktorlarıyla paylaşmaktır. Çünkü göz kararması bazen ciddi sağlık sorunlarının habercisi olabilir. Doktor muayenesi sonucunda altta yatan sorun tespit edilerek uygun tedavi yöntemi belirlenebilir.

Doktor muayenesi sırasında, göz kararmasının nedenlerini belirlemek için bir dizi test yapılabilir. Kan basıncı ölçümü, kan testleri ve elektrokardiyografi gibi testlerle altta yatan sağlık sorunları tespit edilebilir. Bu sayede, göz kararmasının kalp-damar hastalıkları, diyabet veya anemi gibi ciddi durumların belirtisi olup olmadığı da anlaşılabilir. Uygun tedavi yöntemi belirlendikten sonra, hasta bilinçli bir şekilde tedavisine devam edebilir ve sağlığına kavuşabilir.

Sonuç olarak, göz kararması aniden ortaya çıkan ve kişinin görüşünü etkileyen bir durumdur. Nedenleri arasında düşük kan basıncı, kalp problemleri ve bazı hastalıklar yer almaktadır. Bu nedenle, bu semptomu yaşayan bireylerin vakit kaybetmeden bir doktora başvurmaları önemlidir.

 



Göz Kararması Teşhis ve Tedavisi

Otururken, uzanırken ve ayakta olmak üzere üç farklı aşamada kan basıncınız kontrol edilir.

Kan basıncının kontrolünün dışında kan testi yapılarak kan şekeri düzeyi, kansızlık olup olmadığı kontrol edilir. Bu kontrol edilen parametrelerin her ikisi birden düşük tansiyona neden olmaktadır. EKG testi yapılabilir ve bu test ile kalbin elektriksel olarak performansı ölçülür. EKG yapılarak kalp ritminde herhangi bir değişiklik olup olmadığına ve kalp kasına yeterince oksijen gidip gitmediğine bakılır ve tespit edilir.

Uzman doktorunuz, göz kararmasının nedenine göre uygun tedavi yolunu izleyecektir. Kullanılan bir ilaç göz kararmasına sebep oluyorsa, ilacın değişikliğine gidilebilir. Hafif olarak seyreden durumlarda en basit ve etkili olacak tedavilerden birisi uygulanır. Ayağa kalkıldığında baş dönmesi hissedildiğinde en etkili oturmak ve sırt üstü uzanmaktadır. Bu basit yöntemlerle geçmezse ilaç tedavisine başlamak gerekir. Hangi ilacın kullanılması gerektiği düşük tansiyon türüne bağlı olarak değişecektir.

Yan Etkiler

Basit ve ufak bir sorun gibi görünüyor olsa da hayati olarak yan etkilere yol açabilir. Devamlı olan göz kararmasının nedenlerini araştırmak ve uzmana danışmak sağlığınız için en uygun yoldur. Özellikle belli yaşın üstündeki insanlarda göz kararması dengenin kaybolmasına ve ardından düşmeyle sonuçlanır. Bayılma ile birlikte sert şekilde düşme yaşanabilir. Bu göz kararmasının en sık görülen yan etkilerinden biridir.

Bir diğer yan etki- ayakta ve oturma pozisyonunda tansiyonda oluşan dalgalanmalar varsa, beyne giden kan akışında azalma olmasından kaynaklanır. Bu durum felç riskini yükseltebilir. Tansiyonda ki oluşan farklılıklar, göğüste ağrı, kalp ritmi sorunları ve kalp yetmezliği gibi birtakım hastalıklara yol açabilir.



Reflü Nedir?

Temel görevi besinlerin emilimi olan sindirim sistemi ağızdan başlayarak anüste sonlanmaktadır. Ağız yoluyla alınan besinler peristaltik hareket olarak adlandırılan bir hareketle yemek borusundan aşağıya inerek mideye ulaşır.

Mideye giden besinler mide sıvısıyla karışır ve sindirim süreci başlar. Yemek borusunun alt kısmında bulunan özofagus sfinkteri, kapak gibi görev görerek midede bulunan sıvı, asit ve besinlerin yemek borusuna geri kaçmasını önler. Bazı durumlarda bu kapak görevi gören yapı sıklıkla açılıp kanabilir. Bununla birlikte mide içeriği yemek borusuna doğru ilerler. Bu duruma reflü adı veriliri.

Reflü hastalığının uzun süre tedavi edilmemesi, tedavinin ertelenmesi, yemek borusunda, yutakta ve akciğerde ciddi hasar oluşmasına sebep olur.

Sağlıksız beslenme ile birlikte düzensiz yaşam tarzı, olumsuz alışkanlıklar reflünün önemli nedenleri arasındadır.  Midenin boşlamasını engelleyen diğer sindirim sistemi sorunları da reflü hastalığının oluşmasına sebep olabilmektedir.

Mide fıtığı gibi anatomik sebepler de reflü hastalığını öne çıkarır. Gebelik de reflüye sebep olacak faktörlerden birisidir. Gebelik döneminde karın içi basıncın artmasıyla mideye olan baskıyla reflü ortaya çıkar.

Belirtileri Nelerdir?

Genel olarak yemeklerden yarım saat sonra ve özellikle geceleri ortaya çıkar. En yaygın belirtileri ekşime, yanma, geğirme, gaz, kusma, yutma güçlüğü, mide bulantısı ve ağıza acı su gelmesidir. Bunlar reflünün bir kısmıdır. Reflü belirtileri bunlarla sınırlı değildir. Midenin içeriğinin sık olarak yemek borusuna çarpması, zaman içinde bu alanda sinirlerde tahribata sebep olur. Bu sinirlerin tahrip olmasının sonucunda göğüs, boğaz, lap ve kollarda çeşitli derecelerde şikayetler ortaya çıkabilir.



Zona Nasıl Teşhis Edilir?

Zona hastalığına yönelik teşhis mutlaka bir sağlık kuruluşunda ve uzman hekim tarafından yapılmalıdır.

Klinik teşhis: tipik olarak zona tek bir hat üzerinde kabarcıklar şeklinde kendini gösterir. Genel olarak bel, yüz ve sırt bölgelerinde ortaya çıkar.

Ağrı, sürtünme ve yanma hissi şikayetleri mevcuttur. Uzman hekim, bu şikayetler üzerine fiziki muayenede zona teşhisini koyabilir.

Laboratuvar Testleri: zona hastalığı genel olarak klinik ortamında aktarılan şikayetlere dayandığından rutin bir laboratuvar testine ihtiyaç duyulmaz. Ancak bazı durumlarda, özellikle belirgin olmayan vakalarda uzman hekim şüphelendiği durumu netleştirmek ve kesin sonuç almak için laboratuvar testleri isteyebilir. Bu testler, lezyonlardan alınan örneklerin incelenmesi, kan testi veya PCR (polimeraz zincir) testleridir.

Görsel Muayene: hekim, şikayetler ile birlikte ortaya çıkan belirtileri inceleyerek zona tanısını koymada yardımcı olur.

Hasta Öyküsü: hasta öyküsü, zona tanısı koymada önemlidir. Önceki döneminde suçiçeği geçirme öyküsü veya bağışıklık sisteminin zayıflamış olması gibi öyküler zona riskini ortaya çıkarmış olabilir.



Zona Hastalığı Nedir?

Zona genellikle suçiçeği virüsü (Varicella-zoster virüsü) nedeniyle ortaya çıkan bir hastalıktır.

Halk arasında gece yanığı olarak bilinmektedir. Bu virüs, suçiçeği hastalığını tutan vücutta uzun süre boyunca uyku durumunda bekler ve ilerleyen zamanlarda aktif olarak zona enfeksiyonuna neden olur. Zona genellikle sinirler boyunca seyreder de belirli bir dermatom adı verilen bölgesel karakteristik lekeler ile ağrıya neden olur.

Zona hastalığı genellikle stres, yaşlılık gibi dönemlerde aktifleşir. Hastalığın belirtileri genellikle bir dermatomda ağrı, sürüntü, yanma hissi ve ardından püskürmelerin ortaya çıkmasıdır. Bu belirtiler ile zona hastalığı başlar.

Kabarcıklar genellikle sıvı ile doludur ve patladıktan sonra kabuk bağlamaya başlar. Genel olarak ağrılı bir hastalıktır. Bu ağrı, postherpetik nevrajli olarak adlandırılan ve enfeksiyonun iyileştikten sonra bile devam edebilen kronik bir ağrı sendromuna yol açabilir.

Tedavide genellikle antiviral ilaçlar, ağrı kesiciler ve anti-inflamatuar özellikler bulunur. Aynı zamanda zona aşısı, özellikle 50 yaşın üzerindeki kişilere verilir, çünkü yaşla birlikte zonanın aktifleşme riski artar.

Zona hastalığı ciddi değişikliklere neden olabilir, bu nedenle erken teşhis ve tedavi önemlidir.

Ayrıca bağışıklık sisteminin güçlü olması için sağlıklı bir yaşam tarzının sürdürülmesi esastır. Zona sadece fiziksel etkilerin değil, aynı zamanda psikolojik etkilerin de yaşandığı bir gelişim seyreder. Bu nedenler teşhis, tedavi ve gerekiyorsa zona aşısı önemlidir.

Zona Hastalığının Nedenleri

Zona virüsü, varisella olarak da bilinen suçiçeği hastalığına da sebep olan bir virüstür. Genellikle suçiçeği üreterek ortaya çıkar ve virüs tüm vücutta hareketsiz ve uyku modunda kalır. Bu virüs genetik sistemin zayıflaması veya stres, yaşlanma gibi faktörlerle tetiklenmesi olasıdır.

Zona, genellikle yukarıda bahsedilen belirtilerle belli bir sinir kökünde ortaya çıkar. En yaygın belirtisi ağrı ve uyuşmadır. Bunların yanında yanma hissi, ateş ve halsizlik görülebilir.

Bağışıklık sistemi zayıf olan bireyler, yaşlılar ve suçiçeği aşısı olmayan kişiler risk altındadır.

Zona tedavisi genellik antiviral tedaviler, ağrı kesiciler ve diğer tedavileri içermektedir.

 



Zona Hastalığının Belirtileri

Ağrı ve yanma: olası bir bölgede ağrı, karıncalanma, yanma veya sürtünme hissiyle başlar. Ağrı erken belirtilerinden biridir.

Kızarıklık ve kabarcıklar: ağrının olduğu bölgede kaşıntılı kızarıklık ve küçük kabarcıklar ortaya çıkar. bu kabarcıklar genellikle dermatom adı verilen sinir hattında yer alır.

Suçiçeği benzeri döküntü: zona belirtileri, suçiçeği belirtilerine benzer, ancak zona genellikle daha sınırlı bir alanda ortaya çıkar. vücudun tek tarafından şerit şeklinde döküntüler oluşur.

Ateş: zona hastalığı sırasında ateş ortaya çıkabilir ve titreme meydana gelebilir.

Genel Halsizlik ve yorgunluk: hastalık genellikle kişiyi yorgun ve halsiz hissettirebilir. Aynı zamanda mide rahatsızlığı hissedilebilir.

Baş ağrısı: bazı kişilerde zona sırasında baş ağrısı ortaya çıkabilir. Işığa karşı yüksek duyarlılık gelişir.

Hassasiyet: zonadan etkilenen bölgede ağrı ve yanmayla birlikte hassasiyet ortaya çıkabilir.

 

Zona tedavi ile birlikte genellikle birkaç hafta içinde iyileşir ancak bazen uzun süreli ağrıya neden olur. Eğer zona belirtileri yaşıyorsanız, bir sağlık profesyoneli ile görüşmeniz erken teşhis ve sağlığınız için önemlidir.

 



Varis Nedir? Hangi Sebeplerden Oluşur?

Varis, bacaklarda bulunan toplardamarların hastalığı olarak bilinmektedir. Bacaklardaki toplardamarlarda genişleme ve gelişmenin sonucunda cilt üzerinden kabarık, kıvrım biçimde, yeşil ya da siyah görüntünün oluşmasıdır. Gebelik ve hormonların etkisiyle daha sık görülmektedir.

Varis Hangi Sebeplerden Oluşur?

Varis geçirilmiş olan hastalık veya doğuştan gelen biz bozukluğa bağlı olarak gelişen bir durumdur.

Sağlıklı bireylerde ayakta zaman geçirildiğinde kan aşağıdan yukarıya doğru kalbe ulaşır. Temizlenerek tekrar vücuda dağılır. Yerçekimine maruz kaldığı için kanın aşağıya doğru gitmesini engelleyen toplardamarlarda kapak bulunur. Bu kapakların herhangi bir sebebe bağlı olarak bozulması ve işlevini kaybetmesi sonucunda kanın yukarıdan aşağıya olacak şekilde ters yönde gitmeye başladığı zaman bacaklarda bulunan toplardamarlarda genişlemeler başlar.

Bu genişlemelerin sonucunda örümcek ağına benzer görüntü meydana gelmeye başlar.  İlerleyen zamanlarda ise ciltten kabarık yeşil ya da siyah varisler oluşur.

Geçirilmiş bir hastalık ve doğumsal bozuklar dışında varis bir meslek hastalığıdır. Uzun süre ayakta yapılan mesleki çalışmalarda varis sık olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bireyde artan doğum sayısı ile birlikte varis riski artmaktadır.

Varis Çeşitleri

3 tip varis tanımlanır.

Telenjektazik varisler: örümcek ağına benzer bir görüntü sergilerler. Başlangıç aşamasında varis saç kılı gibi ince görünmektedir.

Retiküler Varis: kalem ucu büyüklüğünde olup, çok kabarık olmayan ve yeşil renkte varsilerdir.

Varis Pakeleri: retiküler varislerin tedavisine başlanmaz ise ilerler ve ileri aşama olarak bilinen varis pakelerini oluşturmaya başlar. Cilt üstünde kabarık nohut ve fındık büyüklüğünde olabilir. Bazı bireylerde oldukça yaygın bir halde görülür. Siyah ve yeşil arasında bir renkte olur. Bu çok ilerlemiş varis probleminde oldukça kötü sonuçlarla karşılaşabiliriz.



Varis Olan Bireylerde Ne Gibi Şikayetler Vardır?

Bacaklarda oluşan dolgunluk hissi, gece aniden giren kramplar, kaşıntı, cilt üzerinde kalınlaşma ve renk değişikliği, tedavi başlamayan hastalarda yaraların açılması

Varis Tedavisi

Medikal tedavi: uygunluğu tespit edilen hastalarda ilaç tedavisi

Varis çorabı: uygun basınçlı çorap

Skleroterapi: köpük tedavisi olarak bilinir.

Radyofrekans tedavisi

Zamka benze yapıştırıcı ürünün kullanılması

Cerrahi tedavi

Tüm bu yöntemler içinde günümüzde yaygın olarak kullanılan köpük tedavisi diğer ismiyle (skleroterapdir.) 1. Ve 2. Aşamadaki varislerde bu tedavi kullanılır.

Varis Tedavi Edilmezse Ne Olur?

Kozmotik anlamda kötü bir görünüme sahip olur. Özellikle evre 3’e gelmiş pakeler oluşmuş ve büyümüş varisler alınmaz ise bunların içinde kan birikir ve pıhtı oluşur. Pıhtının akciğere atmaması ve bacaklarda yara oluşmasını engellemek için varisler 1. Ve 2. Aşamadayken tedavi edilmelidir.  Uygulanacak olan köpük tedavisi son derece basit bir tedavidir.

Hasta bireyin hastaneye yatışını gerektiren bir durum söz konusu değildir. 10-15 dk içinde işlem yapılır

Radyofrekans lazer tedavisi ya da zamk gibi yapıştırıcı yöntemlerin uygulandığı hastalar akşam rahat evlerine gidip rutin işlerine devam ederler.

Varisten korunmanın yolları ve mevcut olan varisleri ilerlemesini engellemenin yolu, basınçlı varis çorabını giymek, uzun süreli ayakta durmamak, bol bol yürüyüş yapmak, yüze gibi sporları yapma, aşırı sıcaklardan uzak durma, dar pantolon ve yüksek topuklu ayakkabı kullanılması varislerin oluşmasında etkilidir.



Baş Ağrısı Nedir? Neden Olur?

Toplumun genelinde en sık görülen şikayetlerden biri baş ağrısıdır. Kadınlarda erkeklere oranla çok fazla rastlanır. Bazı ağrılar insanı bitkin düşürebildiği gibi yaşam kalitesini ve gününü de olumsuz etkilemektedir.

Baş ağrısı, başın herhangi bir bölgesinde ortaya çıkar. hemen her insanın hayatında yaşadığı genel bir durumdur. Baş ağrılarını yüzdelik dilimde incelediğimizde %96’sı stres, hava şartları vb durumlardan iyi huylu biçimdedir. Geri kalan yüzdelik dilimde bulunan kötü huylu baş ağrıları, erken teşhis, müdahalenin hayat kurtarıcı olduğu acil vakalar arasındadır.

Uzman hekim, bu tarz vakaları analiz ederek tıbbi öykü ve fizik muayene ile birlikte tedaviye başlar. Kökeninde yatmakta olan duruma dair senaryo oluşturmak ve fikir elde etmek amacıyla birtakım laboratuvar tetkiklerine ve radyolojik görüntüleme yöntemlerine başvurur.

Baş Ağrısının Çeşitleri

Bir baş ağrısı temelinde yatan bir sağlık problemi sebebiyle ortaya çıkmadıysa ve direkt olarak baş ağrısı olarak seyrediyorsa buna tıp dilinde primer baş ağrısı denir. En çok karşılaşılan tipleri, migren, gerilim tipi baş ağrısı ve küme baş ağrısıdır.

Sekonder olarak isimlendirilen baş ağrıları, nedeni bir hastalığa bağlı olarak gelişir. Beyin damar hastalıkları, sinir sistemi hastalıkları, beyin tümörleri, göz hastalıkları, sinüzit, menenjit vb hastalıkların ilerleyişi sırasında ortaya çıkar.

Baş ağrısı şikayetleri kişiden kişiye göre değişkenlik gösterir. Bazı belirtiler ağrıya eşlik ettiği zaman ciddi müdahale gerektirdiği için dikkatli olunmalıdır.

Ensede sertlik, derinin dökülmesi, kusma, sersemlik, konuşmada bozukluk ve konuşma güçlüğü, 38 ve üzeri derece yüksek ateş, vücudun bir bölümünde felç oluşması, görme kaybı gibi ciddi belirtilerin baş ağrısına eşlik etmesi, bu duruma acil olarak müdahale edilmesini gerektirir.

Primer baş ağrıları hem belirti olarak hem de tek başına birer olgu olarak kabul edilirler. Tetikleyici faktör herhangi bir durum ya da hastalık değildir. Epizodik olarak isimlendirilen ataklar şeklinde veya kronik dediğimiz uzun seyirli ağrı olarak ortaya çıkar. Epizodik baş ağrıları arada bir belirginleşir ve sonrasında kaybolurlar. 30 dakika ile birkaç saat arasında değişkenlik gösterirler. Kronik baş ağrıları sürekli olarak seyreden ağrılardır. Günlerce sürebilir.

Bu tarzda baş ağrılarının tedavisinde ağrı kontrol yöntemlerine başvurulması gerekir.



Baş Ağrısı Nasıl Geçer?

Oluşan baş ağrısında temelde yatan bir sağlık nedeni varsa mutlaka uzman hekime başvurulması gerekir. Hekimin kararı ile tedaviye başlanır. Bunun dışında primer baş ağrısında özellikle migrende, bir nöroloji uzmanının muayenesinden sonra ilgili tedavi başlatılır.

Migren tedavisinde asıl hedef, tetikleyici faktörleri en aza indirmek, sinir sisteminde oluşan hassasiyeti ve ağrı esnasında ortaya çıkan damar etrafındaki olayları bastırmaktır.

Baş ağrısı tedavisi koruyucu ve atak tedavisi olarak ikiye ayrılır. Burada hangi tedavinin uygulanacağı kararı hastanın ağrılarının sıkılığı ile olur. Bir bireyde ağrı ayda  bir ya da iki defa görülüyorsa, atak tedavisi planlanır.

Ağrının kontrolü için ağrı kesici ilaçlara başvurulabilir. Sürekli kullanımı böbreklere hasar vereceğinden önerilmez ve atak başlamadan ağrı kesici ilaç ağrı atakları başlamadan alınmalıdır.

Koruyucu-önleyici tedavi: bir ay içinde dört ve üzerinde ağrı olursa tercih edilen bir tedavidir. Bu tedavi esnasında ilaçlar her gün alınmaktadır. Kalp, epilepsi, depresyon ilaçları bu amaçla kullanılmaktadır. Bu tarz ilaçlar doktorun reçetesi olmadan alınmamalıdır.

Baş ağrınızı engellemek ve kaliteli bir gün geçirmek için, bunları uygulayabilirsiniz:

Baş ağrısını tetikleyen faktörleri keşfedin, bu faktörleri azaltmaya özen gösterin

Alkol tüketimi fazla ise sınırlandırın

İşlenmiş gıdalardan mümkün olduğunca uzak durun

Uyku sürenizi ve uyku kalitenizi düzenleyin.

Bilgisayar ve telefon kullanımı esnasında sık olarak pozisyonunuzu değiştirin

Öğün atlamayın

Stres ile başa çıkma yöntemlerini keşfedin.

  • Ağrı sürekli ve gittikçe artan şiddette ise
  • Ağrının şiddeti şekilde değiştirdiyse ve tedaviye cevap vermiyorsa
  • On Yaşından küçük, elli yaşından büyük bireyde ilk baş ağrısı ortaya çıktıysa
  • Uykusuzluk yaratıyorsa
  • Bulantı, kusma, ışığa karşı yüksek hassasiyet başladıysa,
  • Ateş ve boyun sertliği ile birlikte baş ağrısı başladıysa
  • Ağrının şiddeti çok yüksekse ve fiziksel aktivite esnasında ortaya çıkarak şiddetini artırıyorsa

Mutlaka bir sağlık kuruluşuna ve nöroloji uzmanına danışmakta fayda var.



Baş Ağrısı Sebepleri

Sebepler baş ağrısının tipine göre değişebilir. Primer tipi bir baş ağrısında, genetik olan yatkın bireylerde, çevrelesel etkenler beyinde bir hareket yaratırlar. Bu hareket beyin damarlarında genişleme yaparak kimyasal maddeleri açığa çıkarır. Sinirler uyarılarak ağrıya sebep olur.

Sekonder tipinde, çok farklı neden bulunur. Enfeksiyonlar (sinüs, kulak, beyin zarı iltihapları), kan damarlarında oluşan hasarlar (anevrizma, malformasyonlar, damar tıkanıklıkları), tümörler, hipertansiyon bunlardan sadece bir kısmıdır. Bu sebepten dolayı bu tarz baş ağrılarının sebebinin belirlenmesi ve tedavisi hayati önem taşımaktadır. Kadınlarda adet döneminde baş ağrısı sık görülür, bunun yanında stres önemli tetikleyicidir.

Sekonder Tipi

Beyin tümörü veya beyin anevrizması şiddetli ağrının ortaya çıkmasına sebep olabilir.

Omurgada oluşan baskı ve omurların deformasyona uğraması, omurilik kanalına baskı yapması ile ağrı oluşur. Baş ağrısının yanında boyun ağrısı da ortaya çıkar.

Bazı ilaçların yanlış kullanımı veya aniden kesilmesi

Beyin ve omurilik zarlarının iltihaplanması, menenjit sonrasında baş ağrısı ortaya çıkabilir.

Travma sonrasında baş ağrısı, baş bölgesine alınan darbe, düşme, trafik kazası, yaralanmalar gibi travmalarda post travmatik olarak isimlendirilen baş ağrısı meydana gelir.

Spinal baş ağrıları, beyin omurilik sıvısının azalmasıyla birlikte meydana gelir. Bu durum en çok epidural ya da spinal anestezi işlemlerinden sonra ortaya çıkar.



Baş Ağrısı Türleri

Gerilim Tipi: en sık karşılaşılan türdür.  Genellikle 20 yaş üzeri kadınlarda görülür. Hastalar, başın etrafında başı sıkan ip varmış gibi hissettiğini belirtir. Boyun ve kafatasında yer alan kasların gerilmesi sonucunda meydana gelen ağrıdır. Vücudun pozisyonunun uzun süre yanlış tutulması ve stres gibi durumlarda gerilim tipi baş ağrısını ortaya çıkarır.

Küme Tipi: şiddetli zonklama türünde olmayan ancak yüzün belli bir tarafında ya da sözün arkasında belirgin yanıcı bir biçimde ağrıdır. Bu ağrı ortaya çıktıktan sonra gözde sulanma, burun akıntısı gibi belirtiler görülmeye başlar. Uzun süre boyunca devam etme özelliğine sahiptir ve 6 hafta kadar sürebilir. Küme tipi baş ağrıları günde birden fazla biçimde ortaya çıkabilir. Bu baş ağrısı 20-40 yaş arasındaki erkeklerde sık görülür. Bu ağrı ataklar şeklinde meydana gelir, süresi kişiden kişiye değişkenlik gösterir. Genel olarak 15 dk ile 3 saat arasındadır. Gelen ilk ağrı atağının bitiminin ardından diğeri oluşarak kümelenme meydana gelir.

Migren: ciddi seyirli bir baş ağrısı türüdür. Yüzün sadece bir yarısında ortaya çıkar. şiddetli zonklayıcı bir tarzda kendisini gösterir. Diğer ağrı türlerine göre migren kendi içerisinde farklı türlere ayrılır.

Kronik migren: bir aylık sürede 15 gün kendisini gösterir.

Hemiplejik migren: inme benzeri şikayetler ortaya çıkar. bu migren ağrısı biçiminde baş ağrısı olmadan bulantı, görmede problem ve sersemlik gibi belirtiler ortaya çıkar.

Bazı migren hastalarında ağrı ile birlikte birtakım belirtiler kendisini gösterir. Bu belirtiler baş ağrısı başlamadan önce kendisini gösterir. Bu dönem aura dönemi olarak adlandırılmaktadır. Kişiler, yanıp sönen ışıklar, çapraz çizgiler, kör nokta gibi problemler yaşadıklarını ifade ederler. Aura döneminde yüzün belirli bir bölgesinde uyuşma ya da karıncalanma, konuşmada güçlük gibi belirtiler bu semptomlar arasındadır. Migren ile inmenin şikayetleri benzerlik gösterdiğinden dolayı sağlık kuruluşuna ve bir uzman hekime görünmekte fayda vardır.

Gök Gürültüsü: aniden ortaya çıkar, beklenmedik ve ciddi bir seyirde ilerler. Uyarıcı bulgu olmadan aniden başlar ve yaklaşık olarak 5 dk boyunca sürer. Beyindeki kan damarlarını ilgilendiren en kısa sürede ve hızlı müdahale gerektiren problemlere bağlı olarak ortaya çıkar.

Yüksek Tansiyon: yüksek tansiyon (kan basıncının yükselmesi) baş ağrısının oluşmasına sebep olur. Bu tarz baş ağrısı, tıbbi destek ve müdahaleye işaret eden acil bulgulardan birisidir.

Yüksek tansiyon baş ağrısı, başın her iki tarafında da etkisini gösterir ve yapısı gereği fiziksel aktivite esnasında kötüleşme eğilimindedir. Pulsatil (atım şeklinde) olarak ortaya çıkan ağrı, görme kaybı, uyuşukluk, burun kanaması, göğüs ağrısı, nefes darlığı gibi belirtilerle ilerler.

 



Tansiyon Nedir?

Tansiyon, günümüzde birçok insanın karşılaştığı bir hastalıktır. Ancak bu başlı başına bir hastalık değil, vücuda pompalanan kanın atardamar duvarlarına karşı uyguladığı kuvvetin ölçümüdür. Kalp sürekli yaşam fonksiyonları içinde Kan basıncı milimetre cıva (mmHg) cinsinden ölçülür ve iki sayı olarak kaydedilir; sistolik basınç (daha yüksek sayı) ve diyastolik basınç (daha düşük sayı). Normal bir kan vücuda aort damarı aracılığında kan pompalar. Bu pompalama esnasında kan basınç ile damarlara gönderilir. Damarların iç duvarlarına uygulanan basınç tansiyon kan basıncı olarak daha basit bir şekilde tanımlanabilir. Basınç değeri 120/80 mmHg civarındadır. Yüksek tansiyon veya hipertansiyon, kanın arter duvarlarına karşı kuvvetinin sürekli olarak çok yüksek olduğu bir durumdur. Bu, arterlerin hasar görmesine ve kalp krizi ve felç riskinin artmasına neden olabilir. Yüksek tansiyona böbrek hastalığı, obezite, stres ve genetik gibi çeşitli faktörler neden olabilir. Yüksek tansiyonu yönetmek için kan basıncını düzenli olarak izlemek ve tuz alımını azaltmak, fiziksel aktiviteyi artırmak ve sigarayı bırakmak gibi yaşam tarzı değişiklikleri yapmak önemlidir. Öte yandan düşük tansiyon veya hipotansiyon, kanın atardamar duvarlarına uyguladığı kuvvetin çok düşük olduğu bir durumdur.

Tansiyon doku ve organların yeteri kadar kanlanabilmesi ve yaşam fonksiyonlarını devam ettirmesi için son derece önemlidir. Kalp her baskı ve kasılmada kanı, atardamarlar yoluyla belirli düzeyde bir basınç ile pompalar, kalp kası gevşediğinde damarların içinde bir miktar basınç kalır. Bu iki basın türü büyük ve küçük tansiyon olarak adlandırılmaktadır.

Tansiyon kişiler arasında farklılık göstermektedir ancak ortalama olarak büyük tansiyon 90 ila 120 mm Hg, küçük tansiyon 60 ila 80mm HG aralığında olması beklenir.

Hipotansiyon olarak adlandırılan küçük tansiyon, genel olarak dikkat edildiği sürece sakınca yaratmaz. Nadir olarak semptomatik bulguların ortaya çıkmasının sebebidir. Tansiyonun bir anda düşmesi, baş ağrısı ve halsizlik gibi ufak belirtilere yol açmaktadır.

Hipertansiyon olarak bilinen yüksek tansiyon, düşük tansiyona göre çok ciddi sağlık problemlerine yol açmaktadır. Eğer yüksek tansiyona sahipseniz veya yüksek tansiyon adayıysanız mutlaka dikkat etmeli ve bir uzmana danışmalısınız.

Yaşamın devamı ve sürekliliği için durmadan çalışan kalp, vücut için lazım olan temiz kanı, doku ve organlara gönderir. Oksijen seviyesinin azaldığı kirli kanı toplayarak tüm vücudun beslenmesini sağlar.

Kalp kası sürekli olarak kasılıp gevşeyerek bu durum gerçekleşir ve dolaşım sistemi ile devam ettirilir. Kalp her kasıldığı zaman, kapacıklar açılarak kan, atardamarlara ve buradan da çoğalarak tüm damarlara gönderilir. Bu esnada kan damarlarında basınç oluşmaya başlar. Bu basınca tıp dilince sistolik basınç ya da halk diliyle bilinen yüksek tansiyon denilmektedir.

Kalp kası gevşeyerek damarların üzerinde oluşan basınç düzeyi azalır. Genişlemiş olan damarlar kana uyguladıkları basınçla kan akımını devam ettirir. Ancak kan damarlarında hala belirli bir miktar basınç kalır. Bu basınç tıp diliyle diyastolik ve halk diliyle de küçük tansiyon olarak adlandırılır.

Sfigmımanometre olarak bilinen alet ile tansiyon ölümü yapılmaktadır. Mm Hg cinsinden ölçülür.  Ölçüm esnasındaki şartlar ve koşullar kan basıncını önemli düzeyde etkilediğinden ölçüm, 5 dk’lık istirahat sonrasında yapılmalıdır.

Yemek ve egzersiz sonrasında yapılan ölçüm normalden düşük, kahve ve sigara tüketimi sonrasında ise normalden yüksek sonuç verir. Doğru ölçme için tansiyon ölçümünden yarım saat önce kişinin yukarıda bahsedilen eylemlerden uzak kalması önerilir.



Tansiyon Hastalığının Sebepleri Nelerdir?

Tansiyon hastalığının sebepleri birkaç faktörden kaynaklanabilir. Aşağıda en yaygın tansiyon hastalığı sebepleri yer almaktadır:

  1. Ailesel yatkınlık: Ebeveynleriniz veya diğer akrabalarınızda yüksek tansiyon öyküsü varsa, sizin de riskiniz artabilir.
  2. Yaş: Yaşlandıkça tansiyon yükselme eğilimi gösterebilir.
  3. Obezite: Fazla kilolu olmak, tansiyonun yükselmesine katkıda bulunabilir.
  4. Yüksek tuz tüketimi: Gereğinden fazla tuz tüketmek, tansiyonu yükseltebilir.
  5. Düzensiz beslenme: Dengesiz ve sağlıksız beslenme alışkanlıkları da tansiyonu etkileyebilir.
  6. Sedanter yaşam tarzı: Fiziksel aktivite eksikliği ve hareketsiz bir yaşam tarzı, tansiyonu yükseltebilir.
  7. Stres: Kronik stres, tansiyonu etkileyebilir.
  8. Hormonal değişiklikler: Hormonal faktörler, özellikle menopoz döneminde, tansiyonun yükselmesine neden olabilir.

 

Yukarıdaki faktörler, tansiyon hastalığının sebepleri arasında en sık karşılaşılanlardır. Ancak tansiyon etkileyen birçok başka faktör de bulunabilir. Daha spesifik bir bilgi için bir sağlık uzmanına danışmanız önerilir.

Tansiyon hastalığının sebepleri genellikle yaşam tarzı faktörlerine bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bunlar arasında yüksek tuz tüketimi, düşük potasyum alımı, düşük kalsiyum alımı, obezite, fiziksel aktivite eksikliği, kronik stres, alkol tüketimi, sigara kullanımı ve genetik faktörler yer almaktadır. Tansiyon hastalığına neden olan diğer faktörler arasında diyabet, böbrek hastalıkları, hormonal dengesizlikler ve bazı ilaçların yan etkileri sayılabilir. Ancak tansiyon hastalığının tam nedenleri her bireyde farklılık gösterebilir.

Kendiniz ve sağlığınız için önemli olan şeylere dikkat etmeniz önemlidir. Küçük tansiyonunuzun yükselmesi de potansiyel bir sağlık sorununa işaret edebilir. Küçük tansiyonun yüksek olması, hipertansiyon, diyabet, böbrek hastalığı, hormonal bozukluklar gibi çeşitli sağlık sorunlarına bağlı olabilir. Bu nedenle, küçük tansiyonunuzu kontrol etmek için aşağıdaki adımları takip etmeniz önerilmektedir.

– Düzenli olarak tansiyonunuzu ölçün ve yüksek değerlere sahipseniz bir doktora başvurun.

– Sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyin. Dengeli ve besleyici bir diyet tüketin, düzenli olarak egzersiz yapın, stresten uzak durmaya çalışın ve yeterli miktarda uyku alın.

– Sigara içmeyin ve alkol tüketimini sınırlayın.

– İlaç kullanıyorsanız, doktorunuzun talimatlarını takip edin ve düzenli olarak ilaçlarınızı alın.

– Sağlıklı bir yaşam tarzını benimserken, stres yönetimi tekniklerini uygulayarak stresi azaltmaya çalışın.

– Aile öykünüzde hipertansiyon veya diğer sağlık sorunları varsa, düzenli olarak sağlık taraması yaptırın.

 

Yukarıda belirtilen adımları takip ederek küçük tansiyonunuzun yükselmesine dikkat edebilir ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilirsiniz. Ancak, herhangi bir sağlık sorunuyla karşılaşırsanız, sağlık kuruluşuna ve bir doktora başvurmanız önemlidir.



Tansiyon hastalığına Sebep Olan Etkenler

Merhaba değerli okuyucular! Bugünkü blog yazımızda sizlere tansiyon hastalığına sebep olan etkenler hakkında bilgi vereceğiz. Tansiyon hastalığı, günümüzde giderek daha fazla insanı etkileyen bir sağlık sorunudur. Yüksek tansiyon, ciddi komplikasyonlara yol açabilen bir durumdur ve kalp krizi, felç gibi hayati riskleri beraberinde getirebilir. Peki, bu rahatsızlığın neden kaynaklandığını hiç merak ettiniz mi? İşte tam da bu noktada devreye biz giriyoruz.

 

Bu blog yazımızda, tansiyon hastalığına sebep olan etkenleri ayrıntılı bir şekilde ele alacağız. Yaşam tarzından genetik faktörlere kadar pek çok etkenin yüksek tansiyona neden olabileceğini öğreneceksiniz. Ayrıca, beslenme alışkanlıklarının tansiyon üzerindeki etkilerini ve stresin rolünü de inceleyeceğiz. Sizler için güvenilir kaynaklardan derlediğimiz bilgileri sunarak, bu önemli sağlık sorunuyla ilgili farkındalığınızı artırmayı hedefliyoruz.

 

Hazır olun! Çünkü bugün yolculuğumuz tansiyon hastalığının köklerine doğru başlayacak ve belki de kendi yaşamınızda yapabileceğiniz değişikliklerle bu rahatsızlığı önleyebileceksiniz. Tansiyon hastalığıyla ilgili bilgi dolu bir yazı için okumaya devam edin!

 

Tansiyon hastalığı günümüzde giderek artan bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Pek çok kişi bu rahatsızlığın sebeplerini merak ederken, aslında tansiyonun yükselmesine neden olan etkenler oldukça çeşitlidir. Bu blog yazısında, tansiyon hastalığına yol açabilen faktörleri ele alacak ve okuyucuya bu konuda daha fazla bilgi vereceğim.

 

Tansiyon hastalığının oluşumunda genetik faktörlerin önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Ancak, yaşam tarzı ve çevresel etmenler de tansiyonun yükselmesinde büyük bir etkiye sahiptir. Stres, düzensiz beslenme, aşırı tuz tüketimi, obezite, sigara içmek, hareketsiz yaşam tarzı gibi faktörler tansiyonu yükselten başlıca etkenler arasında yer almaktadır.

 

Bu blog yazısında, her bir etkeni detaylı bir şekilde ele alacak ve okuyuculara sağlıklı bir yaşam sürdürmek için nelere dikkat etmeleri gerektiği konusunda pratik öneriler sunacağım. Tansiyon hastalığının nedenlerini anlamak, onu kontrol altına almak için atılacak adımların ilk ve en önemli adımıdır. Hayatınıza olumlu değişiklikler yaparak tansiyonunuzu kontrol altında tutabilir ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilirsiniz.

Tansiyon hastalığı günümüzde giderek artan bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Pek çok kişi bu rahatsızlığın sebeplerini merak ederken, aslında tansiyonun yükselmesine neden olan etkenler oldukça çeşitlidir. Bu blog yazısında, tansiyon hastalığına yol açabilen faktörleri ele alacak ve okuyucuya bu konuda daha fazla bilgi vereceğim.

 

Tansiyon hastalığının oluşumunda genetik faktörlerin önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Ancak, yaşam tarzı ve çevresel etmenler de tansiyonun yükselmesinde büyük bir etkiye sahiptir. Stres, düzensiz beslenme, aşırı tuz tüketimi, obezite, sigara içmek, hareketsiz yaşam tarzı gibi faktörler tansiyonu yükselten başlıca etkenler arasında yer almaktadır.

 

Bu blog yazısında, her bir etkeni detaylı bir şekilde ele alacak ve okuyuculara sağlıklı bir yaşam sürdürmek için nelere dikkat etmeleri gerektiği konusunda pratik öneriler sunacağım. Tansiyon hastalığının nedenlerini anlamak, onu kontrol altına almak için atılacak adımların ilk ve en önemli adımıdır. Hayatınıza olumlu değişiklikler yaparak tansiyonunuzu kontrol altında tutabilir ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilirsiniz.

Tansiyon hastalığı, günümüzde birçok insanın karşılaştığı ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen yaygın bir sağlık sorunudur. Ancak, tansiyonun neden yükseldiği konusu hala birçok kişi için bir muamma olarak kalmaktadır. Bu blog yazımızda, tansiyon hastalığına sebep olan etkenleri inceleyecek ve bu konuda bilgi sahibi olmanızı sağlayacağız.

 

Hepimiz zaman zaman stresli durumlarla karşılaşırız ve bu da vücudumuzda çeşitli tepkilere yol açar. Ancak, sürekli stres altında olan kişilerde tansiyon yüksekliği riski daha fazladır. Bunun yanı sıra, düzensiz beslenme alışkanlıkları, aşırı tuz tüketimi, obezite, sigara ve alkol kullanımı gibi faktörler de tansiyonu olumsuz etkileyebilir. Ayrıca genetik faktörler, yaşlanma süreci ve bazı kronik hastalıklar da tansiyon hastalığının ortaya çıkmasına katkıda bulunabilir.

 

Tansiyon hastalığına sebep olan etkenleri anlamak, bu sorunu önlemek veya tedavi etmek için atabileceğimiz adımları belirlememize yardımcı olacaktır. Bu blog yazısında sizlere en güncel araştırmaları ve uzman görüşlerini sunarak, tansiyon hastalığına neden olan etkenleri daha iyi anlamanızı sağlayacağız. Sonuç olarak, sağlıklı bir yaşam sürdürmek için tansiyonunuzu kontrol altında tutmanın önemini vurgulayacağız.

 

Bu blog yazısında, sağlıklı bir yaşam tarzının önemini ve nasıl uygulanabileceğinilenme, düzenli egzersiz yapma ve stres yönetimi gibi faktörlerin vücut ve zihin sağlığımız üzerinde ne kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu gördük.

 

Sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemek, enerji seviyelerimizi artırır, bağışıklık sistemimizi güçlendirir ve genel yaşam kalitemizi iyileştirir. Ayrıca, kronik hastalıkların riskini azaltır ve uzun vadeli sağlık sorunlarıyla karşılaşma olasılığımızı düşürür.

 

Bu nedenle, herkesin bu bilgileri kullanarak daha sağlıklı bir yaşam sürdürebileceğine inanıyorum. Küçük adımlarla başlayabilir ve zamanla daha büyük değişikliklere odaklanabilirsiniz. Ayrıca, profesyonel yardım almak veya destek gruplarına katılmak da size motivasyon sağlayabilir.

 

Unutmayın, sağlıklı bir yaşam tarzını benimsemek kendimize olan saygımızın bir göstergesidir.



Tansiyon Çeşitleri

Düşük Tansiyon (Hipotansiyon)

Kan basıncının normal olmayan biçimde düşmesi veya halk arasında bilinen tabiriyle tansiyon düşüklüğü, tıp dilinde hipotansiyon olarak bilinmektedir.

Büyük tansiyonun 90mm Hg, küçük tansiyonun 60mm Hg değerinin altında olması neticesinde oluşur. Çoğu zaman kişilerde herhangi bir belirtiye neden olmaz ve tedavi gerektirmez. Fakat ani biçimde tansiyonun düşmesi, hafif veya çok şiddetli belirtilere yol açabilir. Aşırı terleme, dehidrasyon, ishal, yetersiz beslenme, alerjik olarak görülen reaksiyonlar, yoğun stres, gebelik, hormonal dengesizlik, bazı kalp ve damar hastalıkları, anemi, kan kaybı gibi bir takım nedenlerin yanında bazı ilaçların kullanımına da bağlı olarak hipotansiyon oluşabilir. 3 farklı biçimde görülür:

Ortosstatik hipertansiyon- bütün yaş grupların görülebilmektedir. Genellikle zayıf ve sağlıksız yaşlarıla etkiler. Bu durum, otururken bir anda ayağa kalkmak gibi vücut pozisyonları değişikliğinde oluşmaktadır. Kişinin başının dönmesine, gözlerinin kararmasına yol açmaktadır. Birkaç saniye süren bu durum bazı sağlık problemlerinin habercisi niteliğinde olabilir.

Sinirsel Aracılı Hipotansiyon- çok ve gençlerde daha sık görülmektedir. Kişi uzun süre ayakta durduğu süreye bağlı olarak gelişir. Baş dönmesi ve baygınlık gibi belirtilere yol açar.

Şoka bağlı hipotansiyon- travmalar, yakın, zehirlenme, ani oluşan kan kaybı gibi durumlarda kişinin şoka girer ve şoka bağlı hipotansiyon bu durumda oluşur ve kişinin hayatını tehdit edebilecek düzeyde olabilir, acil tıbbi yardım gerekir.

Tansiyon Düşüklüğü (Hipotansiyon) Belirtileri

Sürekli olarak ciddi bir belirti vermese de bazı durumlarda bulantı, baş dönmesi, kusma, ishal, nefes darlığı, aşırı terleme, depresyon, vücut ısısının düşmesi, bayılma gibi belirtilere yol açmaktadır. Bu belirtilerin görülmesi durumunda uzman bir hekime başvurulması gerekmektedir.

Tansiyon Düşüklüğüne Ne İyi Gelir?

Yetersiz ve sağlıksız beslenmeye bağlı olarak gelişen folik asit ve B12 vitamin eksikliği, diyabet, kalp hastalıkları, iç kanama, dehidrasyon, aşırı kan kaybı, ilaç kullanımı neden olmaktadır.

Tuzlu ayran, havuç suyu, zeytin, üzüm, zencefil, fesleğen ve su tüketiminin artırılması iyi gelmektedir.

 

 



Yüksek Tansiyon (Hipertansiyon)

Tansiyonun 130/80 mm Hg değerinin üzerinde olması olarak tanımlanır. %30-%45 arasında görülmektedir. Mutlaka sürekli olarak kontrol altına alınması gereken ciddi bir durumdur.

Hipertansiyonun 2 farklı türü bulunmaktadır: primer ve sekonder hipertansiyon. Toplumda %90 civarında primer hipertansiyon görülmektedir.  Yükselmesine neden olacak herhangi bir hastalık bulunmaz. Sekonder hipertansiyon, %10 civarında görülmektedir. Ve yüksekliği farklı sağlık problemlerinden kaynaklanmaktadır.

Belirtileri Nelerdir?

Aile içinde yüksek tansiyon olması, 40 yaşın üzerinde olmak, diyabet ve sigara kullanımı riski artıran etkenlerden birkaçıdır.

Baş ağrısı, baş dönmesi, kulak çınlaması ya da kalp ritminin düzensiz olması, belirtiler arasında yer alır.  Kalp, göz, böbrek ve beyin gibi organların üzerinde olumsuz etkileri bulunmaktadır. Zaman içerisinde atardamarlarda deformasyona yol açar. Kalp krizi, felç, beyin kanaması, böbrek yetmezliği, damarlarda tıkanıklık ve körlük gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açar ve mutlaka kontrol altında tutulması gerekir.

Tansiyonun Yükselmesine Ne İyi Gelir?

Bireylerin öncelikle mutlaka bir hekime görünmesi ve tedavi olması gerekir. Yüksek tansiyon tanısını alan ve ilk defa tedaviye başlayan bireylerin hekim kontrolü 2-4 hafta arasında olmalıdır. Daha sonrasında her 6 ayda bir hekim kontrolüne mutlaka gidilmelidir.

Sigara kullanımının bırakılması, vücut kitlesinin ve kilonun dengelenmesi, tuz tüketiminin sınırlandırılması ve düzenli egzersiz yapılması tedavinin yanında mutlaka önemlidir.

Taze meyve ve sebzelerden alınan potasyum da tansiyon yüksekliğine iyi gelmektedir. Tuzsuz ayran, nar suyu, greyfurt, sarımsak, kekik, limon suyu gibi gıdaların tedaviye takviye olarak alınması tansiyonun dengelenmesi için önerilebilir.



Ben Aldırma operasyonu

Sağlık literatüründe nevüs olarak bilinen ben, yani lekeler, ten rengin daha koyu bir renk oluşan lezyonlardır.

Bireyde birden fazla bulunan benler genel olarak zararlı olmayan lekelerdir. Fakat hali hazıra oluşan benlerin özellik ve cinslerinde oluşan değişiklikler melanom adı verilen cilt kanserine dikkat çekiyor olacağından bilinçli olunması ve kontrol altında tutulması önemlidir.

Sıradan benler, melanosit olarak isimlendirilen pigmentlerin cilt üzerinde küme halinde büyümeleri ile ortaya çıkar. ten üzerinden en çok ortaya çıktığı alanlar vücudun sürekli olarak güneş alan kısımlarıdır. Her insanda farklı sayılarda benler ortaya çıkmaktadır ve kişiden kişiye değişkenlik göstermektedir.

Benlerin çoğu genel olarak zararsız oluşumlardır. Estetik görünüş dışında bir çoğunun alınmasına gerek görülmemektedir.

Ben Aldırma Operasyon Türleri

İki türlü operasyondan söz etmek mümkün.

  • Mevcut olan zararsız benlerin kişinin görüntüsüne dair izlenim ve algısını değiştirmek, görünüşüyle ilgili rahatsızlığını gidermek amacıyla uygulanan operasyondur.
  • Kozmetik sebeplerle ya da kendi özelliklerinde değişiklik meydana gelen kötü huylu benlerin etkilerini ortadan kaldırmak amacıyla uygulanan cerrahi uygulamalardır.

Cerrahi işlem her zaman hastane ortamında ve alanında uzman personeller tarafından yapılması gerekir. Operasyon süresince tıraşlama ve eksizyon gibi teknikler kullanılmaktadır.

Herhangi yetişkin bir bireyde bulunan benler genelde dermatoloji hekimleri tarafından sıradan nevüs olarak adlandırılmaktadır. Sıradan nevüsler kişinin genel sağlığında herhangi bir sorun ve risk oluşturmazlar.

Benlik insan sağlığını tehdit edeceği konusunda bilgi sahibi olunmasında büyük fayda vardır. Benlin boyutu ve renklerinde herhangi bir değişiklik gözlemleniyorsa mutlaka bir uzmana danışılmalıdır.

Böyle bir durumda benlik kendi özellik ve karakterlerine yönelik yapılan analizler vardır. Bu analizlerde şu kriterlere dikkat çekilir.

Asimetri

Kenar düzensizliği

Renk farklılığı

Çap büyüklüğü

Kısa süre içerisinde yapısal olarak meydana gelen değişiklik



Benin Kanser Olup Olmadığına Dair Belirtiler Nelerdir?

Her insanda bulunan normal benler düzgün ve yuvarlak biçimdedir. Asimetrik bir görünüme sahip bir beniniz varsa kanser olup olmadığı konusunda şüphe etmekte fayda vardır. Normal olarak düzgün hat ve sınırlara sahip olan bir bende sınır düzensizlikleri tespit edilmeye başlandıysa, tek renk erine birden çok renk bir arada bulunuyorsa, olması gereken ölçülerden saha büyük olmaya başladıysa, dikkat edilmesi gereken tehlikeli bir sürece ulaşmış olabilir. Böyle bir durumda en yakın sağlık kuruluşunda uzman bir hekime kontrol ettirmeniz önemlidir.

Tehlikeli benin alınmasında operasyonun steril ortamda ve bir uzman tarafından yapılması önemlidir. Hekimler ile benlerinizde olan değişiklikleri ve şüpheleri tartışmak ve hususları detaylı bir biçimde paylaşmak önemlidir.

Ben aldırma operasyonu cerrahi olarak benin bulunduğu alan ve cilt dokusunun uyuşturulması ile başlar. Uyuşma başladıktan sonra benin çevresinden bistüri ile kesiler atılır benin cilt üzerinden ayrışması sağlanır. Ben alındıktan sonra açık alanlara dikiş atılarak işlem tamamlanır.

Bir diğer operasyon tıraşlama işlemi- bölümün uyuşturulmasının ardından bistüri ile ben tıraşlanmaya başlanır. Bu yöntem cilt kanseri belirtisi olmadığından emin olunan benler üzerinde uygulanır.

 



Küçük Tansiyonun Yükselmesi

Küçük tansiyonun yükselmesi, tıbbi bir durumdur ve genellikle düşük tansiyona sahip olan kişilerde ortaya çıkar. Dikkat etmeniz gerekenler şunlardır:

  1. Düzenli olarak tansiyon ölçümü yapın.
  2. Sağlıklı bir yaşam tarzı benimseyin: Dengeli beslenme, düzenli egzersiz yapma, yeterli uyku almak, stresten uzak durmak gibi.
  3. Alkol tüketimini sınırlayın ve sigara içmeyin.
  4. Doktorunuzun önerdiği ilaçlarınızı düzenli olarak kullanın.
  5. Tuz tüketimini sınırlamak önemlidir.
  6. Yerine göre sıvı tüketimine dikkat etmek gerekmektedir.
  7. İlaç kullanıyorsanız, doktorunuzun talimatlarını takip edin ve düzenli olarak ilaçlarınızı alın.
  8. stres yönetimi tekniklerini uygulayarak stresi azaltmaya çalışın.
  9. Aile öykünüzde hipertansiyon veya diğer sağlık sorunları varsa, düzenli olarak sağlık taraması yaptırın.

Herhangi bir semptom veya sorun durumunda doktorunuza danışmanız önemlidir. Ayrıca, düzenli tansiyon kontrolü için doktorunuzun tavsiyelerini dikkate almanız önemlidir.

Küçük tansiyon yükselirse ne olur?

  • Kalp krizi veya kalp yetmezliği
  • İnme
  • Anevrizma gelişimi
  • Böbrek hastalıkları
  • Görme işlevinde kayıp
  • Cinsel problemler (disfonksiyon)
  • Göğüste baskı ve ağrı
  • Periferik alter hastalığı

Kendiniz ve sağlığınız için önemli olan şeylere dikkat etmeniz önemlidir. Küçük tansiyonunuzun yükselmesi de potansiyel bir sağlık sorununa işaret edebilir. Küçük tansiyonun yüksek olması, hipertansiyon, diyabet, böbrek hastalığı, hormonal bozukluklar gibi çeşitli sağlık sorunlarına bağlı olabilir.

Yukarıda belirtilen adımları takip ederek küçük tansiyonunuzun yükselmesine dikkat edebilir ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilirsiniz. Ancak, herhangi bir sağlık sorunuyla karşılaşırsanız, bir doktora başvurmanız önemlidir.



Kronik Hastalıklar ve Etkileri

Kronik hastalıklar, uzun süreli sağlık sorunlarıdır. Bu tür hastalıkların etkileri oldukça yaygın ve ciddi olabilir. Örneğin, kalp hastalıkları, diyabet, kanser, obezite gibi kronik hastalıklar, yaşam kalitesini düşürebilir ve hatta ölümcül sonuçlar doğurabilir.

Bu tür hastalıkların etkileri kişinin fiziksel, psikolojik ve sosyal sağlığına olumsuz etki edebilir. Fiziksel olarak yorgunluk, ağrı, sık sık hastalanma gibi belirtiler ortaya çıkabilir. Psikolojik olarak ise depresyon, anksiyete, öfke gibi duygusal sorunlar yaşanabilir. Sosyal hayatta da kronik hastalığa sahip bireylerin günlük aktivitelerde kısıtlılıklar yaşaması, iş gücünü kaybetmesi veya sosyal ilişkilerinde zorluklar yaşaması söz konusu olabilir.

Ancak kronik hastalıklara karşı korunmak ve etkilerini azaltmak mümkündür. Sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemek önemlidir. Dengeli beslenme, düzenli egzersiz yapma, stresten uzak durma gibi faktörler sağlığı korumanın temel unsurlarıdır. Ayrıca düzenli kontroller ve erken teşhis de hastalıkların ilerlemesini engelleyebilir.

Hastaneler ise kronik hastalıkların tanı ve tedavisinde önemli bir rol oynar. Uzman doktorlar, sağlık personeli ve modern tıbbi teknolojilerle donatılmış hastaneler, hastaların ihtiyaç duyduğu tıbbi bakımı sağlar. Hastanelerdeki tedavi süreçleri, ilaç kullanımı, rehabilitasyon hizmetleri gibi faktörler kronik hastalık yönetiminde büyük önem taşır.

Sonuç olarak, kronik hastalıkların etkileri oldukça geniş kapsamlıdır ancak sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemek ve düzenli takip ile bu etkiler azaltılabilir. Gerekli tıbbi bakımlar ile kronik hastaların hayat kalitesi iyileştirebilir. Sağlık konusunda bilinçli olmak ve gereken önlemleri almaktan kaçınmamak büyük önem taşır.

 



Kronik Hastalıklar ve Dikkat Edilmesi Gerekenler

Kronik hastalık, kalıcı sağlık sorunlarıdır. Bunlar, diyabet, kalp hastalıkları, astım, hipertansiyon ve obezitedir. Kronikleşen kontrollerin sınıflandırılması için bazı önemli hususlara dikkat edilmesi gerekir. Bunlar arasında düzenli doktor kontrolleri, sağlıklı beslenme, düzenli egzersiz yapma, programın düzenli olarak kullanılması ve stres yönetimi yer alır. Kronik hastalıkların ilerlemesini ve komplikasyonlarını önlemek için az tuzlu ve yağlı besinleri tüketmeli, sigara ve alkol tüketiminden kaçınmamalıyız. Ayrıca düzenli uyku, stresi azaltıcı aktiviteler ve sürdürülebilir bir çevre yaratmak da önemlidir. Unutmayalım ki, kronik hastalıkların kontrolü ve yönetimi, sağlıklı bir yaşam tarzıyla mümkündür.  Bu da düzenli egzersiz yapmayı, dengeli ve sağlıklı beslenmeyi içerir. Bu nedenle sağlığımıza özen göstermeli ve düzenli kontrollerimizi yaptırmalıyız.

Ayrıca, uykunun düzenli olması vücudun korunmasını ve dinlenmesini sağlar. Stresi azaltıcı hareketler, fiziksel ve zihinsel sağlığa olumlu etkiler yapar. Örneğin, yoga yapmak veya spor yapmak stresi düzeyini düşürebilir.  Bu şekilde sağlığımızı iyileştirir ve kronik hastalıkları önleyebiliriz. Sağlığımıza özen göstermek için düzenli kontroller yapmalıyız. Bu, doktor ziyaretleri, tıbbi testler ve taramaların birleştirilmesi.  Rutin olarak yapılacak olan bu kontroller, hastalıkların erken teşhisi ve tedavisi için önemli olmaktadır.  Sağlığımızı korumak için kendimize iyi bakmalı ve kendimize zaman ayırmalıyız. Kişisel haliniz iyileşir, ruh ve beden sağlığınıza olumlu etkiler yapar. Kendimize zaman ayırarak stresten uzaklaşabilir, hobilerimize zaman ayırabilir ve sosyal ilişkilerimizi güçlendirebiliriz. Sağlığımıza önem, yaşam kalitemizi ve mutluluğumuzu etkiler. Dolayısıyla sağlıklı bir yaşam tarzını benimsemek ve düzenli kontrollerimizi yaptırmak, uzun vadeli sağlığımız için en iyi yatırımı ayırmayı sağlar.  Hobilerimize zaman ayırabilir ve sosyal ilişkilerimizi güçlendirebiliriz.  Sosyal ilişkilerimizin ömrü de sağlığımızın bir parçasıdır. Kaliteli zaman geçirebileceğimiz ailemiz, arkadaşlarımız ve sevdiklerimizle ilişkilerimizi sağlıklı tutmak önemlidir. Birlikte etkinlikler yapmak, seyahat etmek veya sadece birlikte vakit geçirmek, duygusal ve psikolojik mutluluğumuzu artırır.

 

Sağlıklı Yaşam için Erken Teşhis ve Düzenli Kontrol

Sağlığımıza verdiğimiz önem, yaşam kalitemizi ve mutluluğumuzu etkiler. Bunun bilincinde olarak sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemek ve düzenli olarak sağlık kontrollerimize devam etmek önemlidir. Sağlık kontrolleri, erken teşhis önlemleri ve bakış açısıyla büyük önem taşıyor. Bu kontrollerin, potansiyel sağlık sorunlarının erken tespit edilmesi ve tedavi sürecinin daha etkili olmasını sağlar. Ayrıca sağlıklı beslenmeyle birlikte düzenli egzersiz yapmak, stresi azaltmak ve genel yaşam kalitesini artırmak için önemlidir. Son olarak sağlığımıza gösterdiğimiz özen çok önemlidir. Kendimize iyi bakmamız, vücudumuzu ve ruhumuzu korumak için bize verilen büyük bir sorumluluktur.  Sağlığımızı desteklemek için günlük rutinlerimize düzenli egzersiz, sağlıklı beslenme ve iyi uyku dağılımlarını, uzun süre arzu edilen daha mutlu ve tatmin edici bir yaşam sürdürebiliriz. Potansiyel sağlık sorunlarının erken tespit edilmesi ve sürecin daha etkili olmasını sağlar. Tedavi sürecinin desteklenmesi ve hastaların yaşam kalitesinin arttırılması için önemli bir adımdır.

Ayrıca sağlıklı beslenmeyle birlikte düzenli egzersiz yapmak, stresi azaltmak ve genel yaşam kalitesini artırmak için önemlidir. Kendimize iyi bakmamız, vücudumuzu ve ruhumuzu korumak için bize verilen büyük bir sorumluluktur



Çip Bebek Aşılama Tedavisi

Çip bebek aşılama tedavisi, modern tıp alanında büyük bir başarıya sahip olan bir yöntemdir. Bu tedavi, çocuk sahibi olma konusunda zorluk yaşayan çiftlere umut verici sonuçlar sunar.

Öncelikle, çip bebek aşılama tedavisi için uygun bir aday olup olmadığınızı belirlemek için doktorunuza danışmalısınız. Doktorunuz, detaylı bir sağlık değerlendirmesi yapacak ve size en uygun tedavi planını önerecektir.

Çip bebek aşılama tedavisi sürecinde, kadının yumurtalıklarındaki yumurtalar özel bir ilaçla uyarılır. Ardından, bu yumurtalar toplanır ve laboratuvar ortamında spermlerle döllenir. Döllenmiş yumurtalar embriyo haline gelir ve daha sonra rahme yerleştirilir.

Bu tedavinin başarı oranları oldukça yüksektir, ancak her durumda garantili sonuçlar elde edilemez. Her çiftin durumu farklı olduğu için herkesin sonuçları da farklı olabilir.

Çip bebek aşılama tedavisi sürecinde sabırlı olmak çok önemlidir. Tedaviye tam olarak talimatlarına uymak başarı şansını artırır. Çip bebek aşılama tedavisi, bilimsel olarak kanıtlanmış bir yöntemdir ve başarı oranları giderek artmaktadır. Gelişen teknoloji sayesinde, bu tedavi yöntemi her geçen gün daha da iyileştirilmekte ve yeni teknikler geliştirilmektedir. Bu nedenle, umutlu bir şekilde çip bebek aşılama tedavis hayallerine ulaşma şansı oldukça yüksektir.

Son olarak, çip bebek aşılama tedavisinin en büyük avantajlarından biri de doğal bir gebeliktir. Tedavi sürecinde kadının kendi yumurtaları kullanılır ve döllenme işlemi vücut içinde gerçekleşir. Bu durum, anne adayına hamilelik sürecini daha yakından yaşama fırsatı sunar ve bağ kurma duygusunu güçlendirir. Anne adayının hamilelik sürecini daha yakından yaşaması, bebeğiyle bağ kurma duygusunu güçlendirirken aynı zamanda annenin kendi bedenine olan farkındalığını artırır. Bu sayede anne adayı, bebeğinin gelişimini takip etmek ve ona en iyi şekilde bakmak için daha bilinçli bir şekilde hareket edebilir. Ayrıca, bu süreçte anne adayıyla bebek arasında oluşan özel bağın hem gebelik döneminde hem de doğum sonrası temellerini atmada önemli bir rol oynar



HPV Aşısı Nedir?

HPV aşısı, Human Papilloma Virüsü (HPV) enfeksiyonuna karşı koruma sağlayan bir aşıdır. HPV, cinsel yolla bulaşan bir virüstür ve rahim ağzı kanseri, anal kanser, penis kanseri ve genital siğiller gibi bazı kanser türlerine neden olabilir.

Özellikle genç kızlara ve erkeklere önerilen bu aşı, HPV enfeksiyonuyla ilişkili kanser riskini azaltmada etkilidir. Kadınlar için en önemli koruma sağladığı kanser türü rahim ağzı kanseridir. Rahim ağzı kanseri, düzenli olarak yapılan smear testleriyle erken teşhis edilebilse de, HPV aşısı bu hastalığın oluşmasını engelleyerek daha güvenli bir koruma sağlar.

Erkekler için ise HPV enfeksiyonu genital siğillere yol açabilir. Genital siğiller hem fiziksel rahatsızlık yaratır hem de cinsel aktivite sırasında bulaşma riski taşır. HPV aşısıyla erkeklerdeki genital siğil vakalarının önlenmesi hedeflenir.

Aşının 9-14 yaş arasındaki çocuklara yapılması en etkili zaman dilimidir çünkü bu yaş aralığında bağışıklık sistemi henüz tam gelişmemiştir ve vücut daha iyi tepki verebilir. Ayrıca, genç yaşta yapılan aşı, HPV enfeksiyonuna karşı koruma sağlamak için en iyi sonuçları verir.

Sonuç olarak, HPV aşısı genç kızlar ve erkekler arasında yaygın olarak kullanılan bir aşıdır. Bu aşı, HPV enfeksiyonuna bağlı bazı kanser türlerinden korunmak için önemli bir adımdır. Genç yaşta yapılan aşılarla toplumda HPV kaynaklı kanser vakalarının azaltılması hedeflenmektedir.

 

Sonuç

Kadın sağlığına dikkat etmek, hayati öneme sahiptir. Kadınlar için en önemli konulardan biri olan HPV ile ilgili doğru bilgiye sahip olmak, bu konuda doğru kararlar vermenize yardımcı olacaktır.

HPV, Human Papilloma Virüsünün kısaltmasıdır ve cinsel yolla bulaşan bir virüstür. Bu virüs, kadınlarda serviks kanseri gibi ciddi sorunlara yol açabilir. Ancak, HPV tedavisi ile bu sorunların etkileri azaltılabilir. HPV aşısı da bu virüsten korunmak için etkili bir yöntemdir.

HPV tedavisinin amacı, enfeksiyonu kontrol altına almak ve hücrelerin normal haline dönmesini sağlamaktır. Tedavi sürecinde doktorunuz size uygun tedavi seçeneklerini sunacak ve sizinle birlikte en iyi tedavi planını belirleyecektir.

HPV aşısı ise, enfeksiyondan korunmak amacıyla yapılan bir aşıdır. Aşı genellikle ergenlik döneminde uygulanmaya başlanır ve 26 yaşına kadar yapılabilir. Aşı, çeşitli HPV tiplerine karşı bağışıklık sağlayarak enfeksiyon riskini azaltır.

Düzenli olarak doktor kontrolüne gitmek de kadın sağlığı açısından büyük önem taşır. Doktor kontrolleri sayesinde HPV enfeksiyonu ve diğer sağlık sorunları erken teşhis edilebilir ve tedavi süreci başlatılabilir. Bu kontrollerde pap smear testi yapılır ve servikal kanser gibi hastalıkların tespit edilmesine yardımcı olur.

Sonuç olarak, kadın sağlığı için HPV tedavisi ve HPV aşısı hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir. Düzenli doktor kontrolleri ile sağlıklı bir yaşam sürdürmek mümkündür. Bilgi sahibi olmak ise bu konuda doğru kararlar vermenizi sağlar. Unutmayın, bilgi güçtür!

 



HPV Tedavisi Nasıl Olur?

HPV tedavisinde ana amaç, virüsün vücuttan tamamen atılmasını sağlamaktır. Ne yazık ki, şu anda HPV’yi tamamen tedavi eden bir ilaç veya yöntem bulunmamaktadır. Ancak, genital siğilleri tedavi etmek için çeşitli yöntemler mevcuttur.

Genital siğillerin tedavisi için kullanılan yöntemler arasında kriyoterapi, lazer tedavisi ve asit uygulaması sayılabilir. Kriyoterapi, siğillerin dondurularak yok edilmesini sağlayan bir yöntemdir. Lazer tedavisi ise yüksek enerjili ışınlar kullanarak siğilleri yakar ve yok eder. Asit uygulaması ise siğillerin üzerine kimyasal bir solüsyon sürülerek yok edilmesini hedefler.

Bunların yanı sıra, HPV enfeksiyonunu kontrol altına almak için düzenli takip önemlidir. Düzenli olarak doktor kontrollerine gitmek ve enfeksiyonun yayılmasını engellemek adına korunma yöntemleri kullanmak önemlidir. Ayrıca bağışıklık sistemini güçlendirmek için sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemek de önemlidir.

Sonuç olarak, HPV tedavisinde amaç virüsün vücuttan atılmasını sağlamaktır, ancak tam bir tedavi yöntemi henüz bulunmamaktadır. Genital siğillerin tedavisinde ise kriyoterapi, lazer tedavisi ve asit uygulaması gibi yöntemler kullanılmaktadır. Düzenli takip ve korunma önlemleri de enfeksiyonun yayılmasını engellemek için gereklidir.



HPV Nedir?

HPV (Human Papilloma Virüs), cinsel yolla bulaşan bir virüstür. Bu virüs, ciltte ve mukozalarda enfeksiyona neden olur ve genital siğillerin ve bazı kanser türlerinin oluşumuna yol açabilir. HPV’nin en yaygın belirtisi olan genital siğiller, cinsel temasla geçebilir ve vajina, penis, anüs veya ağızda görülebilir.

Kadınlarda HPV enfeksiyonu erkeklerden daha fazla etkili olabilir çünkü rahim ağzında kansere dönüşebilen yüksek riskli HPV tipleri bulunmaktadır. Rahim ağzı kanseri, dünya genelinde kadınlar arasında en sık görülen ikinci kanser türüdür. Bunun yanı sıra, HPV’nin neden olduğu diğer kanser türleri arasında vulva, vajina, penis, anüs ve ağız kanserleri de bulunmaktadır.

HPV enfeksiyonu herhangi bir cinsel aktivite ile bulaşabilir. Kondom kullanımı enfeksiyon riskini azaltabilir ancak tamamen önleyemez. Cinsel olarak aktif olan kadınlar için rutin olarak rahim ağzı smear testi yapılması önerilmektedir. Bu test sayesinde HPV enfeksiyonu ve prekanseröz lezyonlar erken teşhis edilebilir ve tedavi edilebilir.

Ayrıca, HPV aşısı da mevcuttur. Bu aşı, HPV enfeksiyonuna neden olan en yaygın tipleri önleyebilir ve cinsel aktivite öncesi uygulanabilir. Genellikle genç kızlar ve erkekler için 9-14 yaş arasında yapılan rutin bir aşı programı olarak önerilmektedir.

Sonuç olarak, HPV cinsel yolla bulaşan bir virüs olup genital siğillerin ve bazı kanser türlerinin oluşumuna yol açabilir. Kadınlar üzerinde daha fazla etkili olduğu bilinmektedir. Ancak, HPV enfeksiyonunu önlemek için kondom kullanımı, düzenli smear testleri ve HPV aşısı gibi tedbirler almak önemlidir.



Sağlığınıza Öncelik Verin: HPV Tedavisinde Bilmeniz Gerekenler

 

HPV tedavisi. Sağlığımızın en değerli hazinemiz olduğunu unutmamız gerektiği gerçeğiyle yüzleştiğimiz bu dönemde, özellikle cinsel yolla bulaşan hastalıklar hakkında bilgi sahibi olmak hayati bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, Human Papilloma Virüsü (HPV) son yıllarda giderek artan bir şekilde yaygınlık kazanan ve genellikle cinsel temasla bulaşan bir virüstür. Bu virüsün neden olduğu enfeksiyonlar, ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir ve hatta bazı durumlarda kanser riskini artırabilir.  Ancak endişelenmeyin, HPV tedavi edilebilir ve önlem alarak bu enfeksiyondan korunabilirsiniz. HPV’nin en yaygın belirtisi genital siğillerdir. Bunlar genellikle ağız, dudaklar, dil veya boğazda ortaya çıkar ve rahatsızlık verici olabilir. HPV’ye bağlı enfeksiyonlar tedavi edilebilir olsa da erken teşhis ve önlem almak büyük önem taşır. Bu nedenle düzenli olarak sağlık kontrolüne gitmek ve cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlara karşı korunma yöntemlerini uygulamak, HPV enfeksiyonunu engellemede etkili adımlardır. Unutmayın, HPV aşısı, insan papilloma virüsüne (HPV) karşı koruma sağlamak amacıyla geliştirilen bir aşıdır. HPV, cinsel yolla bulaşan bir virüstür ve kadınlarda serviks kanseri ile ilişkilendirilmektedir. Aynı zamanda erkeklerde de bazı kanser türlerine ve genital siğillere neden olabilir.

 

HPV aşısı

HPV aşısı, vücudun bağışıklık sistemini HPV’ye karşı savaşmaya teşvik eden antijenler içerir. Bu antijenler sayesinde vücut, HPV ile enfekte olduğunda daha güçlü bir bağışıklık tepkisi verir ve virüsün yayılma riskini azaltır. Aşı genellikle çocuklar ve genç yetişkinler için önerilir, ancak yetişkinlerde de etkili olabilir. HPV aşısı genellikle iki veya üç doz halinde uygulanır ve düzenli olarak takip edilmesi önemlidir. HPV aşısının faydaları arasında serviks kanseri, vulva kanseri, vajina kanseri, anal kanser ve genital siğillerin önlenmesi yer alır. Ayrıca bu aşı, gelecekteki cinsel partnerinizden HPV enfeksiyonu riskini azaltmanızı da sağlayabilir. Ancak unutmayın ki HPV aşısı tüm HPV tiplerine karşı tam koruma sağlamaz. En yaygın olan iki tipten (HPV 16 ve HPV 18) korunmanızı sağlar, ancak diğer tiplerden enfekte olma riski hala vardır. Bu nedenle, cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmak için başka önlemler almanız da önemlidir.

Sonuç olarak, HPV aşısı serviks kanseri ve diğer HPV ile ilişkili sorunların riskini azaltabilir. Uzman bir sağlık profesyoneli ile görüşerek bu konuda daha fazla bilgi edinebilir ve aşı hakkında karar verme sürecinde rehberlik alabilirsiniz. Sağlığınızı korumak için HPV aşısının potansiyel faydalarını ve risklerini değerlendirmeniz önemlidir.



Alerjiden Korunmanın Yolları: Sağlıklı Yaşam İçin Öneriler

İyi bir sağlık için alerjiden korunmak önemlidir

Sağlıklı bir yaşam sürmek herkesin hedefidir. Ancak, bazı insanlar alerji sorunuyla karşı karşıya kalmaktadır. Alerji, bağışıklık sisteminin normalde zararlı olmayan maddelere karşı aşırı tepki vermesi sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Alerjen olarak adlandırılan bu maddeler, polen, toz akarı, hayvan tüyleri, gıdalar ve daha birçok şey olabilir.

Alerjiden korunmanın yolları

Alerjiden korunmanın en etkili yollarından biri alerjenlere maruziyeti azaltmaktır. İşte alerjiden korunma konusunda bazı öneriler:

– Evde temizlik yaparken toz bezi veya elektrikli süpürge kullanarak evinizdeki tozları ve toz akarlarını azaltabilirsiniz.

– Yatak odanızdaki yatağınıza antialerjik döşeme kullanabilir ve düzenli olarak yorganınızı ve yastığınızı yıkayabilirsiniz.

– Evcil hayvanlarınız varsa, onların tüylerini düzenli olarak temizlemeli ve evinizi havalandırmalısınız.

Açık havada alerjiden korunma:

– Alerjen seviyeleri en düşük olduğu sabah saatlerinde dışarı çıkmanızı tavsiye ederiz.

– Polenlere karşı hassasiyetiniz varsa, çim biçme işlemleri sırasında dışarıda bulunmaktan kaçınmalısınız.

– Maske kullanarak soluduğunuz havanın filtrelenmesini sağlayabilirsiniz.

Beslenmeyle alerjiden korunma:

– Gıda alerjiniz varsa, etiketleri dikkatlice okuyarak alerjen içeren gıdalardan uzak durmalısınız.

– Taze meyve ve sebzeler tüketerek bağışıklık sisteminizi güçlendirebilirsiniz.

Sonuç

Alerjiden korunmak, sağlıklı bir yaşam için oldukça önemlidir. Evde alerjenleri azaltmak, açık havada dikkatli olmak ve sağlıklı beslenmek alerji riskini minimize etmeye yardımcı olacaktır. Ayrıca, doktorunuza danışarak alerji testleri yaptırabilir ve uygun tedavi yöntemlerini öğrenebilirsiniz. Unutmayın, sağlıklı bir yaşam için alerjiden korunmak herkesin hakkıdır!



Alerjik Reaksiyonlar

Bugün sizlerle alerjik reaksiyonlarla baş etmenin yollarını keşfedeceğimiz heyecan verici bir blog yazısı paylaşacağım. Hayatımızın herhangi bir noktasında, doğal olarak bazı alerjik tepkilerle karşılaşmak mümkündür. Bu tepkiler, çoğu zaman bizi rahatsız edebilir ve günlük yaşam aktivitelerimizi etkileyebilir.

Alerjik reaksiyonların çeşitli nedenleri vardır bunlar; polenler, ev tozu akarları, hayvan tüyleri veya kimyasal maddeler gibi çeşitli faktörlerden kaynaklanabilir. Ancak endişelenmeyin! Bu blog yazısında, sizi rahatlatacak ve alerji belirtilerinizi hafifletecek bazı basit adımları keşfedeceksiniz. Doğal yöntemlerle alerjiyle mücadele etmek, vücudumuzun kendi bağışıklık sistemini güçlendirmeye yardımcı olurken aynı zamanda yan etkileri en aza indirir.

 

Beslenme Düzeni ve Alerjiye Karşı Öneriler

Alerjik reaksiyonlar, birçok insanın karşılaştığı bir sağlık sorunudur. Neyse ki, doğal çözümlerle alerji belirtileriyle başa çıkabilirsiniz. Beslenme düzeninizde yapacağınız bazı değişiklikler, alerjiyi kontrol altına almanıza yardımcı olabilir.

İlk olarak, bağışıklık sisteminizi güçlendirmek için sağlıklı ve dengeli bir beslenme düzenine odaklanmalısınız. Antioksidan açısından zengin meyve ve sebzeler tüketmek, bağışıklık sisteminizi destekleyerek alerjiye karşı korunmanıza yardımcı olabilir. Özellikle C vitamini içeren turunçgiller, antioksidan etkisiyle vücudunuzdaki iltihabı azaltabilir.

Bunun yanında, probiyotiklerin de alerjiye karşı koruyucu etkisi olduğu bilinmektedir. Yoğurt, kefir veya fermente edilmiş gıdalar gibi probiyotik bakteriler içeren besinleri tüketmek, sindirim sistemi sağlığınızı iyileştirerek bağışıklık sisteminizi güçlendirebilir.

Öte yandan, alerjik reaksiyonları tetikleyebilecek potansiyel alerjenleri diyetinizden çıkarmak da önemlidir. Örneğin, süt ve süt ürünleri alerjisi olan bir kişi için laktoz içeren gıdaları tüketmek sorunlara neden olabilir. Bu yüzden, alerjinizin belirtilerini hafifletebilmek için bu tür gıdalardan kaçınmanız önemlidir.

Beslenme düzeninizde yapacağınız bu basit değişiklikler, alerjik reaksiyonlarla mücadele etmenize yardımcı olabilir. Ancak unutmayın, her bireyin alerji durumu farklı olduğu için uzman bir doktora danışmak her zaman en doğrusudur. Sağlıklı günler dileriz!

 



İyi bir yaşam kalitesi için alerjilerle baş etmek

Alerjiler, hayatımızın bir gerçeği haline geldi. Birçoğumuzun günlük yaşamını olumsuz etkileyen bu rahatsızlık, bazen çok ciddi sonuçlar doğurabilir. Ancak, alerjiyle yaşamanın da mümkün olduğunu unutmayın. Bu blog yazısında, alerjiyle sağlıklı bir şekilde yaşamanız için yapabileceğiniz beş şeyi sizlerle paylaşacağım.

  1. Alerjenleri tanıyın ve önleyici önlemler alın

Öncelikle, hangi alerjenlere tepki verdiğinizi bilmeniz önemlidir. Doktorunuzdan veya bir alerji uzmanından yardım alarak hangi maddelerden kaçınmanız gerektiğini öğrenebilirsiniz. Evde ve işyerinde temizlik yaparken toz akarlarına karşı önlem almak, polen sezonunda dışarı çıkarken maske kullanmak gibi basit önlemlerle alerji belirtilerinizi azaltabilirsiniz.

  1. Beslenme düzeninize dikkat edin

Beslenme alerjileri, birçok insanın karşılaştığı bir sorundur. Bu nedenle, beslenme düzeninizi gözden geçirmeniz ve alerjiye yol açabilecek yiyeceklerden kaçınmanız önemlidir. Özellikle ambalajlı gıdaları dikkatli bir şekilde inceleyerek içeriğinde alerjen bulunup bulunmadığını kontrol edin. Ayrıca sağlıklı bir diyet planına uyarak bağışıklık sisteminizi güçlendirebilirsiniz.

  1. Stres yönetimi yapın

Stres, alerjik reaksiyonları tetikleyebilen faktörlerden biridir. Stresli durumlarda vücudunuz daha hassas olabilir ve alerji semptomlarınız artabilir. Bu nedenle stres yönetimi teknikleri kullanmak önemlidir. Yoga, meditasyon veya derin nefes alma gibi rahatlama teknikleri deneyebilirsiniz. Ayrıca günlük egzersiz yapmak da stres seviyenizi düşürmeye yardımcı olabilir.

  1. İyi bir uyku düzeni oluşturun

Yeterli ve kaliteli uyku, bağışıklık sisteminizin güçlenmesine yardımcı olur. Alerji semptomlarını hafifletmek için düzenli bir uyku programı oluşturun ve uykunuzun kalitesini iyileştirmek için uyku ortamınızı düzenleyin. Yatak odanızı temiz ve tozsuz tutmak, alerjenleri azaltmaya yardımcı olabilir.

  1. Doktorunuzla iletişimde kalın

Son olarak, alerji ile yaşarken doktorunuzla düzenli olarak iletişimde kalmak önemlidir. Alerji tedavinizin etkili olduğunu takip etmek için periyodik kontroller yapılıp yapılması gerektiğini doktorunuzla konuşun. Ayrıca yeni gelişmeler veya sorularınız varsa doktorunuza danışmaktan çekinmeyin.

Sağlıklı bir yaşam mümkün

Alerjilerle yaşamak zorlu olabilir, ancak sağlıklı bir yaşama sahip olmanız mümkündür. Yukarıda bahsedilen beş adımı takip ederek alerji semptomlarınızı kontrol altına alabilir ve daha iyi bir yaşam kalitesine sahip olabilirsiniz. Unutmayın, herkes farklıdır ve herkesin alerjiye verdiği tepki de farklıdır. Bu nedenle size en uygun olan yöntemleri deneyerek kendinizi keşfedin ve sağlıklı bir şekilde hayatınızı sürdürün!



Sağlık dünyasında adını duyurmaya başladığı günden bu yana özel hastane sınıfında akla ilke gelen Central Hospital, meslek sevgisiyle hizmet sunan çalışanlarıyla kalitesinden ve etik değerlerden ödün vermeyen kurumdur. İzmir Özel Hastaneler, Son teknoloji ile donatılmış hastanemiz; sunulan sağlık hizmetleri, çalışan hasta ve hasta yakını memnuniyetlerini yüksek seviyede tutan bir politika ile sağlık hizmetinde öncüyüz.


Kadın hastalıkları ve doğum, kardiyoloji, diş, ortopedi, dahiliye, nöroloji, fizik tedavi, üroloji dallarında uzman kadrosuyla sağlık hizmet sunan hastanemiz, İzmir’in kalbi bayraklıda faaliyet göstermektedir.

Sağlıkta Öncü

İzmir’de sağlık hizmetlerine ihtiyaç duyduğunuzda, Bayraklı Central Hospital size kaliteli ve etkili tedavi imkânı sunuyor. İzmir’deki özel hastaneler, arasında dikkat çeken modern tesisi, uzman doktorları ve donanımlı ekipmanlarıyla hasta memnuniyetini ön planda tutmaktadır. Sağlık sorunlarınızı çözmek ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilmek için güvenle tercih edebileceğiniz hastanemiz, Kadın hastalıkları ve doğum, Üroloji, Ağız ve Diş Sağlığı, Beyin ve Sinir Cerrahisi, Kardiyoloji, Dahiliye, Ortopedi, Nöroloji, Genel cerrahi gibi geniş bir branş yelpazesinde hizmet vermektedir.

Siz de İzmir‘de bulunan hastanemizin sunduğu sağlık hizmetinden faydalanarak kendinize gereken önemi ve özeni gösterebilirsiniz.

İzmir özel hastaneler arasında sunduğumuz bir diğer avantaj ise hasta odaklı hizmet anlayışıyla hızlı ve kolay randevu alma imkanıdır. İzmir’deki özel hastaneler arasında faaliyet gösteren hastanemizde, hastaların rahatlığı ve konforu ön planda tutulurken, aynı zamanda her hasta bireysel olarak değerlendirilir ve ihtiyaçlarına uygun tedavi yöntemleri uygulanır. Bu sayede hasta memnuniyeti en üst seviyede tutulur ve sağlık sorunlarının çözümü için gereken tüm olanaklar sunulur.
hastanemiz, geniş bir uzmanlık alanına sahip olup çeşitli tıbbi branşlarda hizmet vermektedir. Bu sayede herhangi bir sağlık sorunuyla karşılaştığınızda doğru tanı ve tedavi sürecini başlatmak için başvurabilirsiniz.

İzmir’deki özel hastaneler arasında hastanemiz, Modern tıbbi cihazlar ve son teknoloji ekipmanlar kullanılırken, uzman doktorlarımız ve sağlık çalışanlarımız da güncel bilgilere ve tekniklere hakimdir. Bu sayede hastalara en etkili, kaliteli teşhis ve tedavi imkanları sunulur. Hastanemiz sağlık hizmetlerindeki yenilikleri takip ederek, hastalarına en iyi şekilde yardımcı olmaktadır.

 



Kolposkopi Acıtır Mı?

Kolposkopi girişimsel bir işlem değildir. Ancak, işlem sırasında biyopsi yapılması gerekirse girişimsel bir işlem olarak adlandırılır.

Kolposkopi jinekolojik muayene pozisyonunda yapılır. Spekulum adı verilen alet yardımıyla vajen açılır ve rahim ağzı gözlenir. Muayene stresi ile kasılma yaşayan kadınlarda bu sırada ağrı hissedilhissi oluşabilir. Aslında bu durum tamamen hastanın kendisini kasması ve stresi ile ilgilidir. Genelde ağrı hissedilen bir durum değildir. Kolposkopik biyopsi yapılması durumunda da rahim ağzı duyu sinirleri içermediği için ağrı hissedilmez.  Biyopsinin yapılacağı bölgeye göre bazı alanlarda hafif bir ağrı hissedilebilir.

İşlemin sorunsuz ve hasta için ağrısız bir şekilde geçmesi için mutlaka bilgilendirme yapılmalı ve hasta rahatlatılmalıdır. İşlem süresi beş veya yirmi beş dakika arasında değişmektedir.

 



Kolposkopi Neden Yapılır?

Kolposkopi ileri tanı yöntemi olarak kullanılmaktadır. Kadın hastalıkları uzmanı muayene bulguları ve test sonuçlarını değerlendirdiğinde kolposkopi işlemini isteyebilir.

Kolposkopi işleminin yapılması gereken durumlar;

  • Yüksek riskli HPV tiplerinde
  • Geçmeyen rahim ağzı yaralarında
  • Smear testi sonucunda anormalliklerin görülmesi
  • Pelvik muayenede şüpheli durumların gözlemlenmesi
  • Genital bölgede siğil oluşumu
  • Rahim ağzı iltihabı
  • Rahim ağzı kanserinin teşhisi (vajina, vulva ve rahim ağzında anormal kitle)


Kolposkopi Nedir?

Kadın hastalıklarına yönelik sağlık sorunlarında ileri tarama ve tanı testleriyle beraber tedavi yöntemleri de gelişmektedir. Kadın hastalıklarında görüntüleme yöntemleri kadın üreme sisteminin karmaşık yapısı,  katmanlı ve hassas bir yapıya sahip olmasından dolayı büyük önem taşır.

Rahim ağzı hastalıklarının incelenmesi için kullanılan en son yöntemlerden biri de kolposkopi’dir.

Kolposkop adı verilen alet ışıklıdır ve rahim ağzı bölgesinin büyütülerek görülmesini sağlar. Kolposkopi yöntemiyle kadın üreme sistemindeki vulva, vajina ve serviks bölgeleri detaylı incelenebilir. İşlem sırasında şüpheli bir durum görülürse kolposkopik biyopsi yapılabilir.  Kolposkopi, anormal doku ve yapı söz konusu ise işlem sırasında biyopsi yapılarak tanı konulmasında yardımcı olur.



Duyma Kaybının Nedenleri (Çocuklarda)

İşitme kaybı testine gerekçe olan orta kulak iltihabı genelde küçük çocuklarda görülür. Kulak zarı arkasında biriken sıvı enfekte olabilir. Ağrı veya enfeksiyon olmasa bile bu sıvı işitme yetinizi etkileyebilir. Şiddetli ağrı ile gelen ve uzun süreli durumlarda orta kulak iltihabı kalıcı işitme kaybına yol açabilir.

Bazı çocuklar ise işitme problemiyle dünyaya gelir. Genetik olarak yaşanabilecek doğumsal sorunlar hamile kadının diyabet veya preeklampsi yaşamasına da bağlıdır. Erken doğmuş bebekler yüksek risk altındadır.

Küçük yaşta geçirilen menenjit, kızamık, suçiçeği ve grip gibi hastalıklar sonrasında duyu yeteneği olumsuz etkilenebilir. Çok yüksek sesler altında yaşamak, çalışmak ve kafa yaralanmaları da işitme kaybına yol açabilir.

İşitme kaybı yaşayanların yüksek seslere karşı tepkisi azalır. Çocuklar daralan basit sesler çıkarır. Sebepsiz biçimde huysuzluk, dikkatte azalma yaşanabilir. Çoğu zaman TV veya radyonun daha yüksek sesli olmasını ister.



Bebeklerde İşitme Kaybı Neden Olur?

Anne ya da babada genetik işitme kaybı hastalığı, akraba evliliği, gebelikte geçirilen önemli hastalıklar,  ilaç kullanımı, düşük doğum ağırlığı, sarılık, erken doğum (prematüre bebek) gibi nedenlerden kaynaklı bebeklerde işitme kaybı görülebilir.



Yenidoğan Bebeklerde İşitme Testi

Doğumsal bir sorun olan işitme kaybı doğumsal anomaliler arasında en sık görülür. Erken tanı konulmadığında; dil gelişimi, psikososyal gelişim, çevreye uyum ve iletişimde sıkıntıların kaynağıdır. Yenidoğan bebeklere de test yaptırılması mümkündür.

Yenidoğan bebeklerde duyma sorunu dışarıdan gözlemle anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle her bebeğe işitme testi yapılması Sağlık Bakanlığı tarafından şart koşulmuştur. İşitme testi için yenidoğan bebeklerin kulaklarına belli şiddette sesler verilip, duyup duymadığı beyin dalgaları ölçülerek anlaşılır.

Yenidoğan bebeklerdeki teste otomatik otoakustik emisyon adı verilir. Sadece bir kaç dakika sürer. Bebeğin kulağına yumuşak uçlu küçük bir kulaklık yerleştirilir ve hafifçe “klik” sesi duyulur. İlk testten net cevaplar almak her zaman mümkün değildir. Bu durumlarda, ikinci bir test önerilir. Bu, ilk testle aynı olabilir veya otomatik işitsel beyin sapı yanıtı testi olarak adlandırılan türdedir. Anne ve babanın daha sonra yaşanabilecek sorunlara karşı dikkatli olmaları önerilir. Doğum sonrası ilk kontrollerde her bebeğe işitme testi uygulanmalıdır. Test ilk 3 aya kadar mutlaka yaptırılmalıdır.



İşitme Testi Ne Zaman Yapılmalı?

İşitme duyusu bir insanın kaybettiğinde ne kadar değerli olduğunu anladığı bir kavramdır. İşitme kaybı yaşayanların büyük bir bölümü sosyal hayattan çekilir, yaşam kaliteleri düşer.

Ülkemizdeki kayıtlara göre her yıl doğan bebeklerin yaklaşık binde 4’ü işitme kayıplı doğmaktadır. Bu sayıya sonradan yaşanan işitme kayıpları da eklendiğinde 0-18 yaş arasındakiler ve erişkinler ile birlikte bu sayı 2 milyonu geçmektedir.

Bu nedenle sıkıntı yaşadığını hissedenlerin gecikmeden test yaptırması kaçınılmazdır. Bu adım işitme kaybının erken teşhisini sağlar ve geri dönülemez hasarların önüne geçer. Bu sorunların anlaşılmasında bazı esaslar önemlidir. Örneğin, karşınızdakilerin  söylediklerini tekrar etmelerini sık sık istiyorsanız, TV izlerken diğer kişilere göre sesini daha fazla açıyorsanız, yanınızdakilerin fısıltıyla konuştuğunu hissediyorsanız, gürültülü ortamdaki konuşmaları takip etmekte zorlanıyorsanız, yakınlarınız size bir işitme problemi yaşıyor musunuz diye soruyorsa, konuşmaları takip etmekte strese girip yoruluyorsanız, göz kontağı ve dudak okuma ihtiyacı hissediyorsanız mutlaka test yaptırmalısınız.

İşitme testleri odyometrist ve odyologlar tarafından yapılmakta ve KBB uzmanları tarafından değerlendirilmektedir.



İşitme Kaybı Kimlerde Görülür?

Kulakta yaşanan işitme ya da duyma kaybı sorunları mesleki kaynaklı olabilir. İş yerinde yüksek ses altında çalışmak,  yoğun biçimde elektrikli aletler kullanmak, ateşli silahlar ya da diğer silahlar, hem canlı hem de kaydedilmiş yüksek sesli müzik, kafaya darbe almak, enfeksiyon geçirmek veya çeşitli  hastalıkların sonucu olarak gelişebilir.  Bazen de kullanılan ilaçların yan etkisi olabilmektedir. Genetiğe bağlı kayıplar da yaşanmaktadır.

Hasta bazen tek ya da çift taraflı işitme azlığı yaşayabilir.  Aniden gelişen kulak çınlaması, uğultu veya kulakta dolgunluk hissi de önemli belirtilerdendir.  Hastanın baş dönmesi de diğer belirtilerle birlikte yaşanabilir.



Kemik Yolu İşitme Testi

Tam bir işitme değerlendirmesi için bazı testlere ihtiyaç vardır. Odyometri testi dışında ne tür bir işitme kaybı yaşandığını belirlemek için kemik yolu işitme testi uygulanır. Bu testte kulak arkasına titreşimli bir diyapozon yerleştirilir. Kişi artık titreşimi hissedemediğinde ya da duyamadığında, diyapozon kulağın önünde tutulur. Kişi bir kez daha zil sesini duyabilmelidir. Zil sesi duyulmazsa sorun olduğu anlaşılır. Bu aşamada hastanın alnına ek bir diyapozon konulur.

Bu testte ise hastaya sesin başın merkezinde mi yoksa kulakta mı daha yüksek olduğu sorulur. İletim tipi işitme kaybı varsa, etkilenen kulakta muhtemelen daha yüksek ses çıkarır. Bu test işitme kaybının iletken mi yoksa sensörinal mi ya da sinirsel olup olmadığını gösterecektir.



Odyometri Nedir?

Odyometri, ses şiddeti, ses perdesi ve tonal saflık için farklı frekansları içeren işitme keskinliğini ölçme bilimidir.  Bu test ile kişinin işitme duyusunun tüm konuşma aralığı boyunca hassasiyeti ölçülür.

Odyometri testi, konuşma sürecinde duyulabilen en sessiz sesi ölçer.  Bu alanda eğitim almış teknisyenlerin yaptığı odyometri testinden önce tıkanıklık (kulak kiri) olmadığı kontrol eder. Kulaktaki genel durum belirlendikten sonra işitme güçlüklerine neden olabilecek bir enfeksiyon ya da yaralanma olup olmadığı sorgulanır.Test yaklaşık olarak 20 ila 30 dakika sürer.  Bu esnada kulaklıklar aracılığı ile bir dizi ses çalınır. Ne kadar sessiz ya da zayıf olursa olsun her seferinde bir düğmeye basılarak sesin normal olarak duyulduğunun belirtilmesi gerekir. Bu test her iki kulak için de tekrarlanır.

Odyologlar; konuşmanın ne kadar iyi duyulduğunu görmek için  “konuşma odyogramı” da yapmak isteyebilir. Bu sırada kişiye kulaklık ya da yüksek sesle konuşma dinletilir ve duyulanlarını tam olarak tekrar edilmesini ister. Kullanılan bu test prosedürüne bağlı gürültülü ortamda veya sessiz bir ortamda yapılır.



Karpal Tünel Sendromu

El bileğinden geçen sinir, geçtiği kanal içinde sıkışırsa karpal tünel sendromuna neden olur.

Günümüzde en sık karşılaşılan sağlık problemlerinden birisidir. Özellikle aktif olarak çalışma hayatında olanlarda sıkılıkla görülmektedir. Eli fazla kullanmak, zorlamak, tekrarlanan el hareketleri yapmak karpal tünel sendromuna neden olabilmektedir.

Karpal tünel sendromunun belirtileri genelde geceleri daha yoğun olur. uykudan uyandırabilen bu ağrılar kişinin hayatını etkiler. karpal tünel sendromunun en önemli belirtileri;

  • Parmaklarda uyuşma, karıncalanma ve his kaybı
  • Parmak, el bileği ve kolda ağrı
  • Sıkma, taşıma, temizlik gibi durumlarda ağrı ve uyuşukluk
  • Omuz ve boyun kısmında ağrı ve uyuşukluk olarak tanımlanabilir.

 

Karpal tünel sendromunda her hastalıkta olduğu gibi  erken tanı büyük önem taşır. Tedaviye erken başlanması durumunda sinir hasarı önlenebilir ve cerrahi işleme gerek kalmadan tedavi sağlanabilir.

Karpal tünel sendromunun tedavisi el bileği atelleri, ilaçlar, enjeksiyon uygulamaları, fizik tedavi ve cerrahi olarak yapılabilmektedir.



Kepçekulak Ameliyatı (Otoplasti)

Kepçekulak ameliyatı ya da diğer adıyla Otoplasti sayılı cerrahlar tarafından yapılabilen, kulak kepçesine şekil verirken bunu doğal ve estetik bir görünümde sağlayan işlemdir.

En sık sorulan sorulardan biri kepçekulak ameliyatının kimlere yapılabilir olduğudur. Okul öncesi 5 yaşındaki çocuklara otoplasti ameliyatı uygulanabilir. Ayrıca, kulak şeklinden memnun olmayan her yaştaki birey içinde yapılabilmektedir.

Kepçe kulak kalıtsal bir rahatsızlıktır. Genelde erkek çocuklarda daha fazla görülebilmektedir. Kepçe kulak tedavisi sadece cerrahi olarak yapılabilmektedir. Kepçe kulak şekil bozukluğuna ve estetik görünümde farklılıklara neden olsa da duyma konusunda herhangi bir sorun teşkil etmez.

Otoplasti ameliyatı çocuk ya da yetişkin olma durumuna bağlı olarak genel ya da lokal anestezi altında 1-1.5 saat kadar süren bir operasyondur. Tek ya da çift taraflı olarak yapılabilir. Kepçe kulak ameliyatı sonrası hastanın ciddi ağrı şikayeti olmaz. Kulak üzerine uygulana bandajlar en falza bir hafta kadar kalmaktadır. İşlem gören kulakta doku iyileşmesi 2 veya 6 ay içerisinde gerçekleşeceği için travmalardan korumak gerekmektedir.



Solunum Fonksiyon Testi Ne Zaman İstenir?

Akciğerlerimizde yaşadığımız sorunların net biçimde ortaya çıkarılması için kullanılan yönteme solunum fonksiyon testi adı verilir. Bu test ana prensipte “ne kadar nefes aldığınız ve bu nefesin ne kadarını belirli bir zaman dilimi içerisinde çıkarabildiğinizi” sayısal olarak değerlendirir.

Yapılacak çoklu testlerden sonra hem tanı konulması hem de hastanın astımının takibe alınmasını sağlar.Solunum Fonksiyon Testleri bu nedenle astım şüphesi ile doktora başvurulduğunda mutlaka yapılır. Astım teşhisi konulan ancak tedaviye yanıt alınamaması durumunda tekrarlanır. Bu testler 5-6 yaşından itibaren yapılmaktadır. Daha küçük çocuklar için farklı metotlar ile değerlendirme yapılır.

Genel anlamda solunum testleri nefes darlığı, hışırtılı solunum, öksürük, balgam çıkarma ile hekime başvuranlarda istenilir. Ayrıca sigara içenlere, akciğer grafisinde anormal bulguları olanlara, genel anestezi altında ameliyat olacaklara, akciğer, kalp ameliyatı düşünülen hastalara, başka bir organda var olan şikayetin akciğeri etkilediği düşünüldüğünde, akciğerleri etkileyecek işlerde çalışan madenciler başta olmak üzere, deterjan, akü fabrikası gibi işleri yapanlara, sporculara da yapılır.

Testler yapılırken daha önce kalp damar hastalıkları, beyin anevrizması, göz tansiyonu hipertansiyonu bulunan ve ameliyat geçirmiş hastaların bu durumu test öncesinde bildirmesi gerekmektedir.



Solunum Fonksiyon Testi Nasıl Yapılır?

Solunum Fonksiyon Testleri öncesinde hastanın yaşı, boy ve kilosu belirlenir. Hastanın varsa kullandığı ilaçları değerlendirmeye alınır. Test öncesinde sigara içmemesi ve alkol almadığı tespit edilir.

Test öncesinde hastanın çok yemek yememesi önerilir. Test yapılmadan önce oturarak dinlenmesi sağlanır.

Test sırasında ise burun kapatılır. Öncesinde normal solunum yapar. Daha sonra derin ve kuvvetli bir nefes alır. Komutla hiç beklenmeden hızlı ve kuvvetli şekilde nefesini verir. Böylece zorlayarak en az 6 saniye nefesini vermeye devam eder. Nefesini verdikten sonra tekrar derin nefes alır ve test sonlandırılır.

Solunum fonksiyon testleri laboratuarında; akciğerlere giren ve çıkan hava hacmini istirahat sırasında ve zorlu nefes alıp verme esnasında egzersizde ölçülür. Hastadan elde edilen değerler ile aynı yaşta, cinste, boyda kişilerden alınan sonuçlar karşılaştırılır.

Eğer ölçülen hızlar düşükse, nefes genişletici ilaç kullanılarak hızın artıp artmadığı belirlenir. Şikayetleri olmasına rağmen fonksiyon testleri bazı hastalarda normal çıkabilmektedir. Hastada şikayete yol açan toz, duman, gibi maddelerin yerini alabilecek maddelerle solunum yollarında oluşabilecek hız azalması da araştırılır. Bu teste bronş hiperreaktivite testi adı verilmektedir. Akciğerlere giren ve çıkan gazların hızlarının azalmasına sebep olan darlığın oluşturduğu direnç ölçülür.

Solunum fonksiyon testleri arasında difüzyon ölçümü ile akciğerlerin oksijen ve karbondioksit değişimini yeterince yapıp yapmadığı saptanır. Ayrıca nefes alıp-verirken göğüs kafesi, karın bölgesi, boyun ve omuzlara ait kaslar kullanılmaktadır. Bu kasların nefes alırken ve nefes verirken oluşturdukları basınç ölçülür. Buna da solunum kas fonksiyonları denilmektedir.



Bronkoskopi Nedir?

Bronkoskopi, bükülmez bir tüp aracılığıyla doğrudan soluk borusu ve büyük bronşları muayene eden ve tanı konulmasına yardımcı olan tekniğin adıdır. Ucunda ışık olan endoskopik bir kamera ile solunum yollarının direk incelenmesine bronkoskopi denir. Solunum yolları ve akciğerdeki sorunları ortaya çıkarmak amacı ile yapılır.

Bronkoskopi yapılmadan önce ağız ve boğaz kısmı uyuşturulur. Hastanın sakinleşmesi için damar yolu üzerinden iğne yapılır. Ardından bükülmez bir yapıya sahip Bronkoskop kullanılır. Ağız ve burun ile beraber gırtlak ve ses tellerine doğru ana hava yollarına iletim gerçekleştirilir. Sonuçları itibariyle net olarak durumu ortaya çıkarması açısından en önemli teknik yöntem olarak tanımlanır.

Hekimin gerçekleştirdiği bu işlem 10 ile 15 dakika aralığında tamamlanır. Yapılan işlemin ardından beklemeksizin hasta çıkış yapabilir. Ancak işlemin ardından ortalama 2 saat boyunca herhangi bir şey yenmemeli ve içilmemelidir. Bu önemsenmesi ve dikkat edilmesi gereken en önemli durumdur. Aynı zamanda hastanın yine birkaç saat boyunca dinlenmesi gerekir.

Solunum yolları ve akciğer hastalıkları, kronik öksürük, kanlı balgam, ses kısıklığı gibi solunum yakınmalarında bronkoskopi yapılır. Böylece başka yöntemlerle tam açıklanamayan hastalık ve sorunlar net bir şekilde ortaya çıkarılır.



Bronoskopide Ağrı Hissedilir mi?

Bronkoskopi, diğer tanı yöntemleri ile kesinlik kazandırılamamış kronik öksürük, kanlı balgam, ses kısıklığı gibi solunum sorunları ortaya çıktığında en güvenilir yöntem olarak karşımıza çıkar.

Bronkoskopi işlemi kişi oturur veya yatar durumda iken yapılabilir. Burun veya ağız yolundan gönderilen, bronkoskop denilen cihaz yardımıyla bu bölgeler incelenir. Bronoskopi işlemi öncesinde en az 4-6 saat tam açlık şarttır. Hastalığa göre lokal anestezi veya genel anestezi altında uygulanabilir. İşlem sırasında ağrı hissedilmez. Uzman hekim tarafından kısa sürede gerçekleştirilir.



Bronkoskopi Neden Yapılmalı?

Bronkoskopi solunum yollarını ve akciğerleri incelemek, tanı ve tedavi için kullanılan bir yöntemin genel adıdır. Bu bölgelerden gerektiğinde incelemek üzere parça alınması ve bazı işlemlerin yapılmasını sağlayan endoskopi yöntemidir. Bronko bronş kelimesi yani hava yolları anlamında gelir. Bronkoskopi kelime olarak hava yollarının içine bakmak demektir.

Bronkoskopi yapılmasının temel nedeni diğer inceleme türlerinden daha net bilgi sahibi olunmasını sağlar. Bu işlemin yapılmasının birinci nedeni, solunum yolları ve akciğerlerde yaşanan sorunun tanımlanması sağlar. Tanı konularak tedaviye başlanır. Diğer neden ise tedavi amaçlı terapötik bronkoskopidir. Bazen tanı amaçlı yapılan bronkoskopi sırasında küçük tedavi işlemleri yapılabileceği gibi bazen de bronkoskopi sürecinde tanısal örnekler alınır.

Uzman hekim bronkoskopi kullanarak solunum sistemini oluşturan tüm yapıları görebilir. Bunlar gırtlaklar, trakea, bronşlar ve bronşiyolleri içeren akciğerdir.

Testin yapılma gerekçeleri ise akciğer hastalığı, tümörün varlığı, kronik öksürük ve enfeksiyonları kapsar. Ayrıca, enfeksiyon, tümör veya daralmış bir akciğer bulgusu gösteren anormal göğüs röntgeni ve BT taraması varsa bronkoskopi yapılır.

Test bazen bir tedavi aracı olarak da kullanılır. Örneğin, bronkoskopi aracılığıyla, ciğerlere ilaç verilebilir. Hava yollarında bulunan yabancı nesne kaldırabilir.



Şeffaf Plak İle Ortodontik Tedavi

Şeffaf plaklar günümüzde birçok hastanın tedavisinde kullanılan ve  geleneksel tel tedavisi yerine geçmeye başlayan tedavi yöntemidir.

Şeffaf plak ile ortodontik tedavi hem yetişkinlere hem de çocuklara uygulanabilir.

Şeffaf plak ile ortodontik tedavisine başlamadan önce  hastadan panoramik röntgen alınır ve hastanın dişleri fotoğraflanır. Ardından alt ve üst çeneden ölçü alınır. Ölçüler bilgisayar sisteminde dijital platforma aktarılır ve ardından hekim simülasyon üstünden analizler yaparak tedavi planını belirler. Tedaviye başlamadan önce hasta tedavinin bitmiş son halini simülasyon üzerinden izleyebilir. Tedavi süresi her hastaya göre farklılık gösterebilir. Ortalama olarak 20-30 arası plak değişimi yapılır. Plaklar 2 hafta da bir değiştirilir.

Geleneksel tel kullanımına göre şeffaf plakların birçok avantajı vardır.

  • Estetik bir görüş sağlar. Geleneksel diş tellerinin aksine neredeyse görünmezdir.
  • Yemek yerken veya dişlerinizi fırçalarken şeffaf plakları rahatlıkla çıkarabilirsiniz.
  • Konuşmanızı değiştirmez ve etkilemez
  • Her yaş grubuna rahatlıkla uygulanabilir.

Şeffaf plak kullanırken dikkat edilmesi gereken konuların başında yemek yerken çıkartılması gerektiğidir. Şeffaf plaklar ağızda iken çok sıcak katı veya sıvı tüketiminin olmaması gerekir. Günde 20-22 saat arası şeffaf plakların kullanılması gerekir



Total Kalça Protezi

Yaş, yaralanma ya da çeşitli hastalıklar kalça eklemlerinin yıpranmasına sebep olabilir. Yıpranmış kalça eklemleri hareket etmekle, yürümekle, oturup kalkmakla ağrı yaratır. Zaman içinde hareketler azalır. Bu sebeple kalça eklemine protez ameliyatı gerekli olabilir.

Hastalığın başlangıç aşamasında özellikle yol yürürken rahatsızlık duyulur. Sonrasında ağrının şiddeti artar ve dinlenmede iken bile duyulmaya başlar. Hatta geceleri hastaları uykudan uyandırabilir. Ağrı ile birlikte eklem hareketlerindeki kısıtlılık, hastaların merdiven inip-çıkması, oturup kalkma gibi fonksiyonları bozulur.

Kalça protezi ameliyatında yalnızca kalça kemiği değiştiriliyorsa kısmi kalça protezi adı verilir. Şayet cerrahi müdahalede, kalça kemiğiyle birlikte yuvası da değiştiriliyorsa buna total kalça protezi denilir.

Ortopedi cerrahi protezde kemik çimentosu kullanılırsa protez, kullanılmazsa çimentosuz protez olarak bilinir. Genç hastalara yapılan protez cerrahisi sonrasında değiştirilme ihtimaline karşı çimentosuz protez tercih edilir. Kemik tümörü ameliyatı ile kemiğin çıkarılması halinde özel tümör protezleri de vardır.

Kalça eklemi doğuştan kaynaklanan genetik hastalıklar, çocukluk döneminde geçirilen kalça eklemi hastalıkları ile de oluşur. Perthes, Osteonekroz ve Romatizmal kaynaklı da olabilir. Tedavi edilmeyen kalça çıkığı da hastalığa neden olabilir. İleri yaşlarda gelişebilecek kalça kemiği sorunu total kalça protezi ameliyatına karar vermeden önce başka tedavi yöntemleri ile çözülmek istenir. Kilo vermek ve baston kullanmak ekleme gelen yükü azalttığı için ağrıların azalmasını sağlayacaktır.  Bazen ağrı kesici ilaçlar ağrıları azaltmada yardımcı olabilir. Eğer kalça eklemindeki artrite bağlı olan ağrılar bu yöntemler ile kontrol edilemiyor ve günlük aktiviteler yapılamıyorsa total kalça protezi ameliyatı gereklidir.  Total kalça protezi denilen bu yapay eklem ağrısız, rahat bir hareket ve yürüme olanağı sağlar.

 

Total kalça protezi ameliyatının başarısı hastanın genel durumu, kemik kalitesi ve ameliyat öncesinde eklemin hareket sınırlarının ne kadar olduğu ile yakın ilişkilidir. Total kalça protezin kullanım ömrü 15-25 yıl arasındadır. Uzun süre kullanılmaya bağlı olarak protezlerde yıpranma, gevşeme gibi sorunlar olduğunda değiştirilmeleri gerekebilir.



Total Diz Protezi

Diz eklem yapımızın bozulmasına sebep olan bazı nedenler vardır. Aile geçmişinde eklem rahatsızlığı olanlar, doğuştan gelen sorunlar, diz bölgesindeki kan akışında yaşanan travmalar, romatizmal sebepler bunlardan bazılarıdır. 65 yaş üstündeki kişilerde yaşlanmaya bağlı problemler ile aşırı kilolu olanlar da diz eklem sorunu yaşamaya yatkındır.

Diz ekleminde kireçlenme olan kişilerde hastanın ağrı duymadan yürüme mesafesinin 300 metreden daha az olması halinde ve ağrıları olmasından dolayı sürekli ağrı kesici ilaç kullanması gereken hastalarda protez cerrahisi yapılması kaçınılmaz hale gelir. Çünkü; sürekli ağrı kesici kullanmak böbrek ve karaciğer hastalıklarına neden olur.

Vücutta enfeksiyon varsa protez cerrahisi işlemi hastalarda enfeksiyon geçene kadar yapılmaz. Enfeksiyon sona erdikten sonra hastalara protez cerrahisi uygulanabilir. Genel olarak yorucu iş yapan hastalarda (inşaat işçileri gibi) eklem dondurma ameliyatı yapılır. Ancak her iki dizde sorun varsa her iki dizdeki eklemi dondurmak için ameliyat olmak çok sakıncalıdır. Çünkü eklem dondurma ameliyatı hareketi kısıtlar ve çok fazla tercih edilmez. Dizlerdeki sorunlar öncelikli olarak fizik tedavi uygulansa da bu sorunu tümüyle çözmez. Aynı şekilde dizlik veya tabanlık kullanımında da diz eklemine binen yük azalır aynı şekilde kireçlenmenin geçmesinde etki göstermez.

Total diz protezi uygulamasında hasar gören eklemlerin iç ve dış yüzeyleri protez ile değiştirilir. Bu Genelde diz kireçlenmesi olan hastalara protez uygulanır. Yaygın olarak diz protezi ameliyatı geçiren hastalar 60 ila 80 yaş arasındadır. Her hasta hekim tarafından bireysel olarak değerlendirilir. Ameliyat yaşa göre değil, ağrı ve hasar derecesine göre belirlenir.

Ameliyattan sonra 12 saat boyunca hastaların yürümesi riskli olduğundan dolayı tekerlekli sandalye kullanarak hareket ettirilir.  Bacaktaki toplardamarda pıhtılaşmayı önlemek için hasta her 2-3 saatte bir yavaşça destek vererek yürütülür. Hasta taburcu edildikten sonra kan sulandırıcı ilaç alır ve bunu bir ay boyunca sürdürür.



Ortopedi Total Protez Uygulamaları

Başta yaşlanma olmak üzere değişik nedenlerle zarar gören eklemlerin yüzeyleri çıkarılarak bu noktalara özel alaşım metalden yapılan kaplama işlemine protez cerrahisi adı verilmektedir.  Diz ve kalça gibi vücudumuzun çeşitli yerlerinde uygulanan protezlerin en önemli özelliği eklem hareketini devam ettirecek şekilde tasarlanmış olmasıdır.

Protez uygulamaları ilaçlar, PRP, fizik tedavi, eklem içi enjeksiyon tedavisinin çözüm sağlamadığı ve ağrının dinmemesi durumunda uygulanır. Yürüme, merdiven çıkma gibi aktivitelerde pek çok kısıtlaması olan, kıkırdak aşınması ve yırtılması nedeniyle en çok diz ağrısı olan hastalar için uygun tedavi yöntemidir.

Ameliyat gerektiren hastalarda operasyon gecikmeden yaptırılmalıdır. Çünkü tedavi geciktiğinde hem dizler hem de diğer kalça bölgeleri ve hatta zaten sağlıklı olan bel ve sırt bölgeleri ciddi kireçlenme ve bozulma riski altındadır.

Ameliyat sürecinin başlamasından önce hastanın vücudunda  enfeksiyon olup olmadığı kontrol edilir. Hastanın kan ve idrar sonuçlarında sorun olmadığında ameliyat yapılır. Hasta kan sulandırıcı ilaçlar kullanıyorsa 5-10 gün öncesinden ilaç kullanımı durdurulur. Ameliyattan birkaç gün sonra kanama riski ortadan kalktığı için hasta normal rutin tedavisine devam ettirilir. Ameliyattan sonra 12 saat boyunca hastaların yürümesi riskli olduğundan dolayı tekerlekli sandalye kullanılır. Bacaktaki toplardamarın pıhtılaşmasını önlemek için 2-3 saatte bir hastaya yavaşça destek vererek yürütülmelidir. Hasta taburcu edildikten sonra kan sulandırıcı iğnelerin yerine tablet almaya devam eder. Kan sulandırıcı ilaçlar 30 gün süreyle kullanılmalıdır



Meme Cerrahisi

Kadınların korkulu rüyası haline gelen meme kanserlerinin dünyada ve ülkemizde görülme sıklığı artmaktadır. Buna paralel olarak meme cerrahisinin de önemi büyüktür. Meme kanseri ameliyatları gelişmiş bir uzmanlık alanıdır. Ülkemizde meme cerrahları, bu konuda uzmanlaşan genel cerrahi hekimleridir.

Meme kanserinin erken evrede tanılanması tedaviyi daha kolay hale getirir. Kanserin kan ve lenf yoluyla yayılmadan önce tanı konulması küçük ölçekli kitle halinde yakalanması hastalarda tedaviyi mümkün kılar. Meme cerrahisinde memenin tamamının alınması mastektomi, bir kısmının alınması lumpektomi olarak tanımlanır. Memenin sadece bir kısmının alınmasına meme koruyucu cerrahi de denmektedir.

Meme cerrahisini yapacak hekim büyük önem taşır. Çünkü; hangi hastaya ne tür bir ameliyat yapılacağına doğru karar verilmesi gereklidir. Bu nedenle cerrahın deneyimi önemlidir.

Memedeki kanserin koltuk altı lenf bezlerine gidip gitmediğinin araştırılması için biyopsi yapılır. Koltuk altındaki lenf bezlerinin cerrahi olarak çıkartılması gibi cerrahi girişimler de vardır.

Meme koruyucu cerrahi radyoterapi (ışın tedavisi) ile birlikte yapılır.  Kanserin bulunduğu doku ile birlikte çevresinde yeterli miktarda sağlam dokunun alınması önemlidir. Tümör ile birlikte ne kadar sağlam doku alınırsa aynı yerde kanser tekrarlama riski o kadar azalmaktadır. Ancak, kanserin türü, ailede kanser yatkınlığı gibi bazı özel durumlarda koruyucu cerrahi yapılmayabilir.

Meme Cerrahisi’nde koruyucu tedavi yapılamadığı durumlarda memenin tümü alınır. Meme dokusu ile birlikte meme derisi ve meme başı da birlikte alınır. Sadece memenin tümünün alındığı durumlarda basit mastektomi, beraberinde koltukaltı lenf bezlerinin de alındığı durumlara radikal mastektomi denilir.

Memenin tümünün alınması ile meme koruyucu cerrahinin yapılmasının arasındaki en önemli fark, aynı memede meme kanserinin tekrar etme riskinin daha az olmasıdır.

Memede saptanan meme kanserinin koltuk altındaki lenf bezlerine gidip gitmemesine göre, tedavi düzenlenir. Bu nedenle koltuk altı lenf bezlerinin değerlendirilmesi çok önemlidir. mamografi, ultrason, MR  tanı yöntemleri ile koltuk altı lenf bezlerinde kanser hücreleri olup olmadığı belirlenir.

Eğer kanser gitmiş ise buradaki lenf bezlerinden vücuda yayılma olasılığı vardır. Bu nedenle koltuk altı lenf bezlerinde tutulma varsa, buradaki lenf bezleri mutlaka cerrahi olarak çıkartılmalıdır. Bu ameliyatların dışında gerekli görülürse, plastik cerrahi ameliyatları ile memedeki kozmetik değişiklikler düzeltilebilir.

 



Eklem İçi Enjeksiyon (Prp Uygulaması)

Platelet Rich Plasma sözcüklerinin kısaltılmış hali olan PRP yöntemi;  tedavi edilecek kişiden alınacak kanın özel bir işlem sonrasında plazması ayrıştırılarak kullanılmasıdır. Bu tedaviler; özellikle yaşlılıkla birlikte dizlerde yaşanan sorunların tedavisinde uygulanabilir.

Oturup kalkma, merdiven çıkma, koşma yürümenin yapılmasıyla birlikte diz eklemlerinde yaşanan eklem sıvıları kaybı önemli bir sorundur. Bu noktalarda eklem kayganlığını yitirir ve kıkırdak yapı azalmasıyla diz kemiklerinde bozulmalar, ağrılar ve diz hareketlerinde kısıtlanma yaşanır.

Genetik olarak bu sorun yaşanabileceği gibi aşırı spor yapmak, aşırı kiloların dizde yarattığı sorunlar aşınmayı ve kireçlenmeyi büyütür. Genelde 60 yaş üzeri kişilerde görülür ve kireçlenme tek bir nedene bağlı gelişmez. Eğer ayağa kalkma, yere çömelme durumunda zorlanma ve ağrı yaşıyorsanız bu durum kireçlenmeyi işaret edebilir. Dizlerinizi bükerken yaşayacağınız sorunlar, merdiven çıkarken ağrı yaşanması hareketsiz kalındığında dizlerde kilitlenme hissi kireçlenmeyi anlatan diğer bulgulardır.

Kireçlenme kronik bir eklem hastalığıdır ve yaşanacak sorunlardan az etkilenmek için aşırı kiloların verilmesi ve kontrollü egzersiz önerilir. Ancak; bu sorunun mutlaka tedavisinin yapılması gereklidir. PRP tedavisi dizinizdeki kireçlenme, kıkırdak hasarı, bağ ve menisküs hasarlarını onarır.

PRP için kandan ayrıştırılan  trombositin zengin sarı renkli plazma sıvısı diz eklemi içine 2-4 ml ölçeğinde verilir. Bu uygulamalar genellikle en geç bir ay arayla üç kez tekrarlanır. Enjeksiyonu takiben birkaç hafta sonra iyileşme başlar. Bu dokulardaki duruma göre iyileşme süreci 3 ay- 12 ay arasında görülür. PRP tedavisi hastanın kendi kanındaki trombositlerden yapılması nedeniyle yan etkisi ve tehlikesi söz konusu değildir. PRP uygulamasında anestezi kullanılmaz, soğutucu spreyler ile işlem gerçekleştirilir.

 



Varis Ağrısı

Varis, bacaktaki toplardamarların genişlemesi ve kirli kanı yukarı iletememesidir. İleri derecede çıkıntılı damarlar görülebilir. Bu durum hem estetik açıdan hem sağlıklı yaşam açısından dikkate alınmalıdır. Dışarıdan damar görünmeyen varisler de vardır. Halk arasında buna iç varis, dışarıdan görünenlere ise dış varis denilmektedir. Bu iki varis türünün de ameliyatsız tedavisi mümkündür.

Tedavi edilmeyen varisler süreç içerisinde bazı sorunları da beraberinde getirir. Varis ağrısı da onlardan bir tanesidir. Varis ağrısı, özellikle akşam saatlerinde artarak görülen bir ağrıdır. Süreklilik halindeki ağrı ise pıhtıya işaret edebilir. Bu sorunda pıhtı en çok korkulan olgudur.

Varis ağrısı, çok ayakta kaldığınızda kendini gösterir.  Ağrılar yorgunluğa neden olabileceği gibi, sık görülen akşam saatlerinde kramp yaşanmasına da neden olur. Bacaklarınızı kalp hizasından yukarı kaldırarak dinlenmeniz ağrının azalmasında etkili olabilir.

Varis ağrısı belirtileri; dolgunluk, yorgunluk, kramp, damarda pıhtı, bacaklarda kızarıklık, damarda renk değişikliği ve ağrılar ile anlaşılır.  Bu sorunu yaşayanların hekime başvurarak ultrason yöntemiyle durumunu değerlendirmesi gerekir. Varis ağrısı genellikle dinlenerek geçse bile bacaklarınızı sallandırınca ağrı tekrarlanır. Bu nedenle en iyi çözüm, ağrıya neden olan varisleri kapatmak ve tedavi etmektir. Varis ağrıları dışarıdan sürülen kremler ve buna benzer yöntemlerle geçmez.

 

 



Estetik Varis Tedavisi

Varis hastalığı, bacak toplardamarlarının yetmezliğinde oluşur. Toplardamarlarda bulunan kapakçıkların yetmezliği ile bacakta genişleyen damarların toplanmasıdır. Genelde kadınlarda görülen varis, yaptıkları iş gereği uzun süreli ayakta kalanlar, ailesinde varis hastalığı bulunanlar, doğum yapan kadınlarda yüksek oranda görülür.

Varis yaşandığında bacaklarda kötü bir görüntüye neden olur. Kozmetik rahatsızlığın yanı sıra kramplara, ağrılara ilerleyen süreçlerde bacak yarasına, kanama, morarma ve pıhtılaşmaya neden olabilir.

Varis tedavisinde son yıllarda ameliyatsız yöntemler tercih edilmektedir. Günümüzde tüm varis türleri ameliyatsız olarak tedavi edilebilmektedir. İlaç tedavileri, varis çorabı, egzersiz, kilo vermek zaman zaman kullanılabilmektedir. Ancak bu tedaviler  varisi tümüyle ortadan kaldırmaz.

Lazerle Varis Tedavisi ve Köpük Tedavisi gibi yöntemler estetik tedavi yöntemleri olarak tanımlanır.

Ameliyatsız, lokal anestezi altında yapılan, tamamen ağrısız veya küçük iğne ağrıları duyacağınız bir işlemdir. İşlem süresi hastadan hastaya değişmekle birlikte ortalama 30 dakikadır. Bacağınızdaki varis yoğunluğuna bağlı olarak, bazen işlem için birden fazla seans gerekebilmektedir.

Bu yöntemlerden RadyoFrekans veya Lazer, ultrason eşliğinde damar içerisine yerleştirilen ve damar duvarına ısı vererek varis damarını kapatan cihazlardır. En sık kullanılan yöntemlerdir.

Köpük veya Sıvı tedavisi Skleroterap tedavi olarak da tanımlanmaktadır. İnce iğnelerle bazen ultrason da kullanılarak varis damarlarına girilip, özel bazı ilaçlarla bu damarların tedavi edilmesidir. Özellikle kılcal varislerin ve yeşil renkli varislerin tedavisinde oldukça etkilidir. Dışarıdan gözle görülen kılcal ve yeşil renkli varisler ise tedavi edilen yerde tekrarlamaz.

Ameliyatsız tedavi metotlarının gelişmesi sebebiyle günümüzde varisler daha az tekrar etmektedir. Bu nedenlerle gelişen teknoloji sayesinde estetik tedavi ile varisin bacağınızda yarattığı estetik sorunu giderilmektedir.



Lazerle Varis Tedavisi

Genellikle bacak damarlarında yaşanan ve deri yüzeyinde çıkıntı ve şişkinliğe neden olan varis için birden farklı tedavi uygulanmaktadır. Cerrahi girişimlerin dışındaki en yaygın kullanılan tedavi biçimi lazerle varis tedavisidir.

Toplardamarların deri altında mavi renkte genişlemiş olarak cilt üzerinde görülmesi tedavi sürecinin de başlaması anlamına gelir. Çünkü bu sorun ihmal edilirse; damarlarda meydana gelen genişleme bacakta şişkinliklere ve pıhtılaşmaya neden olmaktadır. Bu problem bacakta ağrı yaşanmasını da beraberinde getirir.

Varis, 3 farklı tipte görülür. Bunlardan ilki büyük varislerdir. Deri yüzeyinden gözle görülür bir biçimde çıkıntıya ve pıhtılaşmaya neden olurlar. İkinci tip varis çeşidi orta boy varislerdir. Genellikle yeşil renkte görülen bu tip variste deride hafif çıkıntı şeklinde gözükür. Son varis türü ise kılcal damarlarda yaşananlardır. Genellikle deri üzerinde herhangi bir çıkıntıya neden olmaz. Mor renkli 1-2 milimetre boyutlarında küçük varislerdir.

Damarlarda genişlemeler ve şişkinlikler görülmesi, bacaklarda kramp şeklinde ani ağrılar, cilt yüzeyinin sertleşerek koyu renk olması, ağrı ve yanma ve şiddetli kaşınmalar varisi işaret eder.Varis tedavisi çok önemli ve dikkat isteyen bir süreçtir. Gereken tedavi uygulanmazsa damar tıkanması ve ciddi yaralara neden olabilir.

Lazerle varis tedavisi üç türde gelişen varis türlerinden kılcal damarlarda meydana gelen en küçük varis çeşidine uygulanır. Cerrahi işlem olmaksızın yapılan bu tedavide cilt üzerine uygulanan lazer ışınları ile cilt üzerindeki varisli damarı işlevsiz hale getirir. Varisin kaynağı olan damarlar tedavi edildiğinde o bölgedeki varis oluşumu da engellenir. Büyük ve orta olarak bahsedilen varislerin tedavisinde bu yöntem kullanılmaz.

Dünyada ve ülkemizde en yaygın olarak kullanılan lazerle varis tedavisinde işlem öncesinde damarlar doppler yardımıyla incelenir. Sonrasında ultrason eşliğinde iğne ile damarın içine girilir. Lazer kaynağı çalıştırılarak kontrollü olarak hastalıklı damarlar lazerle kapatılır, sağlam damarlar korunur. Yaklaşık yarım saat süren işlemden sonra hasta 1-2 saat dinlendirilir ve taburcu edilir. Girişimin başarı oranı cerrahi müdahaleden daha yüksektir.



Ameliyatsız Varis Tedavisi Nedir?

Geçmişte varis hastalığını tedavi etmek için uygulanan yöntemler oldukça ağrılıydı. Ayrıca uzun iyileşme sürelerine sahipti. Tıpta yaşanan gelişmeler ve teknolojiler sayesinde bulunan yeni varis tedavisi yöntemleri hastalara hızlı, konforlu ve ameliyata gerek kalmadan tedavi imkânı sağladı.

Toplumda en fazla görülen damar hastalıklarından biri varistir. Kılcal damar varisleri dışında her türlü varisin tedavisi kaçınılmazdır. Çünkü; hastalık tedavi edilmediği zaman ileri aşamalarda kaşıntı, ağrının yanı sıra varis yaraları açılabilir.  Varisten kurtulmak için ilaç, krem, varis çorabı gibi bitkisel varis tedavisi yöntemlerinin de hiçbir faydası olmayacaktır. Varisi sonlandırmak için sadece bilimsel yöntemlere başvurulması gerekir. Varis hastalığının tedavisinde,  lazerle varis tedavisi, köpük tedavisi ve skleroterapi uygulanabilir.

Lazerli varis tedavisi çok genişlemiş olan toplardamarların kapatılması için kullanılır. En kalın varislerin cilt yüzeyinden boğum boğum görülen damarların tedavisi için bu yöntem kullanılmaktadır. Bu yöntemde damar içine yerleştirilen lazer fiberi ile varisli damarlar içten yakılarak kapatılır.  Lazerle varis tedavisi yaklaşık 30 dakika sürer. Bu tedavinin yapılması öncesinde varisli damarların kapatılacağı bacağın uyuşmasını sağlamak için bacak ana sinirine anestezi uygulanır. Böylece hasta işlem sırasında ağrı duymaz. Tedavinin yapılması sırasında yakılan damarın çevresindeki dokuların yanmasını önlemek için damar çevresine de sıvı verilir. Lazerle varis tedavisinden sonra hasta küçük bir dinlenmenin ardından yürüyebilir. İşlemden sonra varis çorabı giydirilir. Bu çorap, damarın iyice yapışması için bir ay boyunca kullanılır.

Kılcal varislerin tedavisi için lazer enerjisini cilt yüzeyinden veren cihazların kullanımı zarar verebileceği düşünülerek önerilmez. Kılcal varislerin tedavisi için Skleroterapi ya da Köpük Tedavisi yapılmalıdır. Ameliyatsız varis tedavisi yöntemlerinden bir diğeri de köpükle varis tedavisidir. Bu tedaviye iğne tedavisi de denilir. Kimi yerlerde bu tedaviye köpük skleroterapi olarak da isimlendirilmektedir.

Köpükle varis tedavisi varisli damara ilaç verilerek yapılmaktadır. Söz konusu ilaç damar içine verilmeden önce özel bir yöntemle köpürtülür. Kullanılan ilaç damarın iç yüzeyine yapışır ve damarı yakarak kapatır. Köpük tedavisi sonrasında soğuk uygulama yapılması rahatlatıcı olacaktır.

Köpük tedavisi sırasında kullanılan ilaç sadece damar içine verilmesi gerekir. Dokuların arasına ilacın kaçması halinde açık yaralara neden olabilir. Bu nedenle köpük tedavisinin ultrason eşliğinde yapılması önemlidir. Köpük tedavisine çok benzeyen bir varis tedavisi yöntemi de skleroterapidir. Skleroterapi sırasında ilaç köpürtülmeden damar içine uygulanır.  Bu yöntem genellikle kılcal damarlar içine uygulanır.Bu yöntemlerin her ikisi de yaklaşık 10 – 15 dakika içinde yapılır. Tedaviden hemen sonra evinize veya iş yerinize dönüp çalışabilirsiniz.



Varis Tedavi Yöntemleri

Varis tedavisinde en geleneksel yöntem, varisli damarın çıkarılmasıdır. Bu tedavi yönteminin iyileşme süreci uzundur. İkincil yöntem olan Damar Skleroterapisi öne çıkmaktadır. Ancak bu tedavi yönteminde de varisin nüksetme olasılığı vardır.

Başka bir yöntem ise lazerle varis tedavisidir. Damar içine bir katater yerleştirilir ve varisli damar lazer ışını yardımıyla yakılır. Diğer bir varis tedavi metodu olan Radyofrekans yönteminde ise yine kateter kullanılır.  Kateter aracılığıyla varisli damara radyo dalgaları gönderilir. Bu aşamada oluşan ısı, varisli damarı yakar. Bahsi geçen tedavi yöntemleri esnasında lokal anesteziye başvurulur.  Ayrıca hastalar bu tedavi yöntemlerinden hemen sonra taburcu olabilir.



Varis Tipleri

Genel olarak üç varis tipinden söz edilebilir. Bunlar; Kılcal Damar Varisleri, Retiküler Varisler, Büyük Toplardamar Varislerdir.

Kılcal damar varisleri çapları 1-2 milimetreden küçük ve kırmızı-mor renktedir. Genellikle kılcal damar çatlaması sonucu ortaya çıkar.

Retiküler Varisler ise deride hafif kabarık olarak görülen mavi renklidir. Bu varis tipi diz arkası ve ayak bileği çevresinde kendini gösterir.

Büyük toplardamar varisleri ise  çapı 4 ile 15 milimetre arasında değişir. Varis belirtilerinin tamamını taşıyan büyük varisler bacak bölgesinde görülür.

Varis, ilk dönemlerde bireyleri görüntü olarak rahatsız eder. Ancak sonrasında bacak bölgesinde şiddetli ağrı ve toplardamarda iltihaba yol açabilir. Hatta varisin yırtılıp kanaması ve varis içinde pıhtı oluşması, akciğerlere pıhtı atması riski de söz konusudur.



Varis Kimlerde Görülür?

Varis, cildimizin hemen altındaki toplardamarlardaki genişlemelerin genel adıdır. Derinin hemen altında mavi renkli, genişlemiş ve bükülmüş şekilde görülen varis, estetik açıdan sıkıntı yarattığı gibi daha sonra ağrıya sebep olabilir.

Damarların genişlemesi ile yaşanan varis büyük damar paketleri ve damar çatlamaları ile görülür. Kadınlarda daha sık gözlemlenir. Yaşın ilerlemesiyle varis  görülme sıklığı da artış gösterir.

Toplardamar kapakçığında yetmezlik oluşmasıyla görülen varis hamilelik süreçleriyle birlikte görülebilir. Uzun süre ayakta kalanlarda oluşan varisin en büyük nedenlerinden birisi de aşırı kilodur. Bazı mesleklerde varis görülme oranı yüksektir. Genetik faktörler, doğum kontrol hapları, hormon tedavileri, kabızlık sorunu da bu nedenlerin arasındadır.

Bacaklarda mavi/mor şişlikler, ağrı, uyuşukluk, şişlik  ve kaşıntı yaşıyorsanız mutlaka bir hekime başvurmanız gerekir.



Açık Kalp Ameliyatı Sonrası İyileşme Süreci

Açık kalp ameliyatı başarılı geçtiyse, hasta 24 saat sonra yoğun bakımdan normal odaya alınır. Hastanede ortalama bir hafta 10 gün arasında tedavisine devam edilen hasta; daha sonra evinde dinlenme ve bakımını gerçekleştirir.

Hasta ortalama 7 hafta sonunda ayağa kalkmaya başlar. Kısa süreli gezinmeler sadece temiz havada kısa yürüyüşler biçiminde olur.Hastanın bu aşamalarda baş dönmesi, iştahsızlık ve halsizlik hissedebilir. Hastanın bu süreçte kendisini yormadan hareketlerini yapması önerilir.

Ortalama 7 haftalık bu süreçte mutlaka sırt üstü yatılmalıdır. Hastanın sırt üstü yatması yana dönmemesi de önemlidir. Yana doğru dönülmeler göğüs kemiğinin açılmasına neden olabilir.  Hekimler bu açılmanın yaşanmaması için göğüs kemiği kaynayana kadar ayağa kalkarken ve öksürürken dahi sert hareketlerden kaçınılmasını ister.

Açık kalp ameliyatı sonrası önemli bir tedavi sürecidir.  Bu süreçte hastanın yaşam tarzında bazı değişiklikler yapması gerekir. Hasta ameliyata hazırlık ve sonrasında kötü alışkanlıklarından kurtulmalı, sağlıklı ve dengeli beslenmeli, bol bol dinlenmeli, stresten uzak durmalı, bol su tüketmeli, yürüyüş ve egzersiz yapmalıdır. Açık kalp ameliyatının hasta için en zorlu tarafı uzun süren iyileşme sürecidir.

Açık kalp ameliyatı sonrasında da en büyük tehlike enfeksiyondur. Bu nedenle iyileşme sürecinde sterilizasyona büyük önem verilir. Nefes alma egzersizleri uygulamak ve öksürmek hızlı şekilde iyileşmek için oldukça önemlidir. Öksürmenin iyileşme sürecindeki etkisi ise; akciğerlerde biriken balgamın atılması ve bu sayede enfeksiyon riskinin giderilmesidir.

İyileşme sürecinde psikolojik sorunlar da yaşanabilir.  Kaygı, depresyon gibi sorunların atlatılmasında gerekirse profesyonel destek alınabilir.  Bu sürede hasta yakınlarına da önemli görevler düşmektedir.

Ameliyat sonrasında önemli bir konu da bağışıklık sisteminin güçlü olmasıdır. Bu nedenle sakin bir yaşam sürülmesi sigara ve alkol gibi bağışıklık sistemini bozacak alışkanlıklardan uzak durulması  gerekir.



Açık Kalp Ameliyatı Nasıl Gerçekleşir?

Açık kalp ameliyatı öncesinde hasta tanı ve tetkik sürecinden geçmektedir. Hasta ameliyattan bir gün önce hastaneye yatış işlemi gerçekleşmektedir. Öncelikle hastanın genel sağlık durumuna bakılır. Şeker hastalığı, tansiyon,  akciğerlerde herhangi bir sorun olup olmadığı, şah damarda herhangi bir deformasyon ya da tıkanıklık olup olmadığı değerlendirilir. Hastanın solunum sistemi incelenir, kapasitesi ölçülür.  Ayrıca hastanın vücudunda enfeksiyon olup olmadığı teşhis edilir. Bu sorun varsa tedaviden sonra ameliyat planlanır. Açık kalp ameliyatı öncesinde hastanın kan grubu tespit edilir. Böylece uygulama sırasında yaşanacak kan ihtiyacında uygun kan sağlanır.

Gerekli tetkiklerin ardından bir sonraki gün ameliyathaneye alınır. Kalp ameliyatı yaklaşık 3 ila 4 saat arasında tamamlanır. Açık kalp ameliyatında kalp ve akciğerlere takviye cihaz kullanılabileceği gibi kalp çalışırken de ameliyat mümkündür.

Açık kalp ameliyatı sonrasında solunum cihazına bağlanan hastalar yaklaşık 4 – 6 saat sonra uyanmaktadır. Açık kalp ameliyatlarında yoğun bakım süresi ise en az 24 saattir.



Açık Kalp Ameliyatı

Kalbimiz ve ona bağlı damarların sağlıklı biçimde olması son derece önemlidir. Kalbimizde yaşayacağımız sorunların ihmal edilmesi sonucunda yaşamsal riskler de olası bir durumdur. Kalp sağlığının insanın yaşaması için son derece önemli bir organ olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Kalp hastalıkları genel olarak kalpten çıkan damarlar, kalbe kirli kanı taşıyan damarlar, ritim sorunu veya kalp kapaklarında ortaya çıkar. Tedavi edilmeyen bu sorunlar yaşam kalitesini bozar ve ani ölümlerin kaynağı olur.

Doğum sonrasında yaşanabilecek kalp problemleri, kalpte ritim sorunları, kalp kapağındaki sorunlar, kalp yetmezliği, kalpte olası delikler, atardamardaki sorunlar ve kalp tümörünün giderilmesi için uygulanacak en iyi yöntem açık kalp ameliyatlarıdır. Tıptaki gelişmeler teknolojinin ilerlemesi bu ameliyatların da daha kolay sonuçlandırılmasına neden olmuştur. Açık kalp ameliyatları öncesinde hasta detaylı biçimde tanı konulması için incelenir.

Açık kalp ameliyatları göğüs kemiği kesilerek yapılır.  Kalbi ve akciğerleri destekleyici bir cihaz takılarak ameliyat gerçekleştirilir. Bu nedenle açık kalp ameliyatı günümüzde en sık koroner arter hastalıklarının tedavisinde uygulanmaktadır. Kalp ritim problemlerinin tedavisinde, Kalp deliklerinin giderilmesinde, doğumsal kalp problemlerinin tedavisinde, kalp kapaklarında bulunan darlık ve kalp yetmezlik tedavisinde, büyük atardamarların deformasyona uğraması, balonlaşması ya da yırtılması problemlerinin tedavisinde ve kalpte bulunan tümörlerin çıkarılmasında uygulanır.



Genel Anestezi ile Diş Tedavileri

Diş hekimi fobisi olan, diş hekimi ile kooperasyon(iletişim,uyum) kuramayan ve lokal anestezinin yetersiz kalacağı pek çok cerrahi operasyonlarda (kist oluşumları, çene kırıklıkları ve benzeri) genel anestezi uygulaması tercih edilmektedir.

Genel anestezi altında yapılacak işlemlerin, ekipman ve malzemelerin tam olduğu, anestezi doktorunun ve ekibinin bulunduğu tam donanımlı bir hastanede yapılması uygundur. Genel anestezi altında işlemlerin süresi değişiklik göstermekle beraber ortalama olarak 1-3 saat arasında gerçekleşir.

Genel Anestezi İşlemlerin Öncesi ve Sonrası

İşlemlerden bir gün önce anestezi uzmanı, diş hekiminin işlemi gerçekleştirebilmesi için hastadan hemogram, kan testleri gibi tetkikler ister. Anestezi uzmanı tetkikler sonucu ameliyat için şartları uygun görürse işlemler uygulanabilir. Hasta işlemlerden 30 dakika öncesinde odasında hazırlanır. Ameliyathaneye götürülür ve hastayı uyutma işlemlerine başlanır. Ardından belirlenen saatler içinde işlemler sonlandırılır ve anestezi uzmanı hastayı uyandıracak ilaçları uygulamaya başlar. Hasta uyandıktan sonra tekrar odasına alınır ve hekimin gözetimi altında birkaç saat boyunca izlenir. Herhangi bir sorunla karşılaşılmaz ve hasta kendini iyi hisseder ise taburcu olabilir. Toplam süreye bakacak olursak hastanın bütün işlemlerini bitirip hastaneden ayrılması yaklaşık olarak 4-5 saat arasındadır. Hasta sonrasında hekimlerin verdiği öğütlere uymalı ve işlem sonrası diş hekiminin belirlediği rutin kontrol ve muayeneleri aksatmamalıdır.

Genel anestezinin amaçları nedir?

*Ağrı hissinin önüne geçilmesi

*Stres, endişe ve korkunun azaltılması

*Cerrahi operasyonlar için yeterli kas gevşekliğinin sağlanması ve daha rahat işlem yapılması

*Hasta reflekslerinin önüne geçilmesi

 

Genel anestezi hangi hastalarda uygulanır?

*Hekim ile işbirliği içinde olmayan çocuklar

*Diş hekimi korkusu olan hastalar

*Çok geniş cerrahisi olan operasyonlar

*Bebekler ve küçük çocuklar

*Lokal anestezinin yetersiz kalacağı cerrahi işlemler

*Uzun sürede tamamlanacak işlemleri tek seansta bitirmek isteyen hastalar

Genel Anestezinin Avantajları

*Hasta hiçbir şekilde ağrı hissetmez.

*Hasta ile kooperasyon kurulmasına gerek kalmaz.

*Minimum doz ile maximum anestezik düzeye ulaşılabilir.

*Genel anestezi ilaçları, hastaya; damar veya solunum yolu ile verilmektedir. Bu iki yolda, hızlı etki etme özellikleri ile bir dakika içerisinde hastada bilinç kaybını sağlar.



Periodontoloji (Diş Eti Hastalıkları)

Dişleri çevreleyen yumuşak (dişeti) ve sert dokuların (kemik, sement) yapısını, bu dokularda meydana gelen hastalıkları ve bu hastalıkların tedavisini inceleyen diş hekimliği ana dalıdır.

Dişetleri ağzımızın ve dişlerimizin altyapısını oluşturur. Sağlıklı dişetleri gül kurusu, pembe renklidir ve dişleri sarar. Dişlerimizin sağlığı kadar dişetlerimiz de önemlidir. Diş çürümese bile dişetlerinde oluşan bir iltihap veya sağlıksız dişetleri yüzünden diş kaybı gerçekleşebilir. İleri seyreden periodontitis gibi dişeti hastalıklarında kemik kaybı bile görülür.

Sağlıklı bir ağız hijyeni için sadece dişlerin bakımı yeterli değildir. Dişetlerinin, dilin, dişlerin detaylı ve özenli bakımı iyi bir ağız hijyenini sağlar. Gargara kullanımı, arayüz temizliği, diş fırçalamak, dil temizleyicileri kullanmak ve rutin aralıklarla diş hekimi muayenesine gitmek total ağız hijyenini sağlamak için önemli ve şarttır.

6 ayda bir rutin olarak yapılan diş taşı temizlikleri, dişetlerinde oluşabilecek iltihaplanmaların ve hastalıkları önüne geçmede en önemli yapıtaşıdır. Yemek yedikten sonra ağızda ve dişlerin arasında kalan gıda artıkları, tükürükteki minerallerle birleşerek plak ve diş tartarlarını oluşturur. Bu plak tabakaları başlangıçta yumuşaktır, ancak hızla sert tabakalara dönüşürler. Fırçalama ile bu diş taşları uzaklaştıralamaz. Uzun süre ağızda kalan diş taşları dişin çevresini sarar, dişeti hastalıklarına ve uzun bir süre daha hekim tarafından uzaklaştırılmazsa diş kaybına kadar gider.

Diş taşı temizliğinin zararlı olduğu yönünde bazı düşünceler vardır. Bu görüş yanlıştır, diş taşı temizliği yapılırken dişe ve minesine bir zarar verilmez. Ağız içi tedaviler içinde  yaptırabileceğiniz en kısa sürede fayda gösteren, en çabuk ve en ağrısız işlemdir.

Dişeti hastalıkları Gingivitis ve periodontitis olarak 2 ye ayrılır. Gingivitisde kemik kaybı ve dişeti çekilmesi izlenmez, basit bir diş taşı temizliği ve ağız hijyen eğitimi ile hastalığın önüne geçilir. Periodontitis daha agresif ve hızlı ilerleyen bir hastalıktır. Ailesel geçiş gösterebilir veya gingivitisin tedavi edilmemesi üzerine ilerleyip periodontisite dönüşebilir. Kemik ve ataçman kaybı izlenir. Dişeti çekilmesi görülür ve ileri seviyelerinde bütün dişlerin kaybına neden olabilir. Diş taşı temizliğinin yetersiz kalacağı bu hastalıkta, tek tek dişlere küretaj işlemleri, dişetlerinin kesilip flap kaldırılması ve içine kemik greftlerinin koyulması gerekebilir.

Periodontoloji branşında estetik işlemlere de yer verilir. Gülme sırasında, bireyi rahatsız edici yüksek oranda görülen dişetleri lazer ile tedavi edilir. Bu işlemler gingivektomi ve gingivoplasti olarak adlandırılır. Dişetlerinin düzenlenmesi aynı zamanda diş boylarının uzamasına ve estetik olarak daha güzel bir gülüşe sahip olmanızı sağlar.



Radyoloji ve Oral Diagnoz

Bu branş, teşhis ve tedavinin ilk basamağıdır. Hasta kapıdan girdiğinden itibaren hekim hastayı muayene etmeye başlar. Öncelikli olarak ağız dışı, extra oral muayene yapılır. Çene eklemi, boyun kasları, tiroid ve lenf düğümleri muayene edilir ve ardından ağız içi muayene başlar. İlk olarak hastanın şikayeti olan bölge detaylı bir şekilde kontrol edilir ardından dil, yanaklar damak ve dişler incelenir. Hekim yapılacak işlemleri ve işlemi gerçekleştirecek branşları belirler. Hastaya bir yol haritası çizerek, hastanın ve geri kalan hekimlerin işlerini kolaylaştırır. Doğru yapılmış bir teşhis, tedaviyi kolaylaştırır.

Bu sübjektif muayene sonrasında, hekimler radyolojik olarak da bazı tetkikler ister. Bunlardan en çok kullanılanı panoramik ve periapikal filmlerdir.

Panoramik radyografiler, ağız içindeki mevcut dişlerin tamamını, gömülü dişleri, dişleri çevreleyen kemik dokusunu, çene kemiğini, fizyolojik ve patolojik boşlukları ve eklemleri incelemeye olanak sağlayan bir ağız dışı görüntüleme yöntemidir. Tek çekimle birçok kriterin incelenmesini sağlayan panoramik röntgenler diş hekimliğinde en sık başvurulan röntgen türüdür.

Panoramik filmlerin yanında tek veya iki dişi özellikle ve yakından incelemek için periapikal filmlere başvurulur. Bu filmler hekime, dişi daha büyük ölçek de ve yakın perspektiften inceleme avantajı sunar. Böylelikle ara yüz çürükleri ve kanalların incelenmesi daha rahat yapılır, teşhis koymak kolaylaşır.



Endodonti ( Kanal Tedavisi )

Endodonti, dişlerin alt tabakasında bulunun pulpanın içindeki kök kanalları ile ilgilenen diş hekimliği ana branşlarından biridir. Endodontik tedavi; kök kanallarının temizlenip boşaltılması, genişletilmesi, dezenfekte edilmesi ve kanalların doldurulması işlemidir. Kanallarının içerisinde geri dönüşsüz iltihabi reaksiyonlar geliştiğinde kanal tedavisi uygulanmaktadır.

Diş çürümeye başladıktan sonra fırçalayarak geri dönüş sağlanmaz. Çürük ileri seviyelere ulaşmamışsa dolgu tedavisi ile diş kurtarılır. Çürük pulpaya(dişin en iç tabakası) kadar inmiş ise ağrı başka bir boyuta ulaşır ve dişin sinirleri zarar görmeye başlar, artık dolgu ile kurtarılamaz hale gelir. Bu durumlarda hastaya kanal tedavisi uygulamak gerekir. Kökün iltihaplanmasında yani kanal tedavisi gereken durumlarda etken olarak sadece çürük gösterilmez, periyodontal yapıdan kaynaklanan başka durumlarda kök iltihaplanabilir.

Kanal tedavisine başlanmadan önce dişin üzerindeki çürük ve kırık bölgeler kaldırılır. Ardından görüş alanı olacak şekilde dişin üzerinde bir kavite açılır. Burdan eğe denilen malzemelerle kanallara ulaşılır, içerdeki iltihap ve dişe ait sinirler çıkarılır. Kanallar yıkanıp temizlendikten sonra yeri doldurulur. İşlem tamamlandıktan sonra dişin üstü restore edilir.

Gün içerisinde spontan, kendiliğinden ağrıyan, zonklayan ve gece yatarken yüksek oranda artan diş ağrıları kanal iltihaplanmasının habercisi olabilir.

Tel: 0532 390 35 96



Çocuk Diş Hekimliği (Pedodonti)

0-14 yaş arası bireylerin tedavileri, pedodonti bölümünün uzmanlık alanıdır. Dolgu, kanal tedavisi, amputasyon, diş çekimi gibi yetişkinlerde de uygulanan invaziv tedavilerin yanında, çocuklarda yer tutucu, fissür örtücü ve flor tedavisi gibi girişimsel olmayan koruyucu tedavilerde uygulanmaktadır. Kapsamlı olarak inceleyecek olursak:

*Süt ve kalıcı dişlerdeki çürüklerin tedavisi

*Ağız diş bakımı ve beslenme önerileri

* Diş Çürümeden önce alınan koruyucu önlemler;  Flor uygulaması, fissür Örtücü

*Diş travmalarının tedavisi

*Kanal tedavileri

*Kötü Ağız Alışkanlıklarını (Parmak Emme, Tırnak Yeme vb) durdurmaya yönelik tedaviler

*Yer tutucular

Çocuklarda dişlenme 3 döneme ayrılır:

1) 0-6 yaş süt dişlenme dönemi:

Süt dişleri değişken olmakla birlikte, ortalama olarak 6. Ayda, ilk olarak alt ön dişlerin sürmesiyle başlar ve yine değişebilmekle beraber yaklaşık olarak 3 yaşında tamamlanır. Bu dönemde toplam 20 adet süt dişi ağız içi de sürmesini tamamlar.

2) 6-12 yaş: Karışık dişlenme dönemi:
1. Sürekli molar dişin sürmesiyle başlayan dönemdir. Aynı anda hem süt azı dişlerinin hem de kesici sürekli dişlerin ağızda görüldüğü zamandır. Zamanla süt azı dişleri yerlerini küçük azı dişlerine bırakır ve sürekli dişlenme dönemine geçiş yaparlar.

3) 12 yaş ve sonrası: Sürekli dişlenme dönemi:
Bu dönem süt dişlerinin tamamen döküldüğü ve artık sürekli dişlerin ağız içinde yerlerini aldığı dönemdir. Dişler arası denge ve kontakların oluşmaya başlar.

Süt dişleri yerine gelecek kalıcı dişler olsa bile önemli dişlerdir ve ağızda kalıcı diş sürene kadar korunması lazımdır. Erken çekilen ya da kaybedilen süt dişleri ileride sürme bozukluklarına yol açar ve ortodontik tedavi ihtiyacı doğurabilir. Alttaki kalıcı dişi rezorbe etmeden süt dişi işlemleri gerçekleştirilmelidir. Yetişkinlerde uygulanan tedavilerin(kanal tedavisi, dolgu işlemleri) yanında daha önemli olan çocuğa ağız hijyen eğitiminin doğru verilmesi ve beslenmesinin doğru bir şekilde düzenlenmesidir. Bunların yanında aile tarafından çocuğun rutin ve düzenli aralıklarla diş hekimi muayenesine götürülmesi gerekir. Hekim tarafından uygulanacak koruyucu önlemler vardır. Bunlardan en önemli ikisi flor uygulaması ve fissür örtücülerdir.

Flor, dişlerin çürümesini önleyen, yapısını kuvvetlendiren bir elementtir. Dişler ilk sürdükleri zaman diş minesi tam olarak oluşmadığından yeni sürmüş dişler özellikle çürüğe karşı daha dirençsizdir. Flor, diş minesini kuvvetlendirir ve dolayısıyla diş çürüklerinin oluşmasını önlemeye yardımcı olur. Profesyonel flor uygulaması sadece diş hekimleri tarafından uygulanabilen koruyucu bir yöntemdir. Flor uygulaması, 6 ayda bir diş hekimi tarafından uygulanmalıdır.

Kalıcı dişlerin üst yüzeylerindeki derin ve çürümeye yatkın fissürleri (olukları) kapatıp, bakterilerin buraya ulaşmasını önleyen ve böylelikle çürüğün önüne geçen akışkan bir dolgu maddesidir. Diş aşısı olarak da adlandırılabilir. Yüksek oranda koruyuculuk sağlar.
 



Protetik Diş Tedavisi

Protezler sabit ve haraketli olmak üzere 2 ye ayrılır. İmplant tedavisinden sonra tercih edilecek tedavi yöntemi protezlerdir. Bütün dişsiz ya da yüksek oranda diş eksikliklerinde haraketli(takmalı-çıkarmalı) protezler kullanılır. Kullanılmasının zor olması, bakım istemesi ve yeterli çiğneme kuvvetlerinin oluşturamamasının  yanında ekonomik olarak implant tedavisine göre avantajlıdır. Sabit protezler ise porselen kaplamalar olarak adlandırılabilir. Dişler sağlam ise ve yeterli destek alanı oluşturulursa sabit protezlere yönelinir.

Sabit Protezler

Kron(tek diş eksiklikleri),köprü(birden fazla diş eksiklikleri) olarak 2 çeşit olabilir. Dolgu yapılarak kurtarılamayan ya da herhangi bir şekilde restore edilemeyen dişlere kron kaplama tedavisi uygulanır. Köprülerde ise eksik dişin yanındaki dişler gerek görülürse kesilerek uyumlama yapılır. Ölçü alınır ve laboratuvara gönderilir. Ardından metal kaplama gelir, protez oturuyorsa ve uyumlaması hekim tarafından onaylanırsa üzerine seramik kısmı yapılır ve yapıştırılır.

Haraketli Protezler

Tüm dişlerin eksik olduğu ağızda total protez uygulanır. Alt ve üst damaktan ölçü alınarak işleme başlanılır. Hastayı yoran ve ağrılı bir işlem değildir 5-6 seans sonra protezlerin bitimi alınır ve kullanılır hale gelir. Ağız içinde bazı dişlerin bulunduğu yüksek orandaki diş eksikliklerinde ise parsiyel protezler planlanır. Dişlerin üzerine gelen tırnaklar ve kancalarla tutuculuk sağlanır.

 

 

 

 

 

 



Ortodonti ( Tel Tedavisi )

İskeletsel ve dental anomalilerin tedavi edildiği diş hekimliğinin ana branşlarından biridir. Özellikle çapraşık dişler ve uyumsuz çene ilişkilerini düzenlemeye yönelik tedaviler uygulanır. Çocukluk döneminde izlenen parmak emme, dudak yeme gibi kötü alışkanlıkların önüne geçilmesi için veya bu alışkanlıkların yol açtığı bozuklukları gidermek için ortodontiye yönelinir.

Ortodontik tedavi ile diş dizilimini sağlamak her yaşta mümkündür ancak süt dişlenme döneminde veya geç olarak karışık dişlenme döneminin başında(7 yaş) tedaviye başlanması daha uygundur.

2 tür tedavi yöntemi mevcuttur:

Sabit Ortodontik Tedavi

Hastanın çıkaramayacağı sabit apareylerden oluşan tedavi yöntemidir. Bu tedavide dişlerin üzerine braketler yerleştirilir ve tellerle birbirine bağlanır. 1-1.5 aylık periyotlarda teller değiştirilir.

Haraketli Ortodontik Tedavi

Hastanın kullandığı apareyleri, takıp çıkarabileceği bir tedavidir. Genellikle 6-12 yaş arası bireylerde uygulanır. Bazı durumlarda sabit tedaviyle beraber uygulanabilir.

Ortodontik tedaviye başlanmadan doğru teşhis ve tedavi planını belirlemek önemlidir. Planlama yapıldıktan sonra ağız içindeki tüm çürüklerin ve diş eti hastalıklarının elimine edilmesi lazımdır. Tedavi başladıktan ve sonrasında da dikkat edilmesi gereken önemli hususlar şöyle sıralanabilir:

*Yemek sonrasında dişler hekiminizin belirtiği gibi fırçalanmalıdır.

*Diş araları, ara yüz fırçası veya diş ipleriyle her gün özenle temizlenmelidir.

*Tedavi boyunca hekimin belirlediği kontrol randevularına eksiksiz gidilmelidir.

*Apareylerin, kırılma veya çıkmasına sebep olabilecek yapışkan gıdalar (şeker, sakız) tüketilmemelidir.

*Sert yiyeceklerden (çerez, kızarmış ekmek gibi) mümkün olabildiğince uzak durulmalı, yiyecekler küçük lokmalar halinde yenmelidir. Ön dişlerle ısırma hareketi yapmaktan kaçınılmalı, içinde çekirdeği olan meyveler ise, çekirdekleri çıkartıldıktan sonra yenmelidir.

*Apareylere alışma süreci yaklaşık olarak 7-10 gündür. Bu süreç içerisinde dişlerde ve diş etlerinde hassasiyet ve basit dişeti yaralanmalar görülebilir, bu durumlarda birey hekimine danışmalıdır.

*Tedavi bittikten sonra, pekiştirme tedavisi uygulanır. Dişlerin aldığı konumu koruyabilmesi için pekiştirme tedavisine mutlaka uyulmalıdır.

Yeni Nesil Şeffaf Plaklar

Geleneksel tedavide kullanılan diş telleri, paslanmaz çelikten üretilmektedir. Metal braketler, dişlerin üzerine pozisyonlandırılır ve braketlere bağlanan tellerle dişlere kuvvet verilir. Uygulanan kuvvetlerle dişler istenilen pozisyonlarına taşınır. Şeffaf plaklar ile diş telleri konsept olarak benzerdir fakat şeffaf plaklar metalden değil seramikten yapılmaktadır. Seramik saydamdır, bu yüzden ağızda çok daha az fark edilirler. Şeffaf plaklar, geleneksel diş tellerinden daha maliyetlidir ve daha hassastır. Her hastaya şeffaf plak tedavisi uygulanamayabilir. Büyük ölçüde görülen anomali ve ağır vakalarda uygulanması uygun değildir, durumu ortodontistin değerlendirip tedavi planını belirlemesi lazımdır.



Ağız Diş ve Çene Cerrahisi

Ağız diş ve çene cerrahisi, bütün yaş gruplarındaki bireylerin sert ve yumuşak doku hastalıkları, yaralanmaları ve bozuklukların düzeltilmesi için gerekli teşhis ve tedavi yöntemlerini uygulayan diş hekimliği dalıdır. Anabilim dalının çalışma kapsamı içerisinde:

*Diş çekimleri ve cerrahi diş çekimleri

*Gömülü diş çekimleri

*İmplant uygulamaları

*Çene kist ve tümörlerinin tanı ve tedavisi

*Çene kırıklarının tedavileri

*Çene eklemi hastalıklarının tedavileri

*Ortognatik cerrrahi operasyonlar

Yer almaktadır.

Tedaviler lokal anestezi altında kliniklerin içinde gerçekleştirilmektedir. Lokal anestezi altında işlem göremeyen, uyumsuz, kooperasyon kurulamayan,sendromu bulunan veya diş hekimi korkusu olan hastalarda tedavi genel anestezi ve sedasyon altında uygulanabilmektedir.



Estetik Diş Hekimliği ve Gülüş Tasarımı

Gülmek hayatın vazgeçilmezleri arasında yer alır. Güzel ve rahatça gülmeyi hepimiz isteriz. Bazı bireyler dişlerinden çekindiği ve güzel bulmadığı için gülmekten kaçınır. Diş hekimliğinin bu alanı, insanların dişlerinden çekinmeden rahatça gülmesine yardımcı olur.

Zirkon ve porselen kaplamalar, beyazlatma işlemleri, diş eti operasyonları, estetik dolgular ve diş boyu ayarlanması gibi işlemlerle birey güzel bir estetiğe kavuşur. Dişlerde çok fazla çapraşıklık veya ayrıklık olması durumunda hekim ortodontik tedaviye de başvurabilir.

Her hastanın estetik gereksinimleri farklı olduğundan, uygulanacak işlemlerde kişiye özel yapılır. Bu işlemler belirlenirken bireyin; cinsiyeti, yüz hatları, yaşı ve beklentileri gibi faktörler göz önünde bulundurulur.

Öncelikle ağız içerinde bulunan kırık, çürük dişler tedavi edilir. Ardından diş eti hastalıkları tedavi edilir ve diş temizleme işlemi uygulanır. Eksik dişlerin yerini gidermek için, implant ya da köprü tedavisi planlanır. Fonksiyonel olarak ağız içi hazır hale geldikten sonra estetik işlemler uygulanır. En çok uygulanan yöntem zirkonyum diş kaplamalıdır. Sağlıklı ve estetik bir görüntü sağlar. Dişleri ayrık hastalarda dişler kesilmeden ya da çok az bir kesimle kaplamalar uygulanabilir. Bu hastalar kaplama yaptırmak istemiyorsa aradaki boşluklar estetik dolgularla da kapatılır. Normal yapıya sahip hastalarda ise diş kesimi uygulandıktan sonra kaplamalar yapılır. Birçok birey, güzel bir gülüş ve temiz bir ağız ortamı için artık bu uygulamalara yönelmektedir.



Diş beyazlatma (Bleaching)

Dişin dış tabakası(mine) ve bir alt tabakasının (dentin) yapısı nedeni ile veya çeşitli nedenler ile normalden daha koyu renkli dişlerde meydana gelen renklenmeleri gidermek için diş beyazlatma işlemi uygulanır. Diş beyazlatma işleminde diş rengi 8-9 ton kadar açılmaktadır. Kullanılan materyaller, profesyonel kullanım içindir ve hekim muayenesi gerçekleştirildikten sonra doğru teşhis, endikasyon koyulup beyazlatma işlemi uygulanır. Evde kullanılan beyazlatma ajanları, hekimin uyguladığı etkiyi veremez ve hastaya daha çok zararı dokunabilir.

Diş beyazlatma nasıl uygulanır ?

Muayene gerçekleştirildikten sonra beyazlatma yapılması uygun görülürse, ilk etapta diş taşı temizliği ve ardından polisaj işlemi(diş cilası) uygulanır. Ağız içi temiz ve beyazlatma işlemine uygun olduğu zaman işleme başlanır. Diş beyazlatma ağrısız ve basit bir işlem sayılır. Diş etleri izole edildikten sonra dişlerin üzerine ilaç sürülür beklenir, etkisi tamamlandıktan sonra(20 dakika) aynı işlem tekrar uygulanır ve bir seans tamamlanmış olur. Yeteri kadar etki alınırsa işlem tamamlanır, hekimin kararına göre 1 veya 2 seans daha işlem yapılabilir.

Beyazlatma işlemi zararlı mı ?

Beyazlatma işleminden sonra dişlerse yapısal değişiklik ve kalıcı hasar oluştuğunu gösteren tek bir araştırma bile yoktur. Hekim doğru ilaçları, uygun dozda kullanırsa ve hasta uyması gereken kurallara uyarsa herhangi bir problemle karşılaşılmaz. Bazı hastalarda, beyazlatma işleminden sonra dişlerinde geçici bir hassasiyet oluşabilir, bu durumda hasta hekimine başvurmalıdır.

Beyazlatma işleminin etkisi ne kadar sürer:

Bireyin diş yapısı, uygulama yöntemi ve hastanın uyması gereken kurallara göre bu süre değişiklik gösterebilir. Ortalama olarak vaat edilen süre 6 ay – 2 yıl arasındadır.

Dişler nasıl beyazlar ?

Dişe rengini veren tabaka dentindir. Beyazlatma ajanı uygulandığı zaman en dış tabaka(mine)da geçici porlar(geçit) oluşur. Böylece beyazlatma için kullanılan ilaç dentine ulaşır ve dişte renk değişimini başlatır. Bu Porların %80 i işlemden 2-3 gün sonra kapanır ve ilk günlerde yaşanan hassasiyet buna bağlıdır. 2 hafta sonunda da mine tabakası tamamen eski haline döner.

Beyazlatma işleminde ve sonrasında dikkat edilmesi gerekenler?

*Beyazlatma işlemi mutlaka hekimin kontrolünde yapılmalıdır

*Dişlerde bulunan, çürük,çatlak ve kırıklar işlemden önce mutlaka restore edilmelidir.

*İşlemden sonra  kahve,sigara ve çay tüketiminden uzak durulmalı ve tüketimleri azaltılmalıdır.

*Özellikle ilk 2 hafta renklendirici meşrubatların(vişne suyu,şarap vb) tüketimi bırakılmalıdır.

 

Tel: 0532 390 35 96

 

 



Dental İmplantlar

Dental implantlar, günümüz diş hekimliğinde diş eksikliğini gidermek için başvurulan ilk yöntemdir. Tek diş veya tüm dişsiz ağızlarda uygulanabilir. İmplant, yapay bir kök olarak görev görür. İmplantasyon süreci tamamlandıktan sonra ve iyileşme gerçekleştikten sonra üst yapı(protez) yapılır ve hem fonksiyonel(işlevsel) hem de estetik bir sonuç ortaya çıkar. İmplantlar vücut dokularına biyouyumlu  ve son derece dayanıklıdır. İmplantlar titanyumdan üretilmektedir. Lokal anestezi altında yarım saat kadar süren bir operasyonla yerleştirilirler. Ağrılı bir operasyon değildir. Ağızda implantların ömür boyu sorunsuz hizmet vermesi izlenir. Operasyon gerçekleştirildikten sonra 3-5 ay arası bir iyileşme süreci vardır, bu zaman bittikten sonra üst yapı tasarımına geçilir.

Kimlere uygulanabilir?

Genel sağlık durumu iyi, sağlıklı diş eti ve kemik seviyesi yeterli her bireye uygulanabilir. Kemik seviyesi yetersiz bireylerde ek işlemlerle kemik seviyesi arttırılıp tedaviye başlanabilir. Puberte(ergenlik çağı) dönemini bitirmiş her bireyde implant tedavisine başvurulabilinir, üst yaş sınırı yoktur.

Kimlere uygulanamaz?

Baş ve boyun bölgesine radyoterapi almış bireylerde

Kemik büyüme ve gelişimi tamamlanmamış genç bireylerde

Diyabet,hemofili,yüksek tansiyon ve otoimmün hastalık gibi sistemik hastalıkları bulunan, bifosfonat, kortikosteroid veya immün sistemi baskılayıcı ilaç kullanan bireylerin sağlık durumları doktorlarıyla konsültasyon yapıldıktan sonra uygun görülürse, implant uygulanabilmektedir.

Sigara kullanmak, implant yapılmasına engel değildir fakat yara iyileşmesini yavaşlattığı için bir risk faktörü olarak kabul edilir.

Başarı kritlerleri nedir?

*Doğru teşhis ve tedavi planı

*Planlamaya uygun ve doğru implant seçimi

*Kemik kalınlığı ve kemik yüksekliği

*Ağız hijyeni

*Hastanın genel sağlık durumu,

*Düzenli hekim muayenesi

*Operasyon sonrasında alkol ve tütün kullanımını azaltmak

 

Tel: 0532 390 35 96



Mezoterapi Nedir?

Orta deri anlamına gelen mezoterapi geleneksel tıp bilimine Fransa’daki uygulamalar sonrası eklendi. Birçok alanda yapılan uygulamalar ile yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. Hücre yenilemek, kan ve lenf dolaşımını düzenlemek, cildi tazelemek, yağları eritmek, selülitleri yok etmek, saç dökülmesini engellemek, çatlakları, lekeleri ve ağrıları gidermek amacıyla uygulanan mezoterapi uygulamasında vitamin, mineral, enzim, homepatik ilaçlar ve aminoasitlerin karıştırılıp cilde enjekte edilir. Mezoterapi herhangi bir şeyin tedavisinin adı değildir. Bu isim ilacın verilme yönteminin adıdır.
Mezoterapi uygulaması sorun olan bölgeye uygulanması diğer tedavi uygulamalarına göre tercih nedenidir. Ağızdan alınan veya kas-damar içine enjekte edilen ilaçlar her zaman hedeflenen bölgeye ulaşamaz. Bu yüzden ilaç etkisi sınırlı kalır. Öte yandan bu yollarla alınan ilaçlar kan yoluyla tüm vücuda yayılabilir istenmeyen sonuçlar doğurabilir. Mezoterapi uygulamasında ise ilaç direkt sorunlu bölgeye doğrudan enjekte edilir ve en iyi sonuç alınır.
Cilt uygulamalarında mezoterapi tercih edilen bir yöntemdir. Gençleştirme, yenileme, kırışıklık tedavisi, yüze, ele, boyuna ve dekolte bölgesine uygulanabilir. Bölgesel yağları yok etme kapsamında mide bölgesine, göbeğe, kalçaya, bel yanlarına, uyluk içine, diz yastıklarına, göz torbalarına, yanaklara, gıdı bölgesine ve enseye uygulanabilir. Selülit ve çatlak gidermek için bacaklara, göbek ve sırt bölgesine yapılır. Sıkılaştırmak için ise karın bölgesi ve kolların altına uygulanabilir. Saç dökülmelerini engellemek için saça uygulanabilir.Spor yaralanmaları ve migren gibi durumlar sonucunda ağrıyı gidermek amacıyla ağrılı bölgelere uygulanabilir.
Her seans yaklaşık 15 dakika sürer. 10 gün ara ile ortalama 6 seans uygulanır. Kişinin durumuna göre 3-6 ayda bir seans tekrarlanır. Mezoterapi ağrısız bir uygulamadır. Yan etkileri yok denecek kadar azdır. İz bırakmaz.



Saç Mezoterapisi

Saç mezoterapisi erkeklerde ve kadınlarda rahatlıkla uygulanabilir bir yöntemdir. Saç dökülmesi sorunu yaşayanlarda etkili olabilecek bir tedavidir. Saç mezoterapisinde saç köklerine vitamin, mineral ve protein gibi besleyici materyaller enjekte edilir. Saç dökülmesi sorununun engellenmesi amacıyla yapılan saç mezoterapisi; strese, mevsimsel geçişlere, metabolik etmenlere ve hormonal nedenlere bağlı dökülmeleri durdurulabilir saçın yeniden çıkmasına yardımcı olur.
Mezoterapi cildin orta tabakasına uygulanır. Vitamin, mineral, enzim, homepatik ilaçlar ve aminoasitlerin karıştırılıp istenilen bölgeye direk enjekte edilir.
Hormonal nedenlere bağlı ani saç dökülmeleri saç mezoterapisi ile son bulabilir. Saç köklerinin beslenmesi ile dökülme durdurulur. Bu arada saçın yeniden çıkmasında da olumlu etki yaratır.
Saç mezoterapisinin kaç seans uygulanacağına saçın durumuna bakılarak karar verilir. Hastanın durumuna göre değişse de genelde 6-8 seanslık saç mezoterapisi uygulaması yapılmaktadır. Ortalama 10 gün aralıkla yapılan seanslar 10-15 dakika sürmektedir. Büyük bir ağrı olmaz. Ancak enjeksiyon iğnelerinin deriye temas etmesi nedeniyle hafif acı hissedilebilir. Bu yöntemden önemli ölçüde saç dökülmesinin durdurulması ve yeniden saç çıkması tespit edilmiştir. Saç mezoterapisinin etkisi ilk seanslarda görülmeyebilir. Seanslara devam ettikçe etkisini gözlenir.



Erkek Tipi Saç Dökülmesi

Androgentik alopesi olarak tıp biliminde tanımlanan erkek tipi saç dökülmesi, erkeklerde 20-25 yaş dolayında başlayabilen bir sorundur. Bilimsel çalışmalar 30 yaşına kadar olan beyaz erkeklerin yüzde 30’unda, 50 yaşına kadar olan erkeklerin ise yüzde 50’sinde androgenetik alopesi olduğunu göstermektedir.
Erkek tipi saç dökülmesi diye tanımlandığı gibi kellik olarak halk arasında anılır. Bu sorun dihidrotestesteron isimli hormonun kıl kökünü etkilemesiyle yaşanır. Böylesi durumlarda önce kıl çapı ufalır, boyu kısalır ve rengi açılır. İleri aşamalarda ise kıl kökü tamamen yok olur ve o alanda saç hiç çıkmaz. Erkek tipi saç dökülmesinde saçlarda seyrelme, incelme saç çizgisinin geri çekilmesi yaşanır.
Erkeklerde ortalama 20-40 yaşında, kadınlarda 30-60 yaşında başlar. Erkeklerde saç çizgisinin geri çekilmesi, tepe açıklığı ile görülürken, kadınlarda saç çizgisi gerilemez, bir seyrelme görülür.
Bu tip saç dökülmesi kullanılan ilaçlar ile belirli sonuçlar alınır. 25-45 yaş arası uygun tedaviler ile saç dökülmesi geciktirilebilir. Androjen hormon aktivitesi erkeklerde 50 yaş civarında azalmaya başlayacağı için tedavi kesildikten bir süre sonra saçlarda dökülme yeniden başlayabilir. Bu nedenle tedavinin bitiminden sonra aralıklarla tedavileri sürdürülmelidir. Bu hastalığa hastanın şikayetleri, öyküsü, dermatolojik muayene ve aile öyküsü ile tanı kolayca konulur.
Diğer yöntemler içinde saç ekimi, peruk uygulaması, yapıştırma saç protezleri, kozmetik kamuflaj sayılabilir. Hastada psikososyal problemler yaratabilen bu dermatolojik rahatsızlık , genetik ve hormonal etkilerle ortaya çıkar. Saçlı deride saçların azalması veya tamamen dökülmesi o bölgede güneş etkisini artıracağı için güneş lekeleri ve deri kanserlerine karşı güneşe karşı korunmak önemlidir.



Diyabet Nedir?  (Tip 2)

Tip 2 Diyabetin ailesinde diyabetli olanlar, aşırı kilolu kişiler, 4 kilodan daha ağır bebek doğuran kadınlar, stres yaşayan kişilerde görülme riski daha yüksektir. Ayrıca pankreasın kronik iltihabı, pankreas tümörleri ve ameliyatları ile hipertiroidi, akromegali gibi bazı hormon hastalıkları Tip 2 diyabete yol açabilir.
Tip 2 diyabette; sık idrara çıkma, ağız kuruluğu, çok su içme, cilt yaraların geç iyileşmesi, açlık hissi, kuru ve kaşıntılı bir cilt, sık enfeksiyon gelişmesi, ellerde ve ayaklarda uyuşma, karıncalanma görülebilir.
Tip 2 diyabet içinde beslenme düzenine dikkat etmek gerekir. Bazı Tip 2 diyabetliler kan şekeri düzeyini normal sınırlar içinde tutabilmek için insüline ihtiyaç duyulabilir. Tip 2 diyabet genellikle 40 yaşın üzerindeki kişilerde görülen diyabet tipidir. Tip 2 diyabetin görülme sıklığı daha fazladır. Diyabetli kişilerin yüzde 90’ı Tip 2 diyabetlidir. Eğer bir kişinin kan şekeri düzeyi normalden yüksek olmasına karşın diyabet tanısı koymaya yeterli değilse bu durumi pre-diabetik (gizli şeker hastası) denilir.



Diyabet Nedir? ( Tip 1 )

İnsülin hormonlarının eksikliği sonucu ortaya çıkan Tip 1 diyabet, sıklıkla çocukluk ve gençlik yaşlarında ortaya çıkar. Genel olarak toplumdaki diyabet vakalarının yüzde 10’unu Tip 1 diyabet vakalarıdır. Zaman zaman bilinmeyen nedenlerle bağışıklık sistemi, insülin yapımını üstlenen pankreas beta hücrelini tahrip etmektedir. Bu tahribat yüzde 80’in üzerine ulaştığında hastalık belirtileri ortaya çıkar. Anne, baba kardeş gibi birinci derecede yakın akrabalarında Tip 1 diyabet olanlarda, çok sayıda Tip 2 diyabetli yakını olanlarda ve hamilelikte kadınlarda ortaya çıkar. Kan şekerindeki bu yükseklik, çok idrar yapmak, sık idrara çıkmak gibi sonuçları vardır. İdrarla aşırı su kaybedilince aşırı su içme ihtiyacı duyulur. Zayıflamaya neden olan sonuçları da vardır. Bu belirtilerin varlığında hekime başvurulması önemlidir. Tip 1 diyabetin tedavisinde insülin enjeksiyonu hayat kurtarıcıdır. Bu durumlarda ilaçlı tedavi de yapılır. Hastanın sağlıklı yaşam sürdürmesi için bu süreci bir yaşam şekline dönüştürmesine bağlıdır. Bu süreçte beslenme tedavisi de önemlidir. İdeal bir beslenme ile kan şekeri normalde tutulmalıdır. Kan şekeri kontrolü için ihtiyaca uygun karbonhidrat içeren besin tüketmesi, çeşitlilik sağlanması, besinlerle alınan posa miktarını arttırması gerekir. Basit şekerlilerin ise diyetisyen kontrolünde tüketilmesi önerilir. Diyabetlilere ayrıca uygun olan egzersizler önerilir. Tip 1 diyabet vücutta damarın olduğu her organı etkiler. Bu durum ayrıca bir dikkat gerektirir. Hastaların belirli günlerde kan şekeri ölçümü yapmaları tedavinin iyi gidip gitmediği konusunda önem taşır.



Diyabeti Tanıyalım

Halk arasında şeker hastalığı olarak sonuçları bilinen Diyabet, vücutta pankreas adlı salgı bezinin yeterli miktarda insülin hormonu üretmemesi veya ürettiği insülin hormonunu etkili bir şekilde kullanılamaması durumudur.

Bu sorun ömür boyu süren bir hastalıktır. Hastanın yediği besinlerden kana geçen şekeri yani glukozu kullanamaz ve kan şekeri yükselir. Özellikle karbonhidratlı besinler vücutta enerji için kullanılmak üzere glukoza dönüşür. Midenin arka yüzeyindeki pankreas, insülin hormonunu üretir. Besinlerle kana geçen glukoz, insülin hormonu aracılığı ile hücrelere girer. Hücreler glukozu yakıt olarak kullanır. Eğer glukoz miktarı vücudun yakıt ihtiyacından fazla ise karaciğerde yağ dokusunda depolanır. Bu dengenin bozulmaması gerekir.

Diyabeti olmayan kişilerde kan şekeri açlık halinde 120 mg/dl, tokluk halinde (yemeğe başladıktan iki saat sonra) 140 mg/dl’nin üstüne çıkmaz. Şayet açlıkta veya toklukta ölçülen kan şekeri düzeyi, bu değerlerin üstünde ise diyabetin varlığını gösterir. Yemekten 2 saat sonra kan şekeri ölçümü 140-199 mg/dl ise gizli şeker, 200 mg/dl veya daha yüksek ise diyabet tanısı konulur.



Kalp Check Up ve Önemi

Değişik nedenlere bağlı olarak kalbimizde ve onu besleyen damarlarda yaşayacağımız sorunların önceden belirlenmesi erken tanı ve tedavi için gereklidir. Yılda bir kez kalbimizin sağlığını kontrol ettirmek özellikle de belirli yaş gruplarındaki kişiler veya risk faktörleri taşıyanlar açısından çok önemlidir.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada her yıl yaklaşık 20 milyona yakın hasta kalp ve damar hastalıklarından dolayı yaşamını yitiriyor. Ülkemizde de can kayıpların önemli bölümü kalp ile ilgili sorunlardan kaynaklanıyor. Bu nedenle yılda 1 kez mutlaka kalbinizim sağlığını kontrol ettirmeniz çok önemli. Bunu yaparken bir sorun yaşamanızı da beklemeyin. Erken teşhis, tanı ve tedavi kalbimiz için hayati öneme sahip. Hareketsiz yaşam sürenler özellikle kalp rahatsızlıkları açısından riskli gruplar içinde yer alıyor. Sağlıksız beslenme, sigara, alkol kullananların da riskleri diğerlerine göre daha fazla.

Kalp damar hastalıklarının herhangi bir belirti vermeden sinsi biçimde gelişmesi de bu alanda yaptıracağınız Check Up’u daha önemli hale getiriyor. Uzman hekimler hiçbir şikayeti olmasa bile 20’li yaşlarda kolesterol, kan şekeri ve kan basıncı değerlerine bakılmasını öneriyor. Genç yaşlarda değerlerin normal olması durumunda kontrollerin sık bir şekilde olmayabileceğini belirtiliyorlar. Ancak, 40 yaşından sonra risk durumuna göre 1-3 yıllık periyotlarla kontrollerin yapılması gerektiğini vurguluyorlar. Daha ileri dönemde ise yılda bir yapılmasının büyük yarar sağlayacağı önemli bir gerçek.



Kalp Check Up Nelere Bakıyor?

Kalp check-up’ı uzman hekimin muayenesi ile başlıyor. Bu aşamada kontrole gelen hastanın bir yakınması olup olmadığı, obezite durumu, yüksek şeker olup olmadığı, hipertansiyon sorunu olup olmadığı ve aile bireylerinde kalp hastalığı olup olmadığı soruluyor. Hastadan alınan kan örneği ile ‘kolesterol’ ile ‘trigliserid’ maddelerin kandaki değerleri ortaya çıkarılıyor. Hasta risk faktörüne sahipse, Elektrokardiyografi ile kardiyak değerlendirme yapılıyor. Kalbin elektiriksel aktivitesi ile varsa ritim bozuklukları, geçirilmiş ya da yeni gelişen kriz, kalp kasında beslenme bozukluğu yaratan damar daralmaları, yüksek tansiyona bağlı sorunlar ortaya çıkıyor.

EKG’nin normal çıkması kalbin tümüyle sağlıklı olunduğunu işaret etmiyor. Çünkü bu test kalpteki her fonksiyonu açığa çıkarmıyor. Bu kontrollerin bir aşaması da efor testi. Koşu bandı üzerinde kalp yükünü giderek artıracak şekilde egzersiz yapılıyor. Buradan alınan kayıtlarla kalp ritmindeki veya tansiyon değerindeki değişiklikler, göğüs ağrısı ve nefes darlığı olup olmadığı anlaşılıyor.

Efor testi en çok koroner yetersizlik tanısı için uygulanıyor. Koroner yetersizlik de belirti vermeden yaşanabiliyor. Bu nedenle 40 yaş üzerindeki kişilere kalp check-up hayati önem taşıyor.

Ekokardiyografi ile ise ultrason dalgaları kullanılarak kalbin iç yapısı ve fonksiyonları net olarak görüntüleniyor. Özellikle gizli kalp rahatsızlıkları ekokardiyografi ile tespit edilebiliyor. Bu nedenle 40 yaşını geçen her erkek ve menopoza giren her kadın, hiçbir yakınma olmaksızın ekokardiyografi yaptırması öneriliyor. Kalp kapak ya da koroner damar hastalığı tanısı ve uygun tedavinin seçilmesinde de bu yöntem uygulanıyor.



Alerjik Astımın Nedenleri

Çevresel ve kalıtsal faktörler astımın en büyük düşmanıdır. Alerjik faktörler de dikkatle değerlendirilir. Çiçek ve ev tozları, hayvan tüyleri, bazı böcek türleri astımı tetikler. Nem de astımı tetikleyen bir faktördür. Mevsim değişiklikleri, özellikle soğuk hava, astım atağına sebep olabilir. Kirli hava ve sigara dumanı, parfüm gibi keskin kokular astımı tetikler. Sağlıklı yaşam için yapılan spor ve egzersiz de, astım hastalarında astım krizini tetikleyebilir. Temizlik malzemeleri, kolonya, parfüm gibi pek çok keskin kokulu maddelere de hastaların dikkat etmesi gerekir. Alerjik astım krizlerinin çoğu da gıda alerjisi sebebiyle ortaya çıkar. Kabuklu yemişler, kabuklu deniz hayvanları, süt ve süt ürünleri kişilere göre değişen alerjik astım sebebidir.

Gıda tüketimine bağlı astım atakları oldukça ciddiye alınmalıdır; bazı durumlarda ölüme kadar varan sonuçlar yaşanabilmektedir. Bu nedenle alerjiye neden olan gıdanın ne olduğunu testlerle öğrenmeniz gerekir.



Alerjik Astım ve Çocuklarda Tedavi

Çocuklarda astım tedavisinde çok düşük dozlu kortizonlu ilaç kullanılır. Bu ilaçlar astım ataklarını önler ve çocukların hayat kalitesini yükseltir. Ancak, kortizonlu ilaçlar çocuklarda alerjik astımı ortadan kaldırmaz, sadece baskılar. İlaçlar kesilince astım belirtileri yeniden görülebilir.

Çocuklarda alerjik astımı iyileştirmenin köklü çözümü alerjinin tedavi edilmesidir. Alerji iki şekilde tedavi edilir. Birincil tedavi alerjinin neden olduğu maddeden uzak durmak, korunmaktır. Eğer astıma ev tozu, küf ve hayvanların yarattığı nedenler varsa bunlara yönelik önlem alınmalıdır. Örneğin toz tutan halıların evden uzaklaştırılması ve yatağa alerjik maddeleri geçirmeyen özel kılıflar takılması tedavinin bir parçası olabilir. Baharda polenlerden uzak durmak gereklidir. Özellikle çocuklar polenlerden korunamaz. Bu aşamada ikinci ve en önemli alerji tedavisi aşıdır. Aşı tedavisi bilinen en eski tedavi yöntemidir.Günümüzde daha güvenilir olması nedeniyle “Dil Altı Damla Alerji Aşıları” tercih edilmektedir. Bu nedenle alerjik astım tanısı konulan her çocuğun dil altı damla alerji aşısına uygunluğu araştırılır ve uygulama buna göre yapılır.



Alerjik Astımın Belirtileri

Astım hastaları hırıltılı nefes ve öksürük sorununu yaşar. Özellikle, çocukluk çağlarında sık görülen astım, yetişkinlerin yaklaşık yüzde 5’ini, çocukların ise yaklaşık yüzde 10’unu sağlıklı yaşam standartlarını düşürecek biçimde etkiler.

Astımı anlatan en önemli bulgu nefes alırken güçlük çekilmesidir. Alerjik bünyede özellikle nefes verirken hırıltılı soluk alıp verme yaşanır. Bu sebep sadece astıma özgü bir belirti olmayabileceği gibi, mutlak kontrol edilmelidir. Astımda kuru ve inatçı öksürük, özellikle geceleri veya sabaha karşı ortaya çıkar ve hastayı sarsar.Astımın ileri safhalarında, hastada morarma da görülebilir. Diğer belirtilerden biri de kaburgaların gözle görülebilir şekilde sorunlu hale gelmesidir.

Belirttiğimiz bu tablo astımın insanların yaşamlarını ciddi biçimde olumsuz etkilediğini gösterir. Dolayısıyla astım ile ilgili zamanında ve doğru önlemlerin alınması ve doğru tedavilerin yapılması kaçınılmazdır.



Alerjik Astım Kimlerde Görülür?

Nefes aldığımızda akciğerimize “bronş” adı verilen hava yolu bize eşlik eder. Bronşlarımızın bazı sorunlar ile birlikte kasılması ve daralması ise önemli bir sorunun varlığını gösterir. Hava yolunun daralması ile nefes alıp vermenin zorlaşması, nöbet halinde bir sıkıntı yaşanması astımın varlığını bize anlatır. Astım, bronşların kronik bir hastalığıdır.

Çocuklarda astım yüzde 90 oranında alerjik kökenli olduğundan “alerjik bronşit” ve “çocuk astımı” ile eş anlamlıdır. Çocuklarda astım büyük ölçüde 3 yaş dönemlerinde görülür. Bu yaşlarda astım tanısı konulan çocukların yarısı 6 yaşında bu rahatsızlığını atlatır.

Toplumda “Alerjik astım büyüyünce geçer” diye bir görüş olsa da bu doğru değildir. Alerjik olup astım belirtileri 6 yaşından sonra da devam eder. Çocukların yaklaşık yarısında 18 yaşında hastalık bulguları kaybolur. Ancak bu iyileşme geçicidir. Ergenlikte hastalığı atlattığı düşünülen çocukların büyük bölümü 30’lu yaşlarda yeniden astım atağı geçirmeye başlar.



Açık Kalp Ameliyatı Nedir?

Göğüs kemiği açılarak kalbin görülmesini sağlayan operasyon  “Açık Kalp Ameliyatı” olarak adlandırılır.

Dolaşım bir cihaza bağlı olarak yürütülürken, işlem süresinde kimi zaman kalp durdurularak kimi zaman çalıştırılarak sonuca gidilir. Günümüzde de birçok müdahale bu yolla yapılır. Ani gelişen kalp ve damar rahatsızlıkları bu yolla çözümlenir. Kalp sağlığının korunması ile hastalıkların tedavisinde günümüzde halen açık kalp ameliyatları en çok başvurulan yöntemdir.

Açık kalp ameliyatı, koroner damarlara, kalp kapakçıklarına, doğuştan gelen hastalıklara, kalp tümörlerine ve aort damarına müdahalede kullanılır. Damar sertliği,  damarlarda daralmanın çözümlendiği bypass operasyonu, kapakçıklardaki sıkıntılar, onarım, kalpteki pıhtı ve tümörlerin çıkarılması ile kalbin zarar gören bölgelerini onarmak için açık ameliyatlar tercih edilir. Kalp nakli sırasında da açık ameliyat yapılır.

Açık kalp ameliyatında standart olarak göğüs ön kemiği kesilir. Bu cerrahın sağlıklı bir çalışma yapmasını sağlar. Tıbbi teknolojilerin gelişmesi ile kesme işlemi minimal düzeye indirilmiştir. Bu da hastanın yaşam kalitesini çok etkilemeyi önlemektedir. Son zamanlarda koltuk altından küçük kesi ile bu ameliyat yapılabilmektedir.

Açık kalp ameliyatı olacak olan hasta olağanüstü bir durum yoksa bir gün önceden hastaneye yatırılır. Ciddi ve geniş bir kontrol ile hastanın durumu netleştirilir. Varsa kullandığı ilaçların bir kısmı kesilir. Ameliyattan önce alkol, sigara ve kan inceltici ilaçların kullanımı kesinlikle yasaklanır.Hasta ameliyattan bir gün önce özel bir bakteri sabunu ile yıkanmalıdır. Böylece ameliyat sırasında oluşabilecek enfeksiyon engellenir.

Genel anestezi altında uygulanan açık kalp ameliyatı yaklaşık 2-3 saat süren bir operasyondur. Bu süre yapılacak olan işlemlere bağlı olarak uzayabilir. Açık kalp ameliyatı genellikle duran kalbe de yapılmaktadır. Bu nedenle kalp, ameliyat esnasında bypass makinesine bağlanır ve kalp görevini bu şekilde yerine getirir.Sağlıklı olmayan arterlerin yerine kalbe yeni bir yol sağlamak için arter ya da damar kullanılmaktadır. Ameliyat sonrasında göğüs kemiği tel yardımı ile kapatılır. Kesilen yerler ise dikişler ile kapatılır. Göğüs kemiğinin ise kaynaması zaman almaktadır. Hasta bu süreçte bakımına çok dikkat etmelidir. Hastanın göğüs bölgesini dikkatli bir şekilde koruması gerekir.Açık kalp ameliyatının en büyük risklerinden birisi enfeksiyondur. Bu yüzden bir süre hastanede ziyaretçiden uzak tutulmalıdır.

Açık kalp operasyonlarından sonra yaklaşık 7 hafta sonra hasta ayağa kalkmaya başlayabilir. 6 – 7 haftalık süreç sırt üstü yatılarak geçirilir. Hasta göğüs kemiği kaynayana kadar ayağa kalkarken ve öksürürken dahi sert hareketlerden kaçınmalıdır. Hasta iyileşme sürecinde de kötü alışkanlıklarından kurtulmalı, sağlıklı ve dengeli beslenmeli, bol su tüketmeli, yürüyüş ve egzersiz yapmalıdır. Açık kalp ameliyatının hasta için en sıkıntılı olan tarafı uzun süren iyileşme süresidir.



Cilt Bakımı

İster kadın olalım ister erkek görünümümüz çok önemlidir. Cildimizin bakımlı ve güzel olması beden sağlığımız açısından olduğu kadar ruh sağlığımızı da besler.

Cildin doğal güzelliğini korumak artırmak, kişilerin cilt tipine uygun düzenli bakım yapılmasını gerektirir. Zamanla görülebilecek kırışıklık, lekeler, sarkma, akne gibi sorunların bu açıdan engellenmesi önemlidir. Cilt bakımında amaç sadece güzellik değildir. Bu konudaki öncelik cilt sağlığının korunmasıdır.

Yaşlılık belirtilerinin önlenmesi, sivilce, siyah nokta gibi sorunların giderilmesi, leke tedavisi, lifting uygulaması ile kolajen üretiminin arttırılması, gözeneklerin küçültülmesi, pigment farklılığının önüne geçilerek cilt tonunun eşitlenmesi, ciltteki siyah ve beyaz noktaların yok edilmesi cilt bakımını gerektirir.

Cilt bakımı ortalama yarım saat ile bir saat aralığında yapılır. Cilt bakımı için belirlenen bir yaş aralığı yoktur. Ancak, cilt bakımına başlamanın en ideal zamanı ergenlik dönemidir. Cilt bakımı, her cilt tipine göre değişir. Özel ve cildin ihtiyacına göre planlı yapılmalıdır. Yanlış yapılan işlemlerin, yanlış seçilen ürünlerin sonuçları zaman zaman ağır olmaktadır. Cilt bakımında uzman seçimi büyük önem taşır. Cildin en doğru dermatolojik analizi, uzman doktor tarafından yapılır. Bunun başlangıcı ise dermatolojik cilt analizidir.

Cilt yağ, makyaj kalıntıları ve kirden arındırılarak ön temizleme işlemi uygulanır. Siyah ve beyaz noktalar, birikmiş yağ dokuları ve sivilcelerin temizliği uzman doktorlar tarafından yapılır. Peeling ile cilt yüzeyindeki ölü deriler uzaklaştırılır, temizlenen gözeneklerin sıkılaşması sağlanır.



Paris Işıltısı Kaç Yaşında Yapılır?

Paris ışıltısı için en uygun yaş 35 ve üzeri olarak görülmektedir. Çünkü 35 yaş sonrasında ciltte elastikiyet kaybı, ince kırışıklıklar kendini göstermeye başlar. Daha genç bir cilt görünümü elde etmek için de mutlaka cildi desteklemek gerekir.

Paris ışıltısı için cilde ilerleyen yaşa karşı direnç kazandıran uygulamaların başında geldiği söylenebilir.



Paris Işıltısı Nasıl Uygulanır?

Anti-aging  diye adlandırılan yaşlanma karşıtı tedavilerde enjeksiyon tekniği ile uygulanan Paris ışıltısı, ameliyatsız estetik yöntemlerinin başında gelenlerinden birisidir. Kısa zamanda etkisini gösteren bu işlemde basit enjeksiyon işlemi tedavi edilmek istenilen bölgeye uygulanıyor.

Cildinizde kırışıklıklar, elastikiyet kaybı nedeniyle yaşanan kuruluk, cansızlık ve donukluk varsa,  bu uygulamayla etkili bir şekilde tedavi edilebiliyor.

Paris ışıltısının uygulanmasından hemen sonra sonuçlar görülmeye başlar. Cildin ihtiyacına göre 15-20 gün aralıklarda birkaç seans uygulanması mümkündür. Cildin tam onarımı ve sonuçların devamlılığı için 6 ayda bir tekrarlanması tavsiye edilir. İşlem sonrası cildi güneş ışınlarından korumak önemlidir.



Paris Işıltısı Nedir?

Ciltte oluşan kırışıklıklar, izler ve diğer sorunların giderilmesi amacıyla yapılan estetik uygulamalar arasında Paris Işıltısı ciddi sonuçlar alınması açısından tercih ediliyor.

Yüz bölgesinde yorgun ifadeye neden olan, gözaltındaki özellikle renk koyuluğu ve ince, kırışık görünümler Paris ışıltısı ile gideriliyor. Bu uygulama cildi tazeler, ince kırışıklıkları yok eder, uygulanan bölgede aydınlanma sağlar, lekelerin giderilmesinde etkilidir. Yüz, boyun, dekolte ve gözaltı bölgelerine rahatlıkla Paris Işıltısı uygulanabilir.

Paris ışıltısının içeriğinde vitaminler, kollajen ile elastin protein üretimini artmasını sağlayan maddeler bulunmaktadır. Bu uygulamada kullanılan sıvıda ayrıca hücre yaşlanmasını önleyen antioksidanlar, koenzimler ve nükleik asit bulunmaktadır. Anti-aging tedavilerinde enjekte edilen içerikler sayesinde cilde ışıltı katarak cildin sağlıklı ve genç bir görünüm kazanmasını sağlıyor.



Sarkma Ve İzler Altın İğne İle Kayboluyor

Yaşam düzeniniz zaman zaman cildinizde istenmeyen deformasyonlara neden olabilir. Özellikle yüz ve boyun bölgesinde yaşanan sarkmalar, stres kaynaklı yorgunluk ile yaşlanmayla gelen kırışıklar, izlerin yok edilmesinde en etkili yöntemlerden birisi de Altın İğnedir. Yüzde ve gözlerin altında sarkmalar özellikle de kadınlar için mutsuzluk kaynağı olmaktadır.

Kadınlarda yapılan makyajların da ciltteki olumsuz etkileri saptanmıştır. Yanlış uyku duruşları, vitamin ve mineral eksikliği ve az su içmenin de olumsuzluğu yüzlere yansır. Bunlara ergenlik süreçlerinde yaşanan sivilceler ve bıraktıkları izleri de dahil edebiliriz.

Radyo frekansı enerjisini cildin ayarlanabilir derinliğine mikro iğnelerle gönderildiğine uyarılan kalojen yaşayacağınız sarkmalar ve izlerin giderilmesinde en etkili yöntemlerden biridir. Yan etkisi olmayan bu tedavilerde sarkan cildi tedavi etmek, kırışıklıkları azaltmak, yaşlanmış cildi germek, sivilce izlerini onarmak, gözenekleri tedavi etmek mümkündür. Diğer yöntem ve lazerlerin aksine bu uygulamalar ciltte ödem  kabuklanma ve pullanma yapmayacaktır.

Altın İğne’nin temel özelliği, deri altına yüksek düzeyde enerji aktarması ve cilt yüzeyine zarar vermeden kolajen ve elastinin bağlanmasını harekete geçirmesidir. Böylece cilt kendi kendini onarabilmektedir.



Altın İğne Uygulamasının Faydaları

Cildinizde başta yaşlanma olmak üzere, yara izi, kırışıklıklar, yanıklar, hamileliğe bağlı çatlaklar olmak üzere geniş bir alanda altın iğne uygulaması yapılmaktadır. Özellikle kadınların cilt bakımlarını dikkatle yaptıkları düşünülürse, 20’li yaşlardan itibaren yaşanan sorunlara ameliyatsız, kesi olmadan yapılan Altın İğne uygulaması tercih edilmektedir.

Altın iğne, birçok cilt kusurunu cilt yenileme ile giderir. Yanık ve yara izleri, hamileliğe bağlı çatlaklar, kırışıklıklar, boyun bölgesindeki sorunlar, göz çevresindeki morluk ve sorunlar, yaşlanmaya bağlı sarklamalar ve çizgiler, lekelerin giderilmesinde altın iğne uygulamasından yararlanılır. Bu uygulamanın sonuçları kalıcı olduğundan tercih nedeni olmaktadır.  İlk seanstan etkileri görülür. Her türlü cilt yapısına ve rengine uygulanabilir. Altın iğne Uzun soluklu sonuçları ile hastanın konforlu bir sonuç almasını sağlar.

Radyo frekans dalgaları uygulaması ile cilt üzerinde güvenle uygulanan bu teknoloji sayesinde direkt olarak cilt altı hedeflenir. Burada yaratılan hareketlenme sayesinde yeni hücreler ile cilt yüzeyinde  parlak ve gergin görünüm elde edilir. Basit bir yöntem olması ve kesi yapılmadan sonuçlandırılması nedeniyle de ciltteki gençleşme sorunsuz yaratılır.

Altın iğne uygulamasında, uzman hekim ciltteki sorunun büyüklüğüne göre seans sayısını belirler. Altın iğne uygulaması belirli aralıklarla seanslar halinde de yapılabilir. Yara izleri, kızarıklıklar, doğal kolajeni uyarılarak giderilir. Uygulama genellikle 30- 45 dakika arasında bir seans olarak sürer. Uygulamadan hedeflenen sonucun alınması için öngörülen diğer seansların aksatılmaması gereklidir.



Altın İğne Uygulaması Kimler İçin Uygun?

Cildinizde giderek artan kırışıklıklar, lekeler, sarkma, sivilce ve akne izleri görüldüğünde altın iğne uygulaması ile sorunlar giderilebilmektedir. Günlük hayatın ağır temposu ve yaşanan stres kaynaklı süreçler kimi zaman ciltlerde beklenenden önce sorunları beraberinde getirmektedir.  Ciltteki kırışıklıklar başta olmak  üzere diğer sorunlar, cerrahi olmayan bu yöntem ile giderilmektedir.

Altın iğne tedavisinde, cildin altındaki bölgelere yüksek frekanslı enerji gönderilmektedir. Cilt altına kontrollü bir hasar verilir ve buradaki onarıcı hücreler harekete geçer.

Bir cihaz yardımı ile yapılan altın iğne uygulaması cildin 0.5 ile 3.5 milimetre altına inilir. Ucundaki “altın iğne” denilen çok küçük iğneler kişiye özel yapılır ve tek kullanımlıktır.Altın iğne yapılmadan önce cildinize anestezi etkisi yaratan krem uygulanır.  Ucunda iğne olan radyofrekans cihazı ayarlanan derinliğe giriş çıkışlar yapar.

Bu çalışmada cilt zarar görmez. Cildinizin alt tabakasındaki kolajen ve elastin üretimini tetikler. İşlem bitince ciltte hafif kızarıklıklar oluşabilir. Bu kızarıklıklar 1-2 saate geçer. Ağrısız olan altın iğne uygulaması sonrasında cildinize  yağ bazlı ürün sürmemeniz gereklidir. Bölgeye mecburi olarak sürülecek olan nemlendiriciler veya güneş kremleri su bazlı olmalıdır. İlk 24 saat içerisinde işlem gören bölge su ile temas etmemelidir. Altın iğne uygulamasında ilk seanstan itibaren etki görülür.  En iyi haline ise 3 ay sonra kavuşacaktır.  Bu nedenle sabırlı olunmalı ve doktora danışmadan yeni bir uygulama yaptırılmamalıdır.

Altın iğne, epilepsi hastaları, kalp pili olanlar, kanın pıhtılaşmasıyla ilgili problem yaşayanlar ve hamile kadınlara uygulanmaz.



Laparoskopik Cerrahi İle Kısırlık Tedavisi

Birçok ameliyatta kullanılan Laparoskobik Cerrahi yöntemi çocuk sahibi olmak isteyen çiftlere de umut veriyor. Kapalı ameliyat olarak tanımlanan ve vücutta kesi yapılmadan sonuçlandırılan cerrahiler çok başarılı sonuçlar da veriyor. Laparoskopiler, geçmişte hastanın neden hamile kalmadığının tanısını koymak amacıyla uygulanırken günümüzde kısırlık tedavilerinde de uygulanıyor.

Kısırlık ve tüp bebek uygulamalarında bu uygulamalar önce tanı konularak başlatılıyor. Doğum yapabilecek yaştaki kadınların en büyük sorunlarından birisi tüplerde yaşanan olumsuzluklardır. Örneğin tüberküloz geçiren kadınların bir kısmında rahim ve tüpleri olumsuz etkilenir. Kadınların geçirdikleri ameliyatlardan sonra karın içindeki yapışıklıklar da tüpleri etkiler. Kadınlarda çok sık rastlanan çikolata kistleri de tüpleri tıkadığı için  doğurganlığı etkileyebiliyor. Tüm bu sorunlarda cerrahi tedavi laparoskopiyle yapılıyor.

Histerokopi, rahim içerisini etkileyen sorunların çözümünü sağlar. Bir tür endoskopi denilebilir. Bu cerrahilerle kadının doğurganlığını etkileyen polip, miyom, tüpteki problemler, çikolata kisti gibi tüm sorunlar bu yöntemle çözülebiliyor. Bu cerrahiler sonrasında bazı hastalar, tüp bebek tedavisi görmeden hamile kalabiliyor.  Kısacası, rahim içini etkileyen miyom ve poliplerin alınması, doğuştan gelen bir perdenin kaldırılması, çikolata kistinin temizlenmesi kadının kendiliğinden hamile kalmasının yolunu açıyor.

Bu yöntemin en büyük yararı, karın kesilmediği için hasta kısa sürede toparlanabiliyor. Hasta yatağına alındıktan sonra çok kısa bir zamanda kendini toparlıyor. Bir süre sonra normal yemeğini yiyebiliyor. İki-üç gün sonra işine dönebiliyor. Bu yöntem hastaya çok ciddi konfor sağlıyor. Laparoskopik cerrahide kamera ile karnın içerisindeki bütün ince detaylar görülebiliyor. Bu da başarı şansını artırıyor.



Prenses Doğum (Ağrısız Doğum)

Anne adayının 40 haftalık bekleyişinin son aşaması doğumdur. Bir anne için en büyük mutluluk çocuğunu kucağına almasıdır. Şayet normal doğum yapabilecek koşulları taşıyorsa, normal doğum yapabilir. Ancak, anne adayı ağrı çekmeden bir doğum gerçekleştirmek istiyorsa halk arasında “Prenses Doğum” adı verilen “Ağrısız Doğum” yapabilir. Ağrısız doğumun tıptaki karşılığı ise  epidural doğumdur. Annelere normal doğumlarında epidural anestezi uygulanabilir. Spinal ve kombine anestezi sadece sezeryan doğumda yapılır.

Uzman hekimler anne adaylarına son dönemlerde  epiduralli normal doğumu önermektedirler. Epidural doğumda hasta sancı hissetmez ve ağrısız bir şekilde doğum yapar. Bu yöntemin en büyük avantajı ise anne adayının doğum korkusu yaşamamasıdır. Böyle bir travma olmadığı için doğum işlemi rahat biçimde tamamlanacaktır.

Halk arasında prenses doğum yöntemi yani epidural anestezide; çok ince bir kateter yardımıyla belden epidural bölgeye girilir ve bu bölgeye ağrı kesici ilaçlar verilir. Doğum sancısı ve ağrısını bu şekilde önlemek mümkündür. Ağrısız doğumda da sancı gelir, yani rahim kasılır ve karın sertleşir ama anne adayları bunu ağrı olarak hissetmez.

Epiduralli doğum, anne adayı aktif doğum eylemine girdiğinde yapılır. Yani hastanın rahminin 3-4 cm açıklığı ve düzenli sancıları dikkate alınır. Ağrısız doğumda epidural erken yapılırsa, yani hasta aktif doğum eylemine girmeden yapılırsa verilen anestezik ilaçlar doğum sancılarını kesebilir veya azaltabilir. Bu da hastanın normal doğum şansı azalır, sezaryen ihtimalini artırır.

Kanama bozukluğu, verilecek ilaca alerji, beyin tümörü, hastanın yakın zamanda kullandığı kan sulandırıcılar  söz konusu ise epidural müdahale düşünülmez. Epiduralli normal doğum yapanlara hekimler  doğum sonrası bol sıvı tüketmelerini önerir.



Ağrısız Doğum Hakkında Merak Edilenler

Anne adayının hamilelik sürecini tamamlaması ve çocuğuna kavuşması sırasında ağrı hissetmemesi için yapılan anestezi-aneljezi müdahalesine ağrısız doğum adı verilir. Bu sırada yapılan müdahale ile anne adayının belden aşağısı uyuşturularak ağrı hissetmesi engellenir. Ağrısız doğum ile ilgili merak edilenlere gelince şu bilgileri vermeliyiz. Öncelikle ağrısız doğum ile anne gevşeyeceği için ağrı stresi de olmadığından daha iyi nefes alır.

Normal doğumlarda rahim ve rahim ağzı kasılmaları, leğen kemiği ile apış arası  dokularının gerilmesi ağrı nedenleridir. Özellikle ilk doğumlarda anne adaylarında doğum ağrısı daha şiddetli olabilir.Doğum eylemindeki bu ağrı; annede morali bozar, yorgunluk ve gerilimin de etkisiyle doğum süresini de etkiler.  Bu nedenle de ağrısız doğuma yöneliş artmıştır.

Anne doğum ile ilgili tüm süreci gözler ve doğuma aktif katılır.  Böylece normal doğumlarda yaşanan sancılar ve ağrılar olmayacağı için iyi bir ortamda doğum yapılabilir.

Epidural anestezi ile yapılan doğumlarda kullanılan ileri teknikler nedeniyle anne adaylarının telaş edeceği bir sıkıntı yaşanmaz. Doğuma giderken daha endişeli olan anne adayları yapılacak müdahaleler konusunda bilgilendirilir. Bu da süreci kolaylaştırır.

Bele yapılan ince bir iğneyle gerçekleşen bölgesel uyuşturma işlemi sonrasında gerçekleşecek doğumun sonrasında da anneler büyük kolaylıklar yaşarlar. Doğan çocuklarını kısa sürece kucaklarına alırlar. Yorgunluk, bitkinlik hissi yaşanmayacağı için,  bebeğin beslenmesine geçilecek süreç de hızlı olur.



Kimler Ağrısız Doğum Yapabilir?

Epidural doğum, için bölgesel anestezi uygulaması dünyada ilk kez 1900 yılında denenmiştir. Zaman içerisinde yapılan klinik çalışmalar yeni ilaç, yöntem ve teknikler ve ağrısız doğum son yılların en çok tercih edilen yöntemi haline gelmiştir. Uzman anestezistler ile ağrısız doğum güvenli seçenek olmuştur.

Omuriliğin çevresindeki zar ile omurların arasındaki bağ dokusunun arasındaki milimetrik boşluk epidural aralık olarak tanımlanır. Bu aralığa amaca uygun olarak ilaç uygulanarak pek çok ameliyat yapılabilmektedir.

Normal doğumda bel bölgesinden epidural yolla sağlanan analjezi sayesinde ağrının ortadan kaldırılması yeterli olmaktadır. Sezaryen doğum için ise epidural anestezi uygulamak gerekir. İşlem yönünden her iki uygulama da aynıdır, fark sadece verilen ilaç dozlarındadır.Burada seçilen doz sadece rahim kasılmaları sırasındaki ağrıyı ortadan kaldıracak, ancak rahim kasılmalarını azaltmayacaktır.

Genelde genç ve sağlıklı anne adayları içi epidural uygulamalar için kısıtlayıcı bir neden yoktur, yani hemen her anneye epidural uygulanabilir. Ancak az da olsa uygulamayı zorlaştıran veya imkansız kılan  nedenler bulunabilir. Bel omurlarında uygulamayı engelleyecek sorunlar, uygulama yapılacak bölgede enfeksiyon varlığı, kanama pıhtılaşma bozuklukları engel örnekleridir.

Hekim kontrolünde bu durum saptanır. Bir engel olmadığına karar verildikten sonra anne kararını verir.

Anne adayı epidural konusunda bilgili, bilinçli, psikolojik olarak hazır  olmalıdır. Anestezi uzman doktoru anneyi bu konuda ayrıntılı biçimde bilgilendirir. Başarılı bir epidural uygulama için annenin hekimi ile iyi bir uyum içinde olması esastır. Tüm bu uyumlu süreç sonrasında doğum yapan anne doğumunu hisseder. Bu ayrı bir mutluluk kaynağıdır.

Epidural anestezi anneyi uyutmaz. Böylece anne bebeğinin doğumunu görebilir. Bebek doğar doğmaz anne yanına verilebilir. Koşulların uygun olması durumunda baba adayı da doğuma alınabilir. Sunduğu durum ve yaşattığı duygular nedeniyle epidural anestezi tercih edilebilen bir yöntemdir.



Ağrısız Doğumun Avantajları

Anne adaylarının aylarca süren bekleyişi; bebeğini kucağına alması ile mutluluğun en büyüğü ile sonuçlanır. Bu nedenle epidural anestezi, doğum ağrılarına engel olması sebebiyle hastanın konforlu bir doğum yapmasını sağlar.

Normal doğumda epidural kateterden verilen ilaçlar anne adayının gevşemesine rahatlamasına neden olur.Rahmi gevşeyen hamile kadın doğumun daha kısa sürede gerçekleşmesini de sağlar.

Sezaryen sırasında ise anne adayı uyanık olacağı için bebeğini doğduğu anda görme şansını yakalar. Doğum sonrası bebeği ile daha hızlı iletişim kurabilir.

Sezaryan sonrası hasta çok az ağrı duymaktadır. Genel anestezi sonrasındaki bulantı, kusma ve sersemlik sıkıntısı gözlenmez.

Hasta ağrı duymadığı için daha çabuk ayağa kalkar, bağırsakların çalışması hızlandığı için anne daha erken beslenme şansı bulur. Bu süreç doğal olarak anne sütünün de daha çabuk gelmesini sağlar.

Epidural anestezide verilen ilaçlar güvenlidir ve bebeğe geçmez. Epidural anestezi anne sütünü olumsuz etkilemez. Normal doğumdan ve sezaryenden sonra anne bebeğini hemen emzirebilir.

Güvenli yöntemlerle yapılan ve ağır risk içermeyen bu yöntem anne ve baba adaylarının ağrısız doğum istemeleri sonucunu de beraberinde getirmektedir.



Ağrısız Doğum İşlemi Nasıl Gerçekleşir?

Anestezi uzmanı hekim steril koşullarda epidural aralığa bir iğne yerleştirilerek işlemi gerçekleştirir.

Öncelikle uygun belkemiği aralığı tespit edilir. Daha sonra hastaya oturur veya yan yatar pozisyonda küçük bir lokal anestezi ile iğne yapılır. İğne epidural aralığa girdikten sonra bunun içinden çok ince kateter adı verilen plastik bir hortum geçirilir. Daha sonra kateter yerinde bırakılarak iğne çekilir ve buradan anestezik madde verilir. Yaklaşık 10 – 15 dakika sonra bölgede ağrı hissi duyulmaz.

Epidural anestezi öncesi mutlaka anestezi hekimi anne adayını değerlendirir. Özellikle hipertansiyon, kalp hastalığı, epilepsi (sara) gibi durumlarda epidural anestezi doğum esnasındaki ağrıya bağlı tansiyon değişikliklerini veya krizleri engeller.

Doğumun sezaryana dönse bile acil şartlarda yapılacak bir genel anestezinin getireceği sakıncalardan korur. Epidural anestezi genel olarak rahim ağzı açılmaya başlayıp 4 santim dolayında  genişlediğinde uygulanır. Yani doğumun başladığından emin olunduğu durumlarda yapılır. İşlemin yapılacağı bel bölgesini ilgilendiren enfeksiyon, apse veya 38 dereceyi geçen ateş durumlarında epidural anestezi uygulanmayabilir.  Kanama, pıhtılaşma bozukluğu olan kişilerde bu yöntem uygulanmaz. Seyrek durumlarda uzun süreli bel ağrıları oluşabilir. Bu ağrıların süresi genellikle 48 saati geçmez.



Ağrısız Doğum Nedir?

Normal doğum yapması zor olan veya doğum sırasında ağrıyı tolore edemeyecek anne adayları için uygulanan Epidural Analjezi yöntemine halk arasında “prenses doğum” veya “ağrısız doğum” adı verilir.

Gebeliğin normal yoldan sonlanabilmesi rahime,bebeğe  ve annenin kemik çatısına bağlı olarak planlanır. Doğumun olabilmesi için rahim düzenli aralıklarla rahim ağzını açabilmek için kasılması gereklidir. Rahim açıldıktan sonra devam eden kasılmalar bebeği rahim dışına itecektir. Bu itmenin sağlanması için bebek uygun pozisyonda olmalı ve yine önünde bir engel bulunmamalıdır.

Düzenli rahim kasılmalarının ortaya çıkması ile başlayan süreç doğum ile sonuçlandırılır. Epidural anestezi ile ağrısız doğum süreci başlar. Epidural anestezi son dönemlerde daha sık uygulanmaya başlamıştır. Ağrı yaşamayan anne bu mutlu olaya katılıma şansını yakalar. Epidural anestezinin başlıca amacı doğum ağrılarını tamamen ortadan kaldırmak veya azaltmaktır. Anne normal doğumdaki gibi yorulmadan bebeğini kucağına alabilir.

Normal doğum için başka farklı yöntemler olmasına rağmen prenses doğum en çok tercih edilen yöntemdir. Epidural anestezi en etkili, en güvenli ve en sık kullanılan ağrısız doğum tekniğidir.

 



Tiroid Biyopsisi

Tiroid bezinde oluşan nodülden parça alınması işlemine tiroid biyopsisi adı verilir.

Kadınlarda erkeklere göre daha fazla görülen tiroid nodülü muayene sırasında veya ultrasonografi çekiminde görülür. Bir santimin altındaki nodüllerin dıştan bakınca görülmesi zordur. Tiroid biyopsileri nodüllerin kanser olup olmadığını anlamak için yapılır. Tiroid nodüllerinin kanser olma ihtimali yüzde 10’un altındadır.

Tiroid kanseri 30 yaş altı ve 60 yaş üzerinde daha çok görülür. Yutma güçlüğü, ses kısıklığı, boyun kısmına radyasyon alınması, boyunda diğer bölgelerde büyümüş lenf nodu bulunması ve genetik nedenler önemlidir. Tiroid biyopsisi ince iğne ile yapılır. İşlem basit olup doğru uygulandığında sonuçta yanılma olasılığı düşüktür. Biyopsi işlemi tüm hazırlıklar ile birlikte yaklaşık 15-20 dakika sürmektedir.



Tiroid Yüksekliği ve Düşüklüğü

Boğazımızda bulunan tiroid, soluk borumuzun altında yer alır. Boğaz bölgesinde adem elması diye tanımlanan bölgenin alt bölümündeki organdır. Tiroid bezinin normal düzeyden az ya da aşırı hormon salgılaması kişinin sorunlarını artırabilir. Çünkü bu salgılar diğer organlarımızın daha hızlı veya yavaş çalışmasına neden olabilir.

Tiroit hormonlarının az salgılanması durumunda bağırsaktan başımıza kadar bütün metabolizma yavaşlayacaktır. Bu durumda kilo artışı, saç dökülmesi, uyku hali, unutkanlık, halsizlik, seste kalınlaşma gibi sorunlar yaşanabilir. Tiroid hormonu fazlalığı durumunda ise aşırı terleme, saç dökülmesi ve hızlı kilo kaybı görülür. Yorgunluk ve hâlsizlik belirtilerinin yaygın yaşandığı bir hastalıktır. Beslenme düzeni aynı kalsa bile kilo almak ya da kilo vermek, dinç uyanamamak, gün içinde bitkinlik, uykuya dalamama yaşanabilir. Bu süreçler insanı depresif bir duruma sokabilir. Konsantrasyon kaybı, hafızanın zayıflaması,  panik atak gibi ruhsal ve zihinsel değişimler görülebilir.

Kol ve bacaklarda ani uyuşma hissi, kas ve eklem ağrıları, kasların zayıflaması gibi problemler ile kadınlarda regl döneminde oluşan sancı ve ağrı şiddetinin artması, kanamanın daha uzun ya da daha kısa sürmesi de görülebilir. Cinsel isteksizlik ve kısırlık gibi problemler ile uzun süreli kabızlık, ishal ve bağırsakta yavaşlama gibi sorunlara da yol açabilir. Kolesterol seviyesinin düşük ya da yüksek seyretmesi, yüksek tansiyon açısından da tehlikelidir.

Beyindeki hipofiz bezinden emir alan TSH hormonu (Tiroid Uyarıcı Hormon) kan yoluyla tiroid bezine gelerek işlevi düzenler. Anne karnındaki veya yenidoğan bebekte beyin ve zeka gelişimini sağlar.  Yetişkinlerde şeker, yağ ve protein metabolizmasını ayarlar.

Böylesine önemli bir işleve sahip tiroidin bozulması mutlaka önlenmesi gereken bir durumdur. Önemli sağlık sorunları yaratacağı için tedavi edilmelidir. Tiroit bezi sorunlarında tedavi, hastalığın türü önem taşır. İlaç tedavisi ile hormonların yerine konması ya da düzenlenmesi, ilaç tedavisinin yetmediği durumlarda radyoaktif iyot tedavisi ve bu bezin alındığı cerrahi uygulanabilir.



Safra Kesesi Taşları

Safra kesesi, vücudumuzda besinler ile aldığımız yağları sindirme işlevini yürütür. Karın bölgesinin tam olarak üstünde yer alan safra kesesi ortalama 8 santim uzunluğundadır. Temelde yağlı gıdaları sindirmek için karaciğerin ürettiği sıvıları saklamaya yarayan bu organımız, boşaltım sistemleri açısından da önemli rolü vardır. Bir armut görümündeki safra kesesi küçük bir kanal ile safra kanalına bağlanır.

Safra yolu kanallarında çamur ya da safra taşlarıyla tıkandığında iltihaplanma yaşanabilir. Bu durumda kişi sancılı ağrı yaşayabilir. Safra kesesi ağrılarının kesin bir nedene dayalı olmadığı bilinmektedir. Ancak taşların oluşumu, büyük ağrı ve sancılara neden olabilir ve yaşam kalitesini ciddi etkiler. Safra kesesinde bazen safra kesesi çamuru birikir. Bu birikim küçük, çakıl benzeri taşlar oluşturur.

Safra taşları çok çeşitli boyda, bir kum taşı kadar küçük, bir masa tenisi topu kadar büyük olabilir. Safra kanalı tıkanması aynı zamanda bel ağrısı, bulantı ve kusma yakınmalarına neden olur. Safra kesesi ağrısı yaşayanlar, tedavi süreçlerinde  beslenmelerine özen göstermelidir. Bul su tüketimi gereken bu durumlarda, acılı ve baharatlı yiyecekler önerilmez.

Vücudumuzun aynı bölgesinde yaşanabilecek ağrılara karşın, safra kesesi ağrıları bulantı ve kusma ile birlikte gelir. Buna bağlı olarak terleme, hafif sersemlik gibi belirti olabilir. Safra yollarının bir kısmının tıkanması sarılığa da neden olabilir. Pankreasın ağzının tıkanması pankreatite neden olur.

Zaman zaman beslenme ile safra taşı oluşumu arasında bağlantı olduğu belirtilebilir. Ancak az posalı, yüksek kolesterollu diyetlerin ve çok nişastalı diyetlerin safra taşı oluşumuna katkıda bulunabileceği öne sürülse de kesin olarak ilişki kurulamamaktadır.

Safra kesesinin çalışmasını engelleyen taşların ameliyatla alınması gerekir. Bu cerrahide laparoskopik yöntem tercih edilmektedir. Bol su tüketilmesi tedavi sürecinde önemlidir. Safra kesesi ağrısında, cerrahi müdahaleye uygun olmayan kişilerde ilaç kullanılabilir. Safra taşları bazen yıllarca sorun yaratmaz.  Buna “sessiz taş” veya “asemptomatik safra taşı” denir ve tedavi gerektirmez.



Ön Çapraz Bağ Yaralanmalarında Tedavi Seçenekleri

Ön çapraz bağ yırtığında hastanın yaşı, şikayetleri ve beklentilerine göre hareket edilir ve cerrahi tedavi düşünülebilir. Cerrahi tedavi özellikle genç hastalarda daha sık yapılır.

İleri yaşlardaki hastalarda ise yine beklentiler ve hastanın aktivitesi göz önüne alınarak tedaviye karar verilir. İleri yaşlarda olup da sakin bir yaşantısı olan, günlük yaşamında bağın yokluğundan olumsuz etkilenmeyenlerde egzersiz ve fizik tedavi ile çözüm üretilir.

Cerrahi girişimlerinde artroskopik (kapalı) yöntem tercih edilir. Bağ diz eklemini oluşturan iki kemiğin içinde açılan tünellerden geçirilerek kemiklere metal ve metal olmayan materyallerle bağlanır.  Aynı anda varsa menisküs yırtıkları veya kıkırdak hasarları onarılır. Ameliyattan sonra hastaya özel  fizik tedavi ve rehabilitasyonu uygulanır. Rehabilitasyon süresi hekimlerce belirlenir.

Hastanın ameliyattan 4-6 hafta sonra koltuk değneğini bırakarak yürümesi mümkündür. Ancak ağır sporları yapma gibi aktiviteler ancak 6-9 ay sonra mümkün olabilir.



Ön Çapraz Bağların Yaralanması

Profesyonel futbol oyuncuları ve bazı spor dallarını yapanlar ön çapraz bağlarda kopma yaşayabilir. Diz eklemindeki ön çapraz bağ yaralanması, özellikle genç sporcularda daha sık görülür. Bu yaralanmalar diz travmalarının yüzde 40-50’si düzeyindedir. Ön çapraz bağ diz ekleminin dengesi sağlayan bağlardandır. Ayrıca arka çapraz bağ, iç ve dış yan bağlar bulunmaktadır.

Futbol, basketbol, voleybol ve kayak benzeri branşlardaki  sporlarda genellikle ayak yerde sabitken gövdenin diz üzerinde dönmesi sırasında çapraz bağ yırtılır. Bu sırada diz ekleminde zıt yönlere etki eden kuvvet bağın üzerinde şiddetli gerilme yaşanır ve çoğunlukla uyluk kemiğine yapışma yerinden yırtılır.

Ön çapraz bağ yaralanmaları aktivitesi yüksek sporcularda ve kadınlarda sık görülür. Spor yapan çocuklarda da erişkinlerde olduğu gibi veya bağın kaval kemiğine yapıştığı yerde kemik parçanın kopması şeklinde yaşanabilir. Yırtılma sonrası kanama yaşanır. Sonrasında da diz ekleminde kan birikmesi ve şişlik olur. Ağrı yapar ve diz hareketleri çok zordur. Bu tip yaralanmanın hemen ardından buz uygulanması yapılmalıdır. Kanamanın azalması şişliğin inmesi sağlanır. Yaralanmanın hemen ardından hastaneye başvurulmalıdır. Bandaj veya dizlikle hareketler sınırlandırılır. Dinlenme önemlidir.

Yaralanmanın sonrasında şişliğin inmesi ve ağrıların azalması birkaç haftayı bulabilir. Hareketler kısmen yapılmaya başlanır.  Dizde boşluk hissi, hareket veya yürüme sırasında dizin kendiliğinden dönmesi görülebilir. Menisküs yırtığı veya kıkırdak yaralanması varlığında ise takılma, kilitlenme görülür.



Hidrosefali’nin Tedavisi

Hidrosefali hastalığının ilaçlı tedavisi mümkün değildir. Sadece beyin ve sinir cerrahisi uzmanlarının cerrahi girişimiyle hidrosefali düzeltilebilir. Cerrahi girişim hidrosefalinin altındaki sebebe göre farlılık gösterir.

Eğer beyin-omurilik sıvısının dolaşımında  tıkanıklık varsa cerrahi tedavi yapılabilir. Tıkanıklık açılamıyorsa beyin-omurilik sıvısının beyin içi dolaşım yolları değiştirilebilir. Şant adı verilen ince uzun elastik, silikon bir boru bu cerrahilerde kullanılır. Şant, genel anestezi altında ameliyatla yerleştirilir. Bu sayede sıvı rahatlıkla emilir ve kalp veya karın boşluğu içine yönlendirilir.  Hidrosefali hastalığı tedavi edilen kişilerin önemli bölümü normal hayata döner. Şantın çalışmaması ve enfeksiyon halende yenilenmesi mümkündür. Bu hastaların sık olarak muayene olmaları önerilir. Oluşabilecek huzursuzluk, bulantı, kusma,baş ağrısı, çift görme, ateş, karın ağrısı, havale geçirme gibi ameliyat öncesi şikayetlere dikkat edilmelidir.



Hidrosefali Neden Olur?

Hidrosefali oluşumu kişilere göre farklılık göstermektedir.

Örneğin; yenidoğan bebeklerde (0-2 ay); başın normalden fazla büyümesi, kafa derisinin incelmesi, kafa damarlarının belirgin olması,  kusma, göz kayması, nöbet ve huzursuzluklar görülebilir. 2 aydan büyük bebeklerde de başın anormal büyümesi, bulantı baş ağrısı, ateş  yürüme veya konuşmada gerileme, motor fonksiyonlarda kayıp yukarıdaki nedenlere ilave edilebilir. Orta yaş gruplarında ise uyanmada veya uyanık kalmada zorluk, baş ağrısı denge bozukluğu, idrar kaçırma, kişilik bozukluğu, demans görülmektedir. Yaşlılarda da  iletişim kurmada bozukluk, yürümede dengesizlik, hatırlamada zorluk, baş ağrısı, idrar kaçırma belirtilerine rastlanır.

Hidrosefali tanısı hekimlerin çeşitli tetkikleri ile konulması gerekir. Beyin tomografisi, ultrasonografisi MR görüntülemesi bu işlemlerdendir. Şayet tanı anne karnında bebek doğmadan önce konulursa; yasalara göre gebelik etik kurul raporu ile hamilelik sonlandırılabilir.

 



Hidrosefali Nedir?

Beyinde aşırı su birikmesini anlatan bir sözcüktür. Kökünü su ve baş anlamına gelen sefali kelimelerinin birleşmesinden alır. Beyinde biriken su beyin omurilik sıvısıdır. Beynin bazı odacıklarında bulunan sıvı miktarının artması başımızda basıncın yükselmesi ve beynin zarar görmesine yol açar. Her yaşta görülebilecek bir hastalık olan hidrosefali diğer bazı beyindeki rahatsızlıklara benzer belirtiler gösterebilir.

Çoğunlukla çocuklarda yaşanan Hidrosefili’nin 60 yaş sonrası da görülmesi mümkündür. Yaklaşık 500 çocuktan birinde hidrosefali bulgusu saptanmıştır. Hastaların çoğunda hidrosefali tanısı doğumda, doğum öncesinde veya erken bebeklikte konulmaktadır. Genetik nedenlere bağlı hastalık nadir görülür. Beyin içi kanamaları, kafa travmaları, beyin tümörleri, erken doğuma bağlı kanama ile menenjit hastalığın ana nedenleri arasındadır.



Felç/İnme Tedavisi

Felç geçiren hastalara damarlarda cerrahi müdahale gereksinimi olabileceği gibi ilaçlı tedaviler ve rehabilitasyonun önemi de büyüktür.

İnme sonucu felç olan hastalar rehabilitasyon planı ile iyileşirler. Ancak, hastaların tedavi süreçlerinde ikinci kaz aynı sorunu yaşamaması açısından tedavi programlarına tam uyumu önemlidir.

Felç rehabilitasyonu fizik tedavi uzmanı hekimler ile fizyoterapist ve ergoterapistten oluşan ekip ile uygulanır. Hemipleji (inme) rehabilitasyonuna erken dönemde başlamak çok önemlidir. Kişiye özel egzersizler, elektroterapi yöntemleri uygulanır. Robotik rehabilitasyon ile hastaya, doğru yürüme eğitimi verilir. Ergoterapi ise, kişinin günlük yaşama adapte olmasını sağlar.

Felç hastaları iyi bir fizik tedavi ve rehabilitasyon ile günlük yaşam aktivitelerinde gelişme kaydeder.



Felç/ İnme Rahatsızlığında Kimler Risk Altında?

Felç/inme riskinin kalp ve damar hastalıkları riskleriyle benzerlikleri söz konusudur. Erkeklerin riskleri kadınlara göre fazladır. Yaş, genetik öykü önemlidir. Kronik bazı hastalıklar da etki eder. Bunların içinde  yüksek tansiyon, diyabet ve kalp hastalıkları önceliklidir.

Yaşama biçiminiz de felç riski için önem taşır. Alkol, sigara kullanımı, sağlığınız için önemli olduğu kadar, felç riskini de önlemeniz açısından önemlidir.



Hemipleji (İnme / Felç) Nedir?

Hemipleji yaygın olarak kullandığımız inme sözcüğünün tıp bilimindeki karşılığıdır. Felç olarak da tanımladığımız bu hastalık,  beyin dolaşımındaki yaşanan sıkıntı sonucu vücudun bir yarısında fonksiyon bozuklukları yaşanması biçiminde de tanımlanabilir.

Felç olgusu tümörler, damarlardaki iltihaplanmalar, bağ dokusu ve damar hastalıkları gibi sebeplerle ortaya çıkabilir. Hemipleji tablolarında en sık karşılaşılan nedenler; beyin kanaması veya beynin kanlanmasının bozulmasıdır.

Hemipleji, temel olarak vücudun tek tarafındaki fonksiyon kaybı olarak tanımlansa da konuşma bozukluğu, denge bozukluğu, omuz sorunları, görme bozuklukları, hafıza sorunları ve duyu kaybı ile idrar tutamama gibi sorunlarla birlikte yaşanabilir. Bu sorunlar beynin etkilenen damarları ve etkilenme oranına göre farklı biçimde görülür.Bu durumdaki hastalarda algılama sorunları ve konuşma ve mental yetenekler de bozulabilir.

Beyinde yaşanabilecek tehlikeli bu gelişme  acil tedavi edilmez ise  sonuç ciddi sakatlık veya ölüm olabilir.

Vücudun bir tarafında ani uyuşma ve güçsüzlük ile yutma güçlüğü, görme değişiklikleri, nedensiz şiddetli baş ağrısı, baş dönmesi ve denge kayıpları ile başkalarını anlamada zorluk yaşıyorsanız mutlaka hekime başvurmalısınız.



Serebral Palsi’nin Bellirtileri

Serebral Palsi riski taşıyan bebek ve çocuklar yaşıtları ile arasındaki gelişim farkı belirginleşmeden nörolojik muayene ile tespit edilebilir.

Motor gelişim aşamalarında oturma, dönme, yürümenin gecikmesi gibi oturmuş ya da yüzükoyun uzandığında kafasını kaldırmakta zorlanma bu sorunu ortaya çıkarabilir. Çocuklardaki duruş bozuklukları ve vücudunun bir yanını kullanma eğilimi, kas kontrolünde yaşadığı güçlükler, beslenme ve yutma güçlüğü ve refleksleri de hastalığın tanısında önemlidir. 6 aydan küçük bebekler dahil bazı gelişmeler erken tanı konulmasında yardımcı olacaktır.



Serebral Palsi nedir ?

Yaygın olarak “beyin felci” olarak bilinen serebral palsi çocuklukta en sık rastlanan fiziksel engelliliktir. Gelişimini tamamlamamış beynin doğum öncesi, doğum sırası veya doğum sonrası hasar görmesi ile oluşur.

Bu hastalığı yaşayanlarda kasların çalışması, hareketi ve motor becerileri olumsuz etkilenir. Vücudun koordineli biçimde hareket etme kabiliyetini engeller.

Serebral palsi ilerleyici bir hastalık değildir. Travma yaşayan beyne erken müdahale edilmesi halinde ve hayat boyu rehabilitasyon ile önemli gelişmeler yaşanabilir.

Selebral Palsi’nin olmasında farklı nedenler sayılabilir. Prematüre ve düşük kilolu doğumlar, kanın pıhtılaşma problemleri, anne – bebek arasında kan uyuşmazlığı bunların arasındadır. Hamilelikte annenin enfeksiyon yaşaması da sorunlardan birisidir. Doğumda bebeğin oksijensiz kalması ve beyin kanamaları da neden olabilir. Anne adayının hamilelik döneminde alkol, sigara, uyuşturucu ve bazı  ilaçlar kullanması, yaşadığı psikolojik sorunlar ve karın bölgesine gelen darbeler serebral palsi sonucunu doğurabilir.

Serebral palsi’nin en sık rastlanan tiplerinden spastik, yaklaşık olarak yüzde 70-80 oranında görülmektedir. Spastik hastalarda motor kortekste oluşan zedelenme ile ortaya çıkar. Kaslar sertleşmiş ve sıkı haldedir. Spastik Serebral Palsi hastasının beyinde hasar gören bölgeye bağlı olarak vücudu etkilenir. Bu durumlarda vücudun bir tarafı (bir kol ve bir bacak) sorunludur. Hastalık dört taraflı yaşanıyorsa hem kollar hem de bacaklar etkilenmektedir. Gövde, yüz ve ağız kasları da bu durumdan ekilenebilir.

 

Eğer beyincik zedelenmesi nedeniyle Serebral Palsi varsa kişinin dengesi etkilenmektedir. Dengesiz, koordinasyonu bozuk ve titrek hareketler görülür ve kişide dönme, bükülme, kasılma gibi istem dışı  hareketler yaşanır. Sebebral Palsi hastaları düşük düzeylerde kısıtlama olmadan yürüyebilirler. Daha ileri aşamalarda destek veya koltuk değneği yardımı gerekebilir.

Üçüncü aşama vakalarda yürümek için mutlaka koltuk değneği veya yürüteç gerekir.  Bundan sonraki düzeydeki hastalarda yürüteci kullanmak için yardıma ihtiyaç duyulur ve hareket için tekerlekli sandalye gereklidir. En ileri düzeydeki hastalarda ise hareket ileri derecede kısıtlıdır. Yardımcı alet desteğe ihtiyaç duyulur.

 

Serebral Palsi’ye birçok farklı sorun eşlik edebilmektedir. Serebral Palsi hastalarının 3’te 1’i yürüyememekte, 4’te 1’i konuşamamaktadır. Yüzde 10 oranındaki hastalar görme problemi yaşamaktadır. Hastalar büyük oranda fiziksel acı yaşamaktadır. Yüzde 25’lik bölümü epilepsi hastasıdır. Davranış bozukluğu, salya kontrolünde güçlük, uyuma bozukluğu ve genel zihinsel bozukluklar bu hastalıkla ortaya çıkar.



Multiple Skleroz (MS) Tedavisi

MS Hastalığı, tedavisi olmayan bir hastalıktır. Ancak hastalığın ilerlemesini yavaşlatmak, semptomları yönetmek şarttır.

MS’in klinik olarak dört tipi vardır. Ataklarla seyreden MS. Bu türde  akut atakları izleyen tam veya tama yakın düzelmelerin görüldüğü, hastalık tipidir.

Bir diğeri; atak ve iyileşmelerle giden, genellikle 5-6 yıllık bir dönemin ardından özürlülüğü giderek arttan ikincil ilerleyici MS tipidir.

Üçüncüsü ise ataklar izlense de başlangıcından itibaren sürekli bir klinik ilerlemenin görüldüğü klinik tablodur. Sonuncu sırada ise hastalığın başlangıcından itibaren iyileşme olmaksızın ilerleyen bir seyir gösteren türüdür.



Multiple Skleroz (MS) Nedir?

Halk arasında yaygın olarak MS olarak bilinen Multiple Skleroz hastalığı merkezi sinir sisteminde oluşan hasarlar ile ortaya çıkar.

MS  hastalığı bağışıklık sistemini sağlayan hücrelerin, beyin ve omuriliğimizdeki sinir liflerine yanlışlıkla saldırıp bu bölgede bulunan miyelin tabakasına zarar vermesiyle yaşanır. Bu saldırıda  normal sinir hücresi yapısı bozulur. Bu durum da, çeşitli sinir sistemi belirtileri ortaya çıkar. Bu belirtiler geçici olup, hastalığın düzeyine göre iz bırakabilir ya da bırakmadan ortadan kaybolabilirler.

Multiple Skleroz, değişik etkilerle görülmesi ve her hasta için farklı klinik bulgu ve ilerleyiş göstermesi ile bilinir. Beynimiz olağan durumda sağlıklı sinir lifleri, miyelinden oluşan bir koruyucu kılıf ile kaplıdır. Bu sayede hücreler arası uyarılar kolaylıkla birbirleri arasında iletilir. Ancak bozulma sonrası ortaya çıkan MS Hastalığı her bir hastayı farklı etkiler ve öngörülemeyen bir hastalık olarak kabul edilir. Bazıları sadece hafif etkilerle yaşanır, diğerleri konuşma yeteneğini ya da denge yürüyüş gibi yeteneklerimizi kaybetmemize neden olabilir.

MS tanısı Santral Sinir Sistemi’ndeki lezyonların ve neden olduğu klinik tablonun zamanda ve mekanda yayılması ve benzer özelliklere sahip hastalıkların incelenerek dışlanması ile konulmaktadır. MS ile ilgili genelde ilaç tedavisi ve beslenme alışkanlıklarında düzenlemeler ile hastalığın ilerlemesi veya düzelmesini sağlamak mümkündür. Dünyada MS ile ilgili birçok yeni çalışmanın devam ettiği de bilinmektedir.



Parkinson Hastalığının Teşhisi

Parkinson hastalığının tanısı klinik olarak konur. Beyin MR’ı ve kan tetkikleri farklı hastalıkları elemek için istenebilir.  Hastalık için tanımlanmış özel bir test yoktur.

Parkinson hastalığına benzer belirtiler gösteren hastalık ihtimalleri ellendikten ve kullanılan ilaçlara yanıt alınmadığı zaman Parkinson teşhisi konulabilir.

Parkinson hastalığının teşhisinde erken tanı önemlidir. Hastanın yüz ifadesinde sabit bakma, gözleri kırpmama gibi durumlar varsa dikkatli olunmalıdır. Ayrıca, yürürken bir kolun savrulması, vücutta kamburluk belirtisi, bacakta yürürken aksama veya savrulma, omuzda donma ile ağrı, boyunda ağrı, uyuşma, ses tonunda yumuşama, titreme hissi gibi sorunlar yaşanıyorsa en kısa sürede hekime başvurulması gerekir.

Parkinson yaşam kalitesini çok düşüren ilerlediğinde hayatı zorlaştıran bir hastalıktır. Bu nedenle, hastalığın ilk belirtileri ve semptomları anlaşıldığında en kısa sürede tedaviye başlanmalıdır.



Parkinson Hastalığının Belirtileri

Parkinson hastalığının en erken belirtileri sinir sistemi, alt beyin sapı ve koku yollarında yaşanır. Koku duyusunun azalması, hareketlerde yavaşlama, titreme, uyku bozuklukları ve kabızlık hastalığın erken döneminde yaşanan belirtileri arasında sayılabilir.

Parkinson hastalığının belirtileri kişiye göre farklılık gösterir. Genellikle bir elin hareketlerinde görülen yavaşlama veya yürürken kolun savrulması dikkat çeken belirtiler arasındadır. Parkinson hastalığının ilk belirtileri arasında omuz ağrısına da rastlanabilir. Kişi dinlenme halinde iken titreme yaşanabilir. Hastalık başlangıcında yazı yazarken titremeler fark edilebilir. Parkinson hastaları genellikle daha az yüz ifadesi kullanır ve yavaş konuşurlar. Depresyon, uyku bozuklukları gibi motor olmayan semptomlar çoğu zaman önce ortaya çıkabilir. Bu belirtiler başlangıç olarak görüldüğü için erken tanı ve tedavi mümkündür



Parkinson Hastalığı

Parkinson, genellikle yaşamın ileri evrelerinde yaşanan bir beyin hastalığıdır.

Beyinde dopamin üreten hücreler vardır. Dopamin salgısı beyin içerisinde diğer beyin bölgeleri arasında iletişim kurulmasını sağlar. Dopamin salgısı kişilerin akıcı ve uyumlu hareket etmesine neden olur.  Beyindeki dopamin üreten hücrelerin yüzde 60 ile yüzde 80 oranındaki kaybı sorunun kaynağı oluşturur. Beyin bu durumlarda yeterli  dopamini üretemez ve parkinson hastalığının belirtileri görülür.

Parkinson hastalığı iki türde gelişebilir. Bunlardan ilki hareketle ilgili olanlardır. İkincisi ise hareketle ilgili olmayan yani motor bozukluğunun dışındadır. Motor ile ilgili olan semptomlar titreme, hareketin yavaşlaması, kaslarda kasılma, hareket edememe,  uzuvlarda kasılma, dengesiz yürüyüş ve kamburluk oluşumu olabilir. Motor olmayan semptomlar uyku bozuklukları, kabızlık, koku duyusunun kaybı, depresyon, cinsel işlev bozukluğu ve anksiyeteyi içerir.

Erken yaşta görülen parkinson hastalığı genetik nedenlere dayanır. Araştırmalar bu hastalığın 60 yaş üzerinde görüldüğüne işaret eder. Ailelerinde parkinson hastalığı bulunanların toplumda diğer bireylere göre parkinson hastalığına yakalanma riski daha fazladır.



Demans Ve Parkinson Arasındaki Farklar

Bu bilgilendirmemize şu açıklamayla başlamalıyız. “Her Alzheimer hastası demanslıdır ama her demans hastası Alzheimer hastası değildir”.

Nörolojik hastalıkların en zorlu olarak tanımlanan rahatsızlıklarıdır.  Parkinson, beyinde dopamin üreten hücrelerin kaybı ile yaşanmaya başlanır. Bu hastalık ile vücutta titreme, hareketlerde yavaşlama, kaslarda kasılma yaşanır.  Parkinson, adını ilk olarak 1817 yılında hastalığı tanımlayan İngiliz Doktor James Parkinson’dan almıştır.  Büyük ölçüde ileri yaşlarda görülür. Bulaşıcı değildir. Genetik ve çevresel faktörler hastalığı ortaya çıkarır.

Dopamin hücreleri  vücut hareketleri kontrol eden sinir hücreleri  tarafından salgılanan bir kimyasaldır. Beyin bölgesinde dopamin üreten hücrelerin kaybı hastalarda özellikle hareketlerde ortaya çıkar. Parkinson hastalığının erken evrelerinde, uyku bozuklukları, koku duyusu kaybı, kabızlık gibi bu hastalığa özgü olmayan belirtiler de görülebilmektedir.

Parkinson hastalığı: titreme, hareketlerde yavaşlama, denge sorunları ve düşme problemi ile gövde, bacak ve kollarda katılık görülmesiyle anlaşılır. En önemli özelliği ise belirtilerin vücudun sadece tek tarafında ortaya çıkmasıdır. Örneğin; hareket halinde tek kolun sallanması azalabilmektedir. Titremeler ise daha çok dinleme halinde olmaktadır. Hastalık ilerledikçe yüz ifadesi kullanıp yavaş konuşma görülebilir.

Parkinsonda erken tedavi çok önemlidir. Tedavi hastanın durumuna ve yaşına göre değişirdir. Parkinson hastalığında sağlıklı ve dengeli bir beslenme önerilir. Sebze ve meyve ağırlıklı beslenme hastayı  enerjik tutar.

Demans ise ileri evrede Alzheimer Hastalığı anlamına gelir. Bilişsel bozukluk; kişilik değişikliği ile birlikte anlamlı, kalıcı ve ilerleyici bir hafıza kaybı, davranış bozukluklarını bize anlatır.

Günlük yaşam fonksiyonlarında bağımsızlık kaybı bireysel işlevlerin  azalmasına yol açan sıkıntılı bir süreci anlatır. İleri yaş hastalığı olarak bilinen Demans ve Alzheimer, 65 yaşından sonra sürekli artar  85 yaş üzerinde ise her üç kişiden birinde görülür.

Alzheimer hastalığında, belirgin şekilde “yeni bilgileri öğrenme güçlüğü” vardır. Alzheimer hastalığı yavaş başlar, sinsi ilerler, geri dönüşümsüzdür. İlk semptom çoğu kez yeni bilgileri öğrenme yeteneğinin kaybıdır. Alzheimer hastalığının karakteristik sıkıntıları arasında hafıza, dil, problem çözme güçlükleri yaşanır.

Alzheimer hastalığı tanısını tek başına koyduracak bir test yoktur. Alzheimer hastalığı nörolojik muayene, kan testleri, zihinsel testler, beyin görüntülemesi ile algılanır. Alzheimer hastalığının erken evrelerinde tedaviye başlanması daha olumlu sonuçlar vermektedir.

 



Laparoskopik Cerrahi Nasıl Yapılır?

Laparoskopik ameliyatlar, genel anestezi altında yapılır. Ameliyat, uzman cerrahlar tarafından bir ekiple yapılır. Bu cerrahi işlemde karın bölgesinden yarım santim ile 1 santim arasındaki büyüklükte açılan kesiden sokulan trokar denilen araç yoluyla, özel cihazlarla karın içerisine girilir. Tüplerden birinden kamera bulunan ışıklı teleskop ile görüntü alınır ve monitöre yansıtılır. Bu görüntü sayesinde sorun tespit edilir.

Laparoskopik cerrahi işlem başlarken, hastanın karın bölgesine karbondioksit gazı verilerek şişirilir. Böylece karında bulunan organlar birbirinden uzaklaştırılır. Bu yöntem ameliyatın daha sağlıklı yapılmasına olanak sağlar.

Hekimler bu aşamada yapacakları ameliyatı gerçekleştirir. Burada yapılan her müdahale monitörden izlenir. Büyütülen görüntülerle anatomik yapılar tüm ayrıntıları ile görülür.

Genel cerrahide “Laparoskopi” yaklaşık 35 yıl önce ülkemizde kullanılmaya başlanmıştır. Safra kesesi ameliyatı ile başlayan süreç şimdi birçok bölgenin ameliyatında kullanılmaktadır.

Laparoskopik teknikler; jinekoloji, üroloji, pediatrik cerrahi, kalp damar cerrahisinde de kullanılmaktadır.



Lazer İle Cilt Yenileme

Cildin tonunu, dokusunu ve görünümünü düzeltmek için lazer tedavisine başvurulur. Bu yöntemle yüzdeki ince çizgiler, kırışıklıklar ile cilt tonunu bozan lekeler, kızarıklık veya renk değişikliği giderilir. Cerrahi yara izlerini kaldırabilir, yüz tüyleri yok edilebilir. Ablatif lazer ile cildin dış katmanları çıkarılıp, yeni cildi yerinde iyileşme işlemi yapılabilir. Lazer yenileme ve iyileştirmeler uzun ömürlüdür. Her hasta birbirinden farklı olacağı için tedavi sonrası birkaç haftayı bulabilir.

Cilt yenileme uygulamalarının bir başka yolu, kimyasal bir çözelti uygulamaktır. Yüze çözelti fırçalanıp veya sürülür, burada belirli bir süre kalır. Tedaviyi takip eden günlerde cilt katmanları yavaş yavaş soyularak daha pürüzsüz, genç görünümlü bir cilt ortaya çıkar. Bu yöntemle yaşlılık lekelerini ve renk değişikliği azaltılabilir. Yüzde var olan ameliyat izleri ve sivilce izleri de bu yöntemle tedavi edilebilir.

Tedaviye bağlı olarak, peeling hafif, orta veya derin olarak sınıflandırılır. Hasta zaman zaman rahat etmesi amacıyla anestezi verilebilir.

Mikrodermabrazyon ve Dermabrazyon adı verilen tedaviler ise cildin dış katmanlarını atmak için bir alet kullanılarak yapılan yöntemdir. Sonucunda yüzdeki yüzey pul pul dökülür ve tedavi sonuçlanır. Mikrodermabrazyon yüz, boyun, eller veya vücutta kullanılabilir. Dökülmeler sonrasında cilt hemen vakumlanır. Yan etkileri olmayan ve çok az risk taşıyan tedavidir.

Mikro iğneleme de bir başka tedavi yoludur. Çok ince, kısa iğne içeren bir alet kullanılır. Cilt katmanlarını ısı veya kimyasal maddelerle çıkarmak yerine ciltte mikroskobik “yaralanmalar” yaratılır. Gözle görülemeyen bu yaralanmalar cildi yeni kolajen ve elastin üretimeye yöneltir. Ardından sağlıklı cilt hücreleri oluşur. Bu yöntemde en sık kullanılan tekniklerden biri altın iğne uygulamasadır. İnce çizgi ve kırışıklıklar, cerrahi yara izleri, güneşten oluşan bozulmalar, çatlaklar ve doku sorunları bu yolla tedavi edilir.



İnatçı Baş Ağrısı Tehlikeli Mi?

Baş ağrısını zaman zaman “kendiliğinden geçer” diyerek önemsemeyiz. Bir süre bekledikten sonra geçmez ise bazı ağrı kesiciler yardımıyla çözüm ararız.

Ancak, kişinin hayatında daha önceleri yaşamadığı şiddetli baş ağrısı yaşanırsa ve ağrı enseden başlayıp başın ön kısmına doğru geliyorsa bu çok ciddiye alınmalıdır.  Baş ağrısı bulantı, kusma ve çift görme gibi şikayetlerle yaşanırsa yine ciddi bir rahatsızlığın habercisi olabilir.Bu ağrılar ileri yaşlarda yaşanan düşme, yaralanma sonrası görülüyorsa acilen hekime başvurmalıdır. Sinüzit yaşayanların baş ağrılarında yayılım değiştiğinde da dikkate değer bir durumdur.

Ağrı ileride bir organın hasar almasına neden olabilecek alarm sistemidir. Ağrılarda öncelikli  baş ağrıları migren, gerilim ve küme baş ağrıları görülür.  İkincil baş ağrıları beyin dokusu yapılarından veya vücudun başka bir organlarındaki hastalıkların beyine yayılması ile görülür. Bu tip ağrılar tehlikelidir.

İkincil baş ağrıları grubunda yaşananlar; erken teşhis ve tedavi edilmelidir. Aksi halde ölüm veya ciddi hasarlara neden olabilir. Bu gruptaki hastalıklar beyin damar hastalıkları; beyin kanamalarına neden olan damar balonlaşmaları (anevrizma) ve beyin damar yumaklarıdır.

Beyin damar balonloşmaları doğuştan olabilir. Sonradan gelişen travmalar da bu sorunu tetikler. Bu damar hastalıkları 40 yaşından sonra gözlemlenir. Anevrizma sonrası balonlaşmasına bağlı ağrı enseden başlayıp başın ön kesimine doğru yayılır. Bu süreçte erken teşhis ve tedavi ciddi nörolojik sakatlık veya ölüm riskini ortadan kaldırır.

Beyin kanamaları sağılığımız açısından en korkulan ve sakatlık bırakan bir travmadır. Beyin kanamasını önlemek balonlaşma başta olmak üzere , yüksek tansiyon beyin damar yumaklarının erken tanınması ve  önlem alınmasına bağlıdır. Toplumda beyin damar balonlaşması sonucu kanama yaşayan  veya geçirmeden baş ağrısı şikayeti ameliyat geçirmiş çok sayıda sağlıklı hasta vardır.

Şayet beyin tümörlerine bağlı bir sorun varsa bu baş ağrıları da iyi bilinmesi gereken ağrı tipidir. Sabah saatlerinde sizi uykunuzdan eder ve gün boyunca ağrılar sürebilir. Beyin tümörlerine bağlı baş ağrılarında  bulantı, kusma ve çift görme yaşanabilir. İnatçı baş ağrısı şikayetini bulantı, kusma özellikle çift görme şikayetleri takip ederse bu sorun tümörü simgeleyebilir.Beyin tümörlerindeki baş ağrıları yaygın ve devamlıdır.

Yüksek tansiyon ve yaralanmalara bağlı beyin kanamaları sonrası ortaya çıkan baş ağrıları önemli ve tehlikelidir. Hastalar eğer zamanında ameliyat edilirlerse baş ağrısı ve diğer nörolojik şikayetlerden kurtulurlar.

En yaygın ağrılardan birisi de sinüzite bağlı ağrılardır. Bu ağrılar günün ilerlemiş saatlerinde ortaya çıkar, nazal akıntı ve diğer şikayetlerle birlikte görülür. Sinüzitler uygun tedaviler yapılamaz ise menenjit, beyin apsesi gibi ciddi beyin hastalıklarına dönüşebilir.

Baş ağrısı asla hafife alınmamalıdır. Baş ağrısı uygun tedavisi yapılmalı ve geç kalmaktan korkulmalıdır. Baş ağrısı şikayeti  nörolojik muayene yapılmadan sebebi araştırmadan yapılmamalıdır. Bu durum  ciddi sakatlık ve ölüm riski demektir.



Meme Estetiği

Kadınların estetik açıdan en çok önemsediği organlarından birisi de memelerinin görünümüdür. Doğum, emzirme, yaşlanma ve gelişimsel bozukluklar memede ideal görünümü değiştirdiğinde estetik operasyon gündeme gelir. Anneliğin en önemli ögesi olan meme,  dişiliğin de sembolü gibidir. Her kadın güzel görünümlü göğüslere sahip olmayı arzu eder.

Meme estetiği operasyonları öncelikli olarak sağlık ve yaşam konforu açısından değerlendirilmelidir. Gelişim bozuklukları, zorunlu meme ameliyatları sonrası düzeltme işlemleri, boyun, sırt ağrısına ve günlük yaşama olumsuz etkileri olan meme büyüklüğü durumlarını ilk kategoride sayabiliriz. Estetik tercihlerle yapılan ameliyatlar ise göğüslerin fiziki değişikliğini içermektedir.

Meme cerrahisini meme küçültme, meme büyütme ve meme dikleştirme olarak üç ana başlıkta sınıflandırabiliriz.

Meme ameliyatları genel anestezi altında yapılır. Hastaya yapılacak işleme göre ameliyat ortalama 1-3 saat sürer. Ameliyat sonrası ilk 5-7 gün önemlidir. 1 hafta sonra masa başı bir işte çalışıyorsa dönebilir ancak tempolu işlere biraz ara verilmelidir.

Meme estetiği vücut gelişimi tamamlanmayan küçük yaştaki hastalara hamile veya emziren kadınlara yapılmaz. Emzirme bittikten sonra operasyon için 6 ay beklenmelidir.

Dünyada kadınların talep ettiği meme estetiği operasyonlarına son yıllarda erkekler de ilgi göstermeye başladı. Hızlı kilo verme sonrasındaki bozukluklar ve yaşa bağlı gerçekleşen sarkmalarda erkekler de ameliyat olmaktadır.



Laparoskopik Cerrahinin Avantajları

Tıpta her geçen gün daha fazla kullanılmaya başlanan Laparoskopik cerrahi tekniği gelişen teknoloji ile birlikte etkili ve güvenilir ameliyatların yapılmasına da olanak sağlamaktadır. Laparoskopi, karın içi organların cerrahi tedavisinde, geniş ameliyat kesilerini önlemektedir. Ameliyat türüne göre  yarım ile bir santim büyüklüğünde 4-5 küçük delik açılarak vücuttaki borucuklara gönderilen bir sistemle ameliyatı başlatır. Bu borucuklara indirilen kameraya bağlı teleskop ile elde edilen çok yüksek çözünürlüklü görüntüler alınır ve burada saptanan sorunlara uzun-ince ameliyat ekipmanları ile müdahale gerçekleştirilir.

Laparoskopik cerrahide böbrek, prostat, üreter gibi organların rahatlıkla görülebilmesi sağlanır. Kamera ile alınan görüntü yaklaşık 10-15 kat büyütülerek sorun belirlenir ve cerrahi gerçekleştirilir. Laparoskopik cerrahide kullanılan bu ufak açık cerrahideki büyük ve geniş ameliyat kesilmelerine  göre, çok daha az rahatsızlık ve ağrı ile sonuçlandırılır. Bunun yanı sıra görünüm ise çok daha iyi olacaktır.  Ameliyat sonrasında, ağrı daha az olacaktır. Hastanede yatış süresi ve iyileşme süresi hayli azılır.

Laparoskopik cerrahi açık cerrahi gibi genel anestezi ile yapılır. Üroloji alanında etkin olarak kullanılan bir tekniktir. Prostat kanseri, böbrek kanseri, böbrek koruyucu böbrek tümörü cerrahisi,  mesane kanseri, böbrek çıkış darlıkları, fonksiyon yapmayan böbreklerin çıkartılması ameliyatlarında kullanılır.

Laparoskopik cerrahi çözümlenemeyen kanama hastalıkları, barsak tıkanıklıkları,  karın zarına yayılmış kanserler gibi vakalarda uygulanmaz. Uzmanlarca yapılan laparoskopik girişimlerde komplikasyon oranları çok düşüktür. Bu yöntem ile hastanın işine yeniden dönebilme süresi sadece 1 haftadır. Bu süre klasik operasyonlarda 6-7 haftayı bulmaktadır.



Vajinal Beyazlatma Sonrası Nelere Dikkat Edilmeli?

Vajina beyazlatma sonrasında hekimin vereceği kremlerin tavsiye edilen süre boyunca düzenli bir şekilde kullanılması gerekir. Beyazlatma işlemi yapılan bölgeye 2 gün boyunca su teması yapılmaması, daha hızlı iyileşmesini sağlayacaktır.  Bu tedavinin tam iyileşme süresi yaklaşık 10 gündür. Vajina beyazlatma işlemi genellikle bir seanslıktır. Çok koyu tene sahip veya  hormonal bozukluk söz konusu ise 2-3 seans yapılabilir.



Vajinal Beyazlatma Nasıl Uygulanır?

Vajina beyazlatma işlemi öncesinde genital bölgeye anestezik krem sürülür ve operasyonda ağrı hissinin azaltılması sağlanır.

Yaklaşık yarım saat süren işlem sırasında vajina bölgesindeki kararmalara lazer ışını uygulanır. Uygulanan lazer ışınları melanosit hücrelerini parçalar ve vajina bölgesinin beyazlamasını sağlar.

Vajina beyazlatma işlemi sonrasında bu bölgede kızarıklık, şişlik, su toplanması ve ödem oluşabilir. Bu normal karşılanmalıdır. Operasyonun ardından bu bölgede koyulaşma görülebilir. Ancak, ölü cilt hücreleri dökülecek ve yerine daha parlak ve beyaz bir cilt dokusu gelecektir.



Vajinal Beyazlatma

Tıp literatüründe vajinanın dış bölgesi vulva olarak adlandırılır. Kadındaki hormonal değişikliklere ve yaşın ilerlemesine bağlı olarak bu bölge süreç içerisinde koyulaşmaktadır. Bunun dışında da birçok nedene bağlı kararma yaşanır. Hamilelik dönemlerinde artan östrojen hormonları, hormonal hastalıklar  ve doğum kontrol hapı kullanmak,  cilt hastalıkları, vajina bölgesinde yaptırılan yanlış epilasyon, jilet ve ağda kullanımı, sentetik iç çamaşırı kullanmak kararma nedenleri arasında sayılabilir.  Kararmanın bir başka nedeni de aşırı kilo ve dar giyinmektir veya genetik nedenlerle olabilir. Bu nedenle kadınlarda sık rastlanılan bir sorun olarak düşünülür.

Lazer ile vajina beyazlatma operasyonu cildin üstünde bulunan epidermis tabakasının soyulması işlemidir. Bu tabakanın altında daha parlak ve pembe bir cilt tabakası yer almaktadır. Vajina beyazlatma işlemi için kullanılan lazer yöntemi makat bölgesinde ve vajina girişi, iç-dış dudaklar ile anal bölgede yapılabilmektedir. Esmer tenli kadınlarda ise koyulaşmalar daha belirgin olabilmektedir.

Genital bölgede koyulaşmalar kadınlarda endişeye yol açabilmektedir.  Vajina bölgesinde oluşan kararmaların sağlık açısından sakıncası yoktur. Ancak, kadında estetik görünüm kaygıları ile psikolojik açıdan olumsuzluk yaratabilmektedir.

Vajina beyazlatma işlemi uzman hekim tarafından yapıldığı sürece  hiçbir zararı olmaz. Lazer ışınları, cildin 3-4 mm derinine kadar etki edebilir ve bu yüzeysel bir işlemdir. Lazer ışınlarının rahim ve yumurtalıklara kesinlikle etkisi olmaz.  Ayrıca kişilerde cinsel isteksizlik, kısırlık ve adet düzensizliği gibi olumsuzluklara yol açmaz.



Genital Estetik

Kadınların vajinasında görülen deformasyonlar sonrası yapılan estetik müdahaleler bu durumdan dolayı düşüş gösteren güven sorununu da önler. Birçok kadın bu durumdan rahatsız olabilir. Son dönemlerde bu tür cerrahi müdahalelerin bilinirliği, estetik müdahalelerin bilinen organların dışında da yapılabileceği gerçeğini toplumda yaygınlaşmasına sebep olmaktadır. Genital estetik halk arasında “vajina estetiği” olarak bahsedilir. İç dudak estetiği,dış dudak estetiği,klitoris estetiği, vajina daraltma, dış dudak dolgunlaştırılması müdahalelerden bazılarıdır.

Genital bölgenin estetik ve genç görünümü, dış dudakların belli dolgunlukta ve diri olması, bacakların kapalı olması halinde, iç dudakların dışarıdan görünmemesi, vajen girişinin aşağıya doğru elips şeklinde olması ve bacaklar dizlerden kıvrılarak açıldığında vajen girişinden vajina içinin  görünmemesidir. Aynı zamanda genital bölge cildinin  vücuda göre daha koyu renkli  olmaması estetik içindedir.

Kadınların doğum yapmasının ardından yaşadığı bazı sorunlar estetiği gerektirebilir. Özellikle son doğumdan sonra cinsel birleşmeden alınan haz azalırsa, cinsel birleşme sırasında gaz çıkışına benzer ses çıkıyorsa ameliyat gündeme gelebilir.

Vajina girişini çok geniş ve düzensiz ise bacakların dizden kırarak yanlara açıldığında vajina arka duvarı görülüyorsa ameliyat için uygunluk vardır.

Ameliyat genel anestezi altında yapılır. Ortalama 1.5 saat sürer. Ameliyat sırasında vajen iç örtüsünü  daraltırken aynı zamanda gevşemiş olan vajina duvarı kasları sıkılaştırılır. Ameliyatın iyileşme süreci 4 hafta kadar sürer. Daha sonra kontrollerin ardından cinsel ilişki kurulabilir.

Vajina estetiği sadece görünümü değiştirmekle kalmamakta; hem fonksiyonel, hem de psikolojik pek çok olumlu etkiye sebep olabilmektedir.



HPV (Genital Siğil)

İngilizce’de Human Papilloma Virüs olarak tanımlanan HPV genital bölgede ortaya çıkan siğildir. Hem erkek hem de kadınları etkiler. Ancak kadınlar, erkeklere oranla bu hastalıktan daha çok etkilenir.

HPV’nin yaklaşık 130 farklı tipi tespit edilmiştir. Bu tiplerin bazıları düşük risk taşısa da bazıları yüksek risklidir.

Toplumda kadınların en çok uyarıldığı tehlikeli türü Serviks,  vulva ve anüs kanserine yol açmaktadır. Genellikle cinsel yolla bulaşan HPV, genital bölgede kaşınma ve ağrı yapar.

Genital siğil, yüksek ve düşük riskli olarak tanımlanır.Düşük riskliler kansere yol açmaz. Bu tiplere nonkarsinojenik HPV denilir. Yüksek riskli tiplerin ise Serviks, Vulva ve Rahim kanserlerine yol açtığı görülmüştür. Kanser riski taşıyan bu HPV tipine ise karsinojenik adı verilir.

Bir de gözle görünmeyen belirti vermeyen siğiller vardır. Çok küçüktür ve deri rengindedir. Vulva kanserine neden olan siğil tipi  kaşıntı ve hafif ağrıyla belirti verir. Bazı büyük, iri ve nodül şeklindeki siğiller, bağışıklık sisteminin baskılanması sorunu yaşayanlarda ve şeker hastalarında görülebilir.Kadınlarda, cinsel ilişki veya gebelik durumunda kanama görülebilir.

Virüs 14-27 yaş arasında yüzde 50 oranında görülür. Kadın hastalarda  18-25 yaşlarında, erkek hastalarda ise 23-30 yaşları sık görülür. İleri yaşlarda nadiren ortaya çıkan HPV, 50 yaş üstü kadınlarda da görülebilmektedir. 70 yaş ve üstü kişilerde ise HPV nadiren görülür.

HPV genital bölgede, farklı yerlerde görülebilir. Erkeklerde; penis ve çevresinde anüs ve makat kısmında, testislerde ve kasıklarda görülmektedir. Kadınlarda vajina içinde ve dışında, rahim ağzında anüs ve makat kısmında görülebilir. Bu virüs oral, vajinal ve anal ilişki yoluyla bulaşır. Çiftler arasında bulaşma oranı ortalama yüzde 55-60 arasıdır.

Erken yaşta cinsel ilişki, farklı partnerlerle birlikte olmak, korunma olmadan cinsel ilişki HPV’nin bulaşmasını kolaylaştırır.

Bazen deri teması ile bulaşabilir. HPV taşıyan hasta ile cinsel ilişki olmadan kurulan ten temasıyla da siğilin bulaştığı görülmüştür. Ortak kullanılan tuvalet, hamamlar da bulaşa sebep olabilir.

Düşük risk taşıyan genital siğiller kremlerle tedavi edilebilir. Siğiller  lokal anestezi uygulanarak hasarlı dokuyu yakmak ve kesip birleştirmek için şeklinde de çözüme kavuşturulur. Bazı siğiller ise lazer ile tedavi edilir.  Gözle görülür, büyük siğillerde ise cerrahi müdahale yapılır.



Endoskopi Öncesinde Nelere Dikkat Etmeniz Gerekir?

Endoskopi yapılmadan önce hekimleriniz size herhangi bir şey yememenizi önerir. Mideniz boş iken yapılan bir işlemdir. Bu yüzden hastaya işlem yapılmadan 8 saat önce yeme içmenin kesilmesi istenir.

Genelde lokal anestezi altında yapılır. Hastanın 10 -15 dakika boyunca uyutulması bu işlemi bitirmek için yeterlidir. Hekiminiz varsa kan sulandırıcı gibi kullandığınız ilaçlar herhangi bir kanama riski olmasın diye sizin bu ilacı birkaç gün önce bırakmanızı isteyebilir. İşlemden hemen önce ağızdan sıkılan anestezik sıvı da bu bölgeyi rahatlatır. Anestezi ilaçları sayesinde hastaya endoskopi yapılırken, hiçbir acı- ağrı hissetmez. Hastanın işlem bitmesinin ardından kısa bir süre hastanede bekletildikten sonra yanında bir refakatçi olarak gitmesi uygun görülür. İşlem sonrasında şişkinlik, gaz, boğaz ağrısı, kramp görülmesi ise normal kabul edilir ve kısa sürede geçer.



Endoskopide Canım Yanar Mı?

Endoskopi öncesi hastaların en sık sorduğu sorulardan biri “endoskopide canım yanar mı?” olarak karşımıza gelmektedir.

Mideniz ve onikiparmak bağırsaklarınızda yaşadığınız sorunların ne olduğunu anlamak için yapılan en iyi tetkik yöntemi olan endoskopi herhangi bir cerrahi kesi yapılmadan uygulanır. Endoskopide kullanılan yeni nesil cihazlar, bu yöntemin kullanımını da daha ileri götürmektedir.

Hasta lokal anestezi aldığı için hiçbir şekilde ağrı ya da acı hissetmez. Doktorunuz işlem öncesi uymanız gereken kuralları açıklayarak işlemin sorunsuz bir şekilde geçmesini sağlayacaktır.



Endoskopi Ne Zaman Yapılmalı?

Yemek borusu, onikiparmak bağırsağı ve mide hastalıkları söz konusu ise hastalığın tanı ve tedavisini gerçekleştirmek amacıyla endoskopi uygulanabilir.

Ağza acı su gelmesi midede ekşime, yutkunma sorunları midede kazınma, şişkinlik, hazımsızlık varsa hastalara endoskopi önerilebilir.

kişilerde sebepsiz karın ağrıları başta olmak üzere, kesilmeyen göğüs yanmalarında, mide yanma ve ekşimelerinde, reflü sorunlarında kansızlıklarda, mide içi polipleri varsa belirlenmesinde, karında gaz ve şişkinliklerinde, makattan kan gelmesi durumlarında kullanılır.

Yemek borunuzda daralma varsa düzeltmek, mide de varsa istenmeyen yabancı cisimleri çıkarmak için de kullanılır.



Endoskopi Nedir ?

Mide ve bağırsak konusunda yaşadığımız problemlerin teşhis ve tanı konulmasında en destekleyici uygulamalardan biri endoskopidir. Mide kanaması, yutma güçlüğü, mide ekşimesi, reflü gibi hastalıklar endoskopi yöntemiyle tanımlanabilir.

Mide ve bağırsak incelemeleri uç kısmında ışıklı bir kamera olan endoskop denilen cihaz yardımıyla ağızdan girilerek bir hortum gönderilir. Bunun ucundaki kamera yardımıyla bağırsaklardan başlanarak mide içindeki tüm görüntüler alınarak, yara, kitle gibi unsurlar değerlendirilir.

Hastalığın tanısında endoskopi etkili bir yöntemdir. Midede polipler varsa endoskopi işlemi sırasında tespit edilir ve parça alınarak laboratuvar incelemesi yapılabilir. Endoskopi işlemi sırasında varsa oluşmuş kanama durdurabilir.

Mide şikayetleri dışında yaş olarak 50 yaş üzeri gruba yılda bir defa endoskopi yaptırması önerilir.

 



Ne Zaman Diyetisyene Gidilmeli?

Diyetisyene gitmek denilince akla ilk olarak “Kilo verme” gelebilir. Oysa diyetisyen ile yapılacak görüşmeler sağlıklı bir yaşam düzenlemesinin tümünü içermektedir.

Diyetisyene gitmek elbette sağlıklı bir kilo boy oranını yaratacaktır. Bunun yanısıra sağlığınız için almanız gereken besinleri düzenler. Normal kiloda olan bir kişi diyetisyene gidip sağlıklı beslenme programı alabilir. Vücudunuzun zinde olması, güncel yaşamınızın kaliteli olması için diyetisyene gidebilirsiniz.

Diyetisyenler, sağlıklı bireyler için sağlıklarını korumaya yönelik ve geliştirmeye yönelik programlar da yapar. Kilo almak isteyen birisi veya kilosunun normal durumda olmasına rağmen spora başlayacak bir kişi de diyetisyene gidip bilgi alması doğru olanıdır.

Zayıflamak amaçlı görüşmelerde ise yavaş ve kontrollü bir zayıflama programı hazırlanır. Çünkü hızlı ve kontrolsüz kilo vermek, düzene uyulmadığı zaman kişinin tekrar eski haline dönmesine neden olur.

Diyete başlamak isteyen bir kişinin kendisine gerçek anlamda zarar vermesini engellemek için diyetisyene başvurması gerekliliği kaçınılmazdır. Diyetisyen hastaya kan tahlili yaptırır. Sonra o kişinin kan sonuçlarına bakarak yağ ölçümü gerçekleştirir. Çıkan sonuçlara göre kişiye özel diyet programı hazırlar. Eğer rahatsızlık varsa ilgili doktora yönlendirir tedavi yapılmasını sağlar. Ve diyet programı başlar.

Beslenme alışkanlıkları ve yaşam tarzını değiştirmek çok kolay değildir. Bu süreç danışanın ailesi ve çevresini de etkiler



Lazer Epilasyon

Hem kadınların hem de erkeklerin son yıllarda istenmeyen tüylenme ve kıllarını aldırmak için tercih ettikleri bir tedavi yöntemidir. Lazer epilasyon uygulama sonrasında günlük yaşama devam edilmesi sebebiyle de tercih edilmektedir.

Lazer ışığı tek dalga boyuna sahip, doğrusal yayılan ışık demetidir. Günümüzde tıp alanında yaygın kullanılan birçok lazer vardır. Estetik açıdan en popüler uygulama lazer epilasyondur.

Lazer epilasyonda gönderilen ışın kılın ve kıla rengini veren melanin pigmenti tarafından absorbe edilir. Kıl kökünde 60-80 derece ısı oluşur ve burada yarattığı buharlaşma kılı yok eder.Bu esnada soğuk hava üfleme sistemi ile cildin yüzeyi 4 dereceye kadar soğutularak cilt korunur. Lazer epilasyon uygulanacak hastanın doktor tarafından değerlendirilmesi önemlidir.

Lazer epilasyon yapılırken; gözler ışıktan özel gözlüklerle korunur. Bu yapıldığında tüm vücuttaki tüylere uygulanabilir. Yalnızca göz çukuru içine ve kulak deliği içine yapılmamaktadır.

Soprano ice lazer ya da halk arasında bilinen adıyla buz lazer uygulaması son yılların en çok tercih edilen lazer uygulamalarından biridir. Buz lazer uygulaması her mevsim, her cilt tipine rahatlıkla uygulanmaktadır. Ağrı ya da acı hissedilmez. Lazer epilasyon sırasında verdiği buz hissi işlemin kolay bir şekilde gerçekleşmesi sağlar. Konforlu ve etkili bir yöntem olan Soprano ice lazer hızlı bir şekilde sonuç almanızı sağlar.

Lazer epilasyonu, Sağlık Bakanlığı’nın izni ile ruhsatlandırılmış sağlık merkezinde, doktor denetiminde ve standartlara uygun cihazlarla yapılmalıdır. Bu standartlar yoksa istenmeyen sağlık sorunları yaşanması olasıdır. Lazer uygulamasında solaryum yasaktır. Epilasyon uygulanacak bölgedeki kıllara son 20 gün içinde ağda cımbız ve epilatör gibi kökten alma işlemi yapılmamalıdır. Epilasyon bölgelerine kıllara sarartıcı sürülmemeli, boyanmamalıdır. Epilasyon uygulanacak bölgede kozmetik malzeme olmamalıdır.

Uygulama yapılan bölgeye bir hafta boyunca kese , peeling gibi cildi tahriş edecek uygulamalar yapmamalıdır. Seans sayısı vücut bölgelerinde ortalama 6 seanstır. Yüz bölgeleri içinse 6-12 seanstır. Bu sayı cilt ve kıl yapısına göre değişebilir. Lazer uygulanan alanda pek çok hastada kıl miktarında yüzde 70 ile 90 arasında azalma olur.



Cilt Yenileme İşlemleri

Dış etkenlerle veya doğal süreç ile cildimizde kırışıklıklar, izler veya yaralanmalara bağlı olumsuzluk yaşanabilir. Yaşlılık ile gelişen lekelere çevresel nedenler ile yaşanan bozulmalar da görülebilir.

Tüm bu bozulmaların giderilmesi ise cilt yenileme için yapılacak tedavilere bağlıdır. Bu alandaki uygulamalarda çeşitli teknikler uygulanır. Cerrahi olmayan bu tedaviler Altın İğne, PRP, Dermapen, İp Germe, Gençlik Aşısı gibi sıralanabilir. Kozmetoloji alanı olarak tanımlanan bu uygulamalar cilt yenileme işlemlerinde gereçli yollardandır.

Derin kimyasal peeling ve bazı lazer tedavileri uzman hekimler tarafından yapılmalıdır. Mikro iğneleme, hafif soyma ve mikro dermabrazyon tedavileri de uzman hekimler tarafından ya da yüksek eğitimli hemşire veya lisanslı estetisyen tarafından yapılmalıdır.



Saç Ekiminde FUE Yöntemi

FUE yöntemi ile saç ekimi son zamanlarda en sık tercih edilen yöntemlerden biridir.

FUE (Foliküler Unite Ekstraksiyon) tekniğinde kişinin ensesinden saç alınan yerde hiçbir şekilde iz kalmaması kişiler açısından büyük önem taşımaktadır. Saç ekiminde kök alımı ile işleme başlanır ve köklerin yerleştirileceği kanallar açılır. Ardından ise saç ekimi gerçekleşir.

FUE yönteminde donör bölgeden 0,7-1 milimetrelik mikromotor araçlar yardımıyla tek tek alınır. Alınan kökler seyrek ya da tamamen açık bölgeye ekilir. Bu işlemde dikişe gerek yoktur. Ameliyatsız yöntem olduğu için donör bölgede iz bırakmaz.

Lokal anestezi kullanılarak yapılan FUE işlemi ortalama 5 saat sürmektedir. İşlem sonrası 1 gün istirahat önerilir. Sonraki gün hastanın işine gitmesi mümkündür. Ekilen saçlar 3 ay sonra çıkmaya başlar ve tamamen çıkması 9 ayı bulur. Sakal ekimi için de aynı yöntemler uygulanabilmektedir.

Her tıbbi işlemde olduğu gibi saç ekiminde de bazı yan etkiler olabilir. Küçük şişlikler, kanama bulguları, enfeksiyon riskleri, göz çevresinde morarma, saçın çıkarıldığı deri bölgesinde hafif bir kabuk ve kaşıntı yaşanabilmektedir.

Hasta bandajlı bir şekilde taburcu edilir. İşlemden 4 gün sonra bandaj doktor kontrolünde açılır. 5-7 günlük bir saç yıkama döneminden sonra ekim yapılan bölge normal görünümüne kavuşur. Ekimden sonraki ilk 2 ay ekilen köklerin saç gövdeleri dökülebilir. 3. aydan sonra hasta yeni saçlarının çıkmaya başladığını görür. 6 aylık dönemde saçların büyük kısmı çıkmış olur. Hasta son görümüne 12-14 ay aralığında kavuşmuş olur. Saç ekimi anestezi uzmanının yer aldığı ameliyathane koşullarında steril araçlarla yapılması çok önemlidir.



Saç Ekimi

Saç dökülmesi problemi yaşayan kişiler günümüzde sık olarak saç ekim yönteminden yararlanmaktadır. Saç dökülmesi problemi; kişide estetik problemlerin yanında psikolojik sıkıntılar da yaratmaktadır. Bu nedenle saç ekimi tedavisine başvurulmaktadır.

Tıptaki gelişmeler estetik alanda yeni tedavi yöntemlerine yönelmesini sağladı. Saç ekiminde, kellik ve saç seyrekliği şikayeti olanların farklı yöntemlerle donör bölgelerden kıl köklerinin alınarak sıkıntı yaşanan alanlara ekim yapılmasıdır.

Saç ekimi konusunda temelde iki yöntem vardır ve bunlara FUT ve FUE adı verilir.Bu yöntemlerden en eskisi FUT yöntemidir. Günümüzde FUE yöntemi daha çok önem kazanmaya başlamıştır.

Her iki teknik arasındaki en belirgin fark FUE (Foliküler Unite Ekstraksiyon) tekniğinde kişinin ensesinden saç alınan yerde hiçbir şekilde iz kalmamasıdır. FUT yönteminde ise kulak arkasından saç kökü alınması sonrası bir miktar iz kalmaktadır

FUE yönteminde; yara izinin neredeyse hiç olmaması, mümkün olduğu kadar fazla saç kökü ve saç nakli yapılması en büyük avantajlardandır.

FUT ekiminde hastanın başının arka tarafında yer alan saçlı bölgenin bir kısmı şerit biçiminde kesilerek alınır. Bu şeridin çapı ise ihtiyaca göre değişiklik gösterir. İşlemin ardından bu bölgede iz kalmaktadır.

Hangi saç ekimi yöntemi olursa olsun bu işlem belli aşamalardan oluşmaktadır. Saç ekiminde kök alımı ile başlanır ve köklerin yerleştirileceği kanallar açılır. Ardından ise saç ekimi gerçekleşir. Saç ekiminde kullanılan saç kökler en çok başın arkasındaki saçlı deriden alınır. Eğer bu bölge uygun değilse; hekim onayı ile sırt ve göğüs kısmından da kök alınabilir.



Göz Estetiği İle Görüşünüz Değişebilir

İlerleyen yaşla birlikte gözümüzde de estetik kayıplar yaşanabilir. Göz çevresindeki kasların zayıflaması göz kapaklarını olumsuz etkiler. Fazla yağlar göz kapakların üstünde ve altında toplanır. Bu durum kaşların, üst kapakların sarkmasına ve göz altı torbalarını yaratır. Böylesi deformasyonlar sizin daha yaşlı görünmenize neden olabilir. Sarkmalar ayrıca görüş alanını daraltır. Göz kapağı estetiği bu tür sorunları azaltmak için uygulanır. Sorun çözülürken, görüş düzeyiniz artar ve gözlerinizi daha genç ve daha uyanık olmasını sağlar. Göz çevresinin gergin olması, genç bir cildin en önemli özelliğidir.

Bu tür durumlar 40 yaş ve sonrasında sıklıkla görülür. Bazı durumlarda deformasyonlar orta yaşın altındaki kişilerde de görülebilir.

Gözün üst kapağı ve alt göz kapağında bollaşma, torbalanma, göz çevresindeki derinin sarkması, şişlik sık görülen sorunlardır. Bunun yanı sıra kırışıklıklar ve göz çevresinde çizgilerde artış yaşanır. Göz kenarlarındaki derinin sarkması, halkalanma, morarma şeklinde deformasyonlar gözlenir. Üst göz kapaklarındaki deri fazlalaşması ise adeta gözü kapatacak bir perde haline gelir. Bu fazlalıklar kirpiklerin üzerine doğru eğilebilir ve görme alanını daraltır. Alt göz kapağındaki aşırı sarkma ise kapağın dışa doğru dönmesine yol açar. Bu sorun görüntü olarak çok istenmez ve gözde kanlanma, batmalara yol açabilir. Göz çevresindeki istenmeyen bu sorunlar göz kapağı estetiği adı verilen cerrahi operasyonlarla giderilir.

Gelişmiş cerrahi ile deri sarkmaları, torbalanmalar, şişkinlikleri derin göz çizgileri ve kırışıklıklar giderilmektedir. Göz kapağı estetiği operasyonunun başka bir adı da Blefaroplasti’dir.

Göz kapağı ameliyatından önce uzman hekim kontrolü ile kapaklardaki yağ oranı, deri fazlalıkları ve kişinin göz kapağındaki kas dokularının ne kadar bozulduğu gözlemlenir.

Lokal anestezi altında üst göz kapağı ameliyatı yapılır. Alt göz kapağı ameliyatında ise sedasyon veya genel anestezi tercih edilir. Şayet her iki göze ameliyat yapılacaksa genel anestezi ile yapılır. Göz kapakları estetik ameliyat sonrasında tamamen kapatılmaz. Bu yüzden hastalar rahatlıkla etraflarını görebilirler. Göz kapakları esnek bir dokuda oldukları için morarma ve şişme olması normal karşılanır. Ameliyat sonrasındaki ilk bir gün gözlerin üzerine soğuk kompres uygulanarak şişlik ve morluklar azaltılır. İlk 48 saat bittikten sonra şişlik en üst seviyeye ulaşacaktır. Sonrasında da hızlı bir iyileşme süreci başlayacaktır. Şişlik ve morluklar bir hafta boyunca devam edebilir. Hastanın bu süreci evde dinlenerek geçirmesi önerilir. Göz kapaklarında ameliyat sonrasında oluşan izler birkaç ay sonra tamamen yok olur.



Retina Muayenesi Nasıl Yapılır?

Retina muayenesi, diğer göz hastalıklarının incelenmesine göre daha uzun sürer. Retina muayenesinden kullanılan damla ile önce göz bebeğinin genişlemesi sağlanır. Bu damlalar yakını görememe ve ışıktan rahatsız olmanızı sağlayabilir. 4-5 saat arasında bu durum kendiliğinden geçmektedir. Retina hastalıkları farklı aletler aracılığıyla ayrıntılı incelenir. Retina hücreleri kendini yenileyemeyen yapıda hücrelerdir. Bu nedenle oluşan hasar kalıcıdır ve erken teşhis-tedavi retina hastalıklarında çok önemlidir. Retina muayenesi sonucuna bakılarak beyin tümörü gibi nörolojik hastalıklar hakkında da bulgular görülür. Şeker hastalığı ve tansiyon gibi hastalıkların ilk belirtileri göz muayenesinde anlaşılabilir.



Retina Hastalıkları

Gözümüzün arka duvarını kaplayan retina tabakası damar ve sinir hücrelerinden oluşmaktadır. Retina ışığa duyarlı hücrelerden oluşur. Görme sinirlerimiz algılanan görüntüyü beyne iletir. Bu mekanizma bizlerin görmesini sağlamaktadır.

Retina hastalıkları; genellikle göz küresini dolduran ve yumurta akı kıvamındaki bir sıvı ( vitreus) hastalıklarından kaynaklanır. Hastalıklı bir retina tabakasına sahipseniz ayrıntıları görmeniz söz konusu olmaz. Hasta bu durumda okuyamaz veya araç süremez. Retina dokumuzda görülen bozulmalar ve hastalıklar görme işlevini sağlıksız hale getirir.

En sık görülen retina hastalıklarının başında şeker hastalığına bağlı gelişen diyabetik retinopati hastalığıdır. Retina yırtığı, yaşa bağlı olarak gelişen sarı nokta hastalığı, retinal arter tıkanıklıkları, göz travmaları ve retinanın önünde oluşan ve epiretinal membran olarak adlandırılan zar tabakasının oluşmasıdır. Gözdeki retinanın merkezinde 3-4 milimetrelik bölge de makula hücreleri bulunur. Bu hücreler arası organizasyon olağanüstü bir çalışma sistemine sahiptir. Uzakları ve küçük bir ayrıntıyı görme, okuma, yazma, renkli görme gibi ayrıntılı görme işlevleri makula ile yapılır. Epiretinal membran hastalığı makulanın işlevini bozar ise ayrıntılı ve keskin görme işlevi yapılamaz.

Bu tip sorunlarla karşılaşmanız halinde acil olarak hekime başvurulması gerekmektedir. Geri dönüşü olmadığı için retina hastalıkları acil tedavi gerektirir. Ani veya yavaş yavaş ilerleyen görme kayıpları, kırık ve eğri görme, gözün önünde sinek uçuşmaları, perdeli görme, gözün önünde ışık çakması, görüş alanında karanlık ve lekeler olması, geçici veya kısa süreli görme kaybı yaşıyorsanız, sorunun çözümünü bekletmeden aramalısınız.



Sporcu Rehabilitasyonu

Profesyonel sporcularda veya aktif olarak düzenli spor yapanlarda zaman zaman bazı sakatlanmalar yaşanabilir. Bu durumu kontrol altına almak ve sporcunun sakatlanma süresini uzatmadan iyileştirmek rehabilitasyonu gerektirecektir.Çünkü sakatlık süresi uzadıkça bu dönemdeki hareket azlığı da sporcu aleyhine bir durum yaratacaktır.

Sporcunun sakat olan organındaki iyileşme sağlıklı bir şekilde yapılamaz ise aynı bölgede yeniden sakatlanma yaşanabilir. Bu programlar hazırlanırken, sakatlığın yeri yapılan spor branşı, sporcunun yaş ve performans düzeyi, yaralanmadan sonra ortaya çıkabilecek fiziksel kondisyon kaybı dikkate alınır.

Sporcu sakatlanmalarında ilk aşamada buz tedavisi, istirahat uygulanır. Var olan ağrı ilaçlarla giderilir. Eklemlerin hareketliliğinin korunması adına da pasif ya da aktif eklem hareketi başlatılır. Bu programda daha sonra ise kas gücünün kazanılması amacıyla egzersizler yapılır. Kasların dayanaklılığı sakatlanan bölgeye bağlı olarak koşu, bisiklet, yüzme ve su içinde egzersizler önerilir.

Sakatlanmalarda bandaj uygulamaları da sakatlığın türüne bağlı olarak yapılabilir. Bandaj uygulaması, sakat olan bölgeyi koruma, destekleme veya belirleme için tercih edilir. Tespit bandajı genelde ağır durumlarda (kırıklar gibi) uygulanmaktadır.

Soğuk tedaviler buz torbası ile yapılır ve ilk üç günde üç saat aralıkla yapılır. Bu tedavi ile şişlikler önlenecektir. Kas kramplarının çözülmesi ve ödemler de azaltır ve ağrı durdurulur.

Sıcak tedaviler de duruma göre yapılabilir. Sıcak banyo, nemli sıcak kompresler, vücudun kısmen veya tamamen sarılması gibi uygulamaları içerir. Sıcak uygulama da adale spazmını ve ağrıyı azaltır. Egzersiz öncesi hareketi ve kan akışını artırır.

Sporcu yaralanmalarında bir başka kullanılan yöntem ise masajdır. Kan akışını ve lenfleri uyarmak, sinir uçlarını harekete geçirmek veya sinirleri yatıştırmak, zararlı maddelerin vücuttan atılmasını kolaylaştırmak, dokuların şişmesini önlemek için yumuşak dokulara yapılır.

Spor yaralanmalarından sonra, fizik tedavi ise çok önem taşır. İyileşme süresinin uzamaması ve spora dönüşün hızlandırılması bu yolla sağlanır.



Duygusal Yeme Alışkanlığına Dikkat Edin

Gerçekten açlık hissedildiğinde yemeğe yönelmek hayatın olağan akışında yer alan bir durumdur. Uygun kalori ve çeşitlilikte yediğiniz yemek sizi mutlu edecektir. Ancak, duygusal açıdan sorun veya sorunlar yaşıyorsanız ve bu sizi yemek yemeye yöneltiyorsa orada tehlike başlıyor demektir.

Doyurulmamış duygusal ve psikolojik ihtiyaçlar giderilememişse bunu yemek ile doldurabileceğimizi düşünürüz. Ani haz ve doygunluklar yaşatan yemek bir de hızla tüketildiğinde riskleri de birlikte getirir. Yemek sonrası sorunun geçmediğini de görürseniz, bir de çok yemek sonrası suçlu ve irade koyamayan bir kimlik ortaya çıkacaktır.

Duygusal yeme bozukluğunun ardında yaşanan travmalar veya olumsuz yaşantı olabilir. Bir de bu yaşam biçimiyle alacağınız kilolar sizi daha da mutsuz edebilir. Buzdolabına yönelirken eğer mutsuzluğunuzu gidereceğinizi düşünüyorsanız vazgeçmek doğru bir tercih olacaktır. Yemek insana duygusal haz verse de bu durum duygusal yeme olarak tanımlanır. Ve bu tavırlara alışanlar aynı işlemi çok sık yaparlar.

Kişilerdeki stres, korku ve endişe giderilmediği sürece duygusal yeme alışkanlığı karşımıza çıkabiliyor. İş yerinde yaşanan stres, maddi olanaksızlıklar veya sağlık sorunları duygusal yeme alışkanlığına götürebiliyor. Hem erkek hem de kadınlarda görülen bu sorun, kadınlarda daha yaygın olabiliyor. Bu nedenle kendinizde gördüğünüz sıkıntıların çözümünü hızla aramalısınız. Hekime danışmalısınız. Stresinizi azaltacak etkinlikler yapabilirsiniz.

Duygusal açlık yemekle kolay bastırılan bir durum değildir. Midemizi doldurmak o anda işe yarar. Olumsuz duygular nedeniyle yeme alışkanlığı sizi eskisinden daha çok üzgün ve stresli hissetmenize neden olabilir. Bu döngü kişinin duygusal ihtiyaçlarını doğrudan karşılayana kadar bitmez. Olumsuz duygularla baş etmenin başka bir yolu da sizi mutlu edecek alanları keşfetmenizdir.

Spor, sanat edebiyat, kitap okumak sizi sakinleşmek için kendinize birkaç dakika ayırmak olabilir. Zihninizi yiyeceğe ulaşmaktan stres atmanın diğer biçimlerine geçirmeniz zaman alabilir, bu nedenle sizin için neyin işe yaradığını bulmak için çeşitli aktiviteler deneyebilirsiniz. Bu süreçte deneme ve yanılma yöntemi ile hareket etmek çok önemlidir.

Stresinizi azaltıp duygusal yemeyi bıraktığınızda kilolarınız da istediğiniz biçime gelecektir. Bunun ötesinde; yeme alışkanlıklarınız hakkında tıbbi yardım alabilirsiniz.

Duygusal yeme alışkanlığı olan kişilerin cips, çikolata ve dondurma gibi yüksek yağlı, tatlı ve kalorili besinlerden uzak durmasını öneriyoruz. Porsiyon kontrolü yapmak, küçük porsiyonlarla yemek yemek, besinlerinizi iyi çiğneyerek tüketmek dikkat edilmesi gerekenlerde öne çıkan başlıklar arasında yer alıyor.

Duygusal yeme alışkanlığı sizi aşırı yeme bozukluğuna götüreceğinden dolayı yemek yeme alışkanlıklarınızın kontrolünüz dışına çıktığını düşünüyorsanız, mutlaka doktorunuza başvurun.



Bel Ve Boyun Ağrıları Neden Olur?

Bel ve boyun ağrıları değişik nedenlere bağlı olarak gelişebilir. Ancak, son dönemlerde gelişen yaşama şekilleri ile bu ağrıların arttığını gözlemliyoruz. Stres ve hareketsizlik boyun ağrısını tetikler. Boyun ağrısı boyun ve sırtın üst kısmındaki kaslarda yaşanan gerilmelerdir.

Çalışma hayatınızın masada geçmesi halinde bu ağrılar sık görülür. TV izlerken, bilgisayar ekranı ile sık ve uygun olmayan koşullarda süre geçirmenizden de kaynaklanabilir. Yatış şekliniz rahatsız ise veya egzersiz sırasında boyunun fazla bükülmesi kas gerginliklerinin en önemli nedeni olabilir. Yaygın vücut ağrısı ve sabahları yorgun uyanma gibi belirtilerle seyreder.

Boyun omurgasında kireçlenme, disklerin bozulması, boyun fıtığı, boyun omurga kanalında daralma gibi kas, bağ ve sinir köklerine ait bozukluklar sıkça görülen boyun ağrısı nedenleridir. Boyun ağrısı düşme veya kazaya bağlı olarak yaşanabilir.

Boyun ve sırt kasları gerginliklerini önlemek için öncelikle çalışma masası, bilgisayarın konumu ve yüksekliği, uyuma ve oturma pozisyonlarının düzgün olması gibi önlemler alınmalıdır. Bilgisayar ile çalışanların aralıklar vermeleri doğru olacaktır.

Bel ve boyun ağrılarınızda ağrı ve kas tutulmaları uzun sürüyorsa veya boyundan kollara yayılan ağrı, uyuşma yaşanırsa mutlaka bir doktora başvurulmalıdır. Bazı durumlarda röntgen, tomografi veya MR gibi görüntülemelere ve kan tahlillerine ihtiyaç olabilir.

Tanıya göre tedavi yapılacaktır. Cerrahi söz konusu olmadığında fizik tedavi ve rehabilitasyona başvurulacaktır. Bu tedavi ağrıyı gidermeyi, kas spazmını çözmeyi, boyun ve sırt kaslarının kuvvetlendirilmesini sağlayacak etkili yöntemdir.

Bel ağrılarına da çok sık rastlanır. Kötü pozisyonda oturma, ağır kaldırma, uzun süre ayakta veya oturarak çalışma bel kaslarında gerginlik yaratır ve ağrıya neden olur. Çalışma sırasında bel omurgasının aşırı derecede öne ve arkaya gerilmesi sıkıntılara sebep olabilir. Ağır kaldırmayı gerektiren işler yapılıyorsa; mümkünse cihaz yardımı ile yapılması omurganın düzgün pozisyonda kayması gerekir.

Bel omurgasındaki disklerin bozulma ve yırtılmalar, omurga kemiklerinde kayma, eklemlerindeki kireçlenmeler ağrı sebebidir. Kaza veya düşmeye bağlı kırıklar, kemik erimesine bağlı çökmeler, enfeksiyon ve tümörler de ağrı yapar.

Tedavi bel ağrısının neden olduğuna bakılarak yapılır. Tanı için röntgen, tomografi ve MR gibi görüntüleme yöntemleri yapılacaktır. Bel ağrılarında fizik tedavi ve rehabilitasyon uygulamaları ağrının azaltılması, kas spazmının giderilmesi, bel, karın kaslarının güçlendirilmesini amaçlar ve çok etkili bir yöntemdir.

Ayrıca bel ağrısından korunmak için düzenli egzersiz ve spor önerilir. Yoga ve pilates ve yüzmenin bel ağrısına iyi geldiği bilinmektedir.



EMG- EEG

Tıp biliminde elektromiyografi olarak yapılan incelemenin kısa adı EMG olarak tanımlanır. Sinir ve kasların elektriksel potansiyeli bu yöntemle incelenir. Bu nörolojik tetkik yöntemi ile hastanın durumu değerlendirilir. Burada sinirlerin iletim hızları, latansları ( durgunluk ve gecikme ) ve elde edilen dalgaların amplitüdlerine ( Oynama genişliği ile kan basıncında basınçlar arasındaki farka ) ve Dolgunluk (nabız)a bakılır.

EMG Nedir?

EMG ile iki aşamalı inceleme yapılır. Kas ve sinirler incelenir. Bu bölümde; iletim çalışmasında sinirlerin ne kadar hızla iletim yaptığı hesaplanır. Kasların üzerine yerleştirilen elektrot ile sinire çok hafif bir uyarıda elektriksel uyarıda bulunulur ve hastaya olumsuz bir etkisi yoktur.Sonraki aşamada ise çok ince özel olarak yapılmış, sadece bir hastaya kullanılıp atılan iğneler ile kaslara girilir ve bu kasların aktivitesine bakılır. Bu bölümde elektrik uyarımı yoktur.

EMG Ne Zaman Yapılır?

EMG herhangi bir kaza sonucu olan sinir yaralanmaları, sinir sıkışmalarında kullanılır. Çocuk felci gibi omurilik hastalıkları ve boyun ve bel fıtıklarının teşhisinde de kullanılmaktadır. Sinir fonksiyonlarının şeker hastalığı gibi nedenlerle bozulması sonrasında da bu yöntemle araştırma yapılır. Yüz felci, kas ve sinir-kas kavşağı hastalıklarının teşhisi, kas erimeleriyle görülen omurilik hastalıklarının teşhisi de EMG ile mümkündür.

EEG Nedir?

EEG ile beyinde yaşanan elektriksel faaliyetler incelenir. Beyinde elektriksel aktivite sonrasında yaşanan tüm hastalıklar EEG ile tanımlanır. Ayrıca, birçok beyin hastalığı için çok önemli ek araştırma yöntemidir. Örneğin; halk arasında sara olarak adlandırılan epilepsi hastalığında EEG’nin amacı tanının desteklenmesi, sınıflanması, fokal beyin lezyonunun araştırılması ve bu yolla epilepsi hastalarının izlenmesidir. EEG çekimi normal yani uyanıklık olarak tanımlanır. EEG işlem süresi yaklaşık 20-30 dakika arasındadır.

Uyku-uyanıklık EEG çekimi ise 20 dakika süreyle uyanık ve 40-60 dakika sürede ise uyku halinde yapılır. Çocuklarda özellikle uyku-uyanıklık EEG çekimi istenir. EEG tamamen ağrısız ve zararsız bir inceleme yöntemidir.

UYKU EEG’si çekilecek hastaların genelde bir önceki gece uykusuz kalması tercih edilir. Bu hastanın çekim sırasında derin uykuya geçmesini amaçlayan bir istektir

 

 



Uyku Apnesi Riskleri

Üst solunum yollarında daralma önemli bir risktir. Kilo fazlalığı, obezite, yaş, cinsiyet ile burun boğaz bölgesinin yapısı, baş-boyun pozisyonu ve boyun çapı genişliği gibi anatomik faktörler apneye neden olabilir. Hava yolu çapı ve şekli, yatış pozisyonu gibi faktörlerde uykuda solunum bozukluklarına neden olmaktadır. Sigara ve alkol kullanımı riski artıran yaygın nedenlerdir. Alkol kullanımı hem apne sıklığını hem de süresini uzatmaktadır.

Bu hastalıkta erken tanı ve uygun tedavi hayati önem taşımaktadır. Tanı konulması için uyku laboratuarında bir gece yatarak tetkik yapılır. Polisomnografi adı verilen tetkik ile hastanın uykuda burun ve ağızdan gerçekleştirdiği solunum hareketleri, oksijen değerleri, kalp hızı ve kalbin ritmi, göğüs ve karnın uyku sırasındaki hareketleri, uyku sırasındaki beyin dalgalarının özellikleri değerlendirilir.

Bu araştırmalardan sonra tedaviye geçilir. Şayet bu hastalık tedavi ettirilmez ise kısa dönemde ev, iş veya trafik kazaları yaşanması olasıdır. Uzun dönemli hastalıkların başında ise kalp-damar hastalıkları gelir ve ölüme yol açabilir.



Uyku Apnesi

Uyku apnesi soluksuz kalmayı anlatan Yunanca kökünden gelen bir sözcüktür. Uyurken tekrar eden solunum durmaları ile oksijen düşmesi ile uykumuz genelde bölünür. Bu durum hastalarda ölüm riskine varan ve birçok vücut sistemini bozan ciddi bir hastalıktır.

Nadir görülse bile; santral yani merkezi beyinden kaynaklanan tıkayıcı tipte apne yaşanır. Santral tipte uyku apnesi çok nadir görülür ve beynin solunumu kontrol eden kaslara doğru sinyal göndermemesi sonucunda ortaya çıkar.

Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) ise uyku sırasında bazı kişilerde üst hava yollarında tıkanma, daralma ile oluşur. Kadınların en az yüzde 2’sinde, erkeklerin ise yüzde 4’ünde uyku apnesi gelişmektedir.

Solunumun durması sırasında kandaki oksijen azalır, beyin bu azalmayı algılar ve uyku derinliğini azaltarak hava yolunun tekrar açılmasını sağlar. Bu durum; uyku evresine ya da uyanıklığa kısa sürede geçişler oluşur ve solunum tekrar başlatılır. Kan basıncında ani artma-azalmaya, kan şekerinde değişikliklerle; huzursuz ve kalitesiz bir uyku uyuyan kişi sabah yorgun ve dinlenmemiş uyanır. Başlayan günde ise aşırı uyuklama halleri gelişir.

Uyku apnesinin devamlı horlama gündüz aşırı uyku hali ve gece uykuda solunum durması en önemli üç bulgusudur. Sürekli yorgun, dinlenemeden uyanma, sabah baş ağrıları, gece boğulma hissi ve çarpıntı ile uyanma belirgin özellikleridir. Bu durum hastalarda depresyon ve sinirlenmeye de yol açar. Yaşanan bu sebep sonuç ilişkisi hastaların işlerini sağlıklı yapamaması, sosyal hayata kendini kapatması gibi sonuçlara götürebilir.

 



Laparoskopik Cerrahi 

Kapalı ameliyat veya kansız ameliyat olarak halk arasında tanımlanan “Laparoskopik Cerrahi” ilk olarak kadın hastalıklarının teşhisinde ve tedavisinde kullanılmıştır.

Teknolojik olanakların artmasıyla karın içerisinde yaşanan tüm sorunların tedavisinde kullanılmaya başlanmıştır.Tıpta artık yaygın olarak kullanılmaktadır. Minimal İnvazif Cerrahi olarak Tıp literatüründe bilinen yöntem hastada en az hasar ile ameliyat imkanı sağlamaktadır.

Laparoskopik cerrahi, halen tüm karın boşluğunun yanı sıra göğüs ameliyatlarında uygulanmaktadır. Laparoskopik cerrahi; uygulanan işlemlerin yapılmasında izlenen yöntem açık cerrahiden farklıdır.

 



Mikroskobik Varikosel

Varikosel; erkeklerin kısırlık sorununun kaynağı olan bir hastalıktır. Tehşis konulması ve tedavisi bu nedenle büyük önem taşır. Bu hastalıkta; testislerdeki (yumurtalardaki) kirli kan taşıyan damarlarda büyük genişlemeler ve varis durumu görülür. Bu sorun ile testisin büyümesini ve gelişmesi durmaktadır. Ağrılı bir sürece neden olur ve bebek sahibi olmayı engeller.

Testiste ağrıya birçok neden etki eder. Testis iltihabı bunlardan biridir. İltihap dışında travmaya bağlı ağrılar olabilir. Varikosel ağrı sebeplerinden biridir. Genişlemiş olan damarların etkisi ile ağrı oluşur. Bu kanser korkusuna neden olsa da testis kanserinde genellikle ağrı olmaz. Toplumda yüzde 20’lere ulaşan sıklıkta varikosel görülebilir.

Hekim, el muayenesi ve doppler ultrasonografi yardımıyla tanı koyar. Günümüzde varikosel hastalığı için etkili tedavi yöntemi cerrahidir. Cerrahi seçenekler içerisinde en sık uygulanan ve kabul gören mikro cerrahi tekniğidir. Görülebilen genişlemiş damarların yanı sıra mikroskop altında saptanabilen damarların da tedavi edilebilmesini sağlamaktadır. Varikosel tedavisinde ameliyat dışı tedavi ilaçlı tedaviler denense de ameliyat dışı tedavi günümüzde kabul görmemektedir.

Mikrocerrahi yöntem ile varikosel mikroskop eşliğinde gerçekleştirildiği için en küçük genişlemiş kirli kan taşıyan damarların dahi görülüp bağlanmasını sağlar. Çıplak gözle görmekte güçlük yaşanan arter denilen temiz kan taşıyan damarların ve lenf damarlarının hasar görmeden korunmasını sağlayarak ameliyat gerçekleşir.



 Cinsel Fonksiyon Bozuklukları 

Erkek ile kadın arasındaki uyuma ciddi biçimde olumsuz etkiler yaratan cinsel işlev bozukluğu nedenlerine göre değerlendirilip, çözülmesi gereken bir durumdur. Cinsel işlev bozukluğu cinsellik döngüsünün bir veya birden fazla alanda bozulmadan kaynaklanabilir.

Araştırmalar, kadın ya da erkek ayrımı olmadan her üç kişiden birinin yaşamının belirli döneminde bir cinsel işlev bozukluğu yaşadığını ortaya koyuyor. Bu bozuklukların en sık rastlanan ruhsal bozukluk olduğu da bilinmektedir. Türkiye’de doktora yapılan en sık başvuru vajinismus ve sertleşme güçlüğü alanındadır.

Kadınlarda cinsel fonksiyon bozuklukları, cinsel isteğin azalması ya da kaybolması, kadın ve erkeğin ilişki arzusu arasında uyuşmazlık, orgazm bozuklukları, vajinismus, ilişkide ağrı ve erkeğin cinsel davranışından hoşnut olmamasından kaynaklanabilir. Diyabet, kalp hastalığı, nörolojik hastalıklar, hormonal dengesizlikler, menopoz, böbrek hastalığı veya karaciğer yetmezliği gibi kronik hastalıklar, alkol veya uyuşturucu bağımlılığı ile bazı ilaçlar da cinsel işlevi etkileyebilir.

Stres ve kaygı, cinsel performans hakkında endişe, evlilik veya ilişki sorunları, depresyon cinsel travmanın etkileri olabilir.

Kadınlarda en büyük şikayet Vajinismustur. Cinsel birleşme denendiğinde, vajinanın dışını çevreleyen kaslarda kasılmalar ve şiddetli acı sıkıntı yaşanır. Bu kasılma istemsiz, kadının kontrolü dışında yaşanır. Bu süreçte yaşanan başarısız girişim kadınlarda suçluluk duygusuna da neden olabilir. Vajinismusun bir ilaç ya da operasyonla tedavisi yoktur. Sorun terapi ile giderilebilir. Kadınların bir diğer genel sorunu ise cinsel isteksizliktir.

Bunun da nedeni çoğunlukla psikolojiktir, küçük yaşlardan itibaren yaşanan yasaklar ve baskılar neden olur. Orgazm olamama da etkin bir bozukluk olarak yaşanabilir.

Erkeklerde ise sertleşme sorunu sık görülür. Herhangi bir cinsel etkinlik için yeterli sertleşmenin olmaması veya sürdürülememesi sıkıntının kaynağıdır. Toplumda yaygın olarak rastlanır. Yaşla, sigara ve alkol kullanımı ile diabet hipertansiyon gibi hastalıklarla birlikte rastlanma sıklığı artar. Erken veya geç boşalma da bozukluk olarak karşımıza çıkar. Cinsel işlev bozukluğu, ancak yapılan muayene ve testlerle teşhis edilebilir. Bu yüzden bu alanda uzmanlaşmış hekimlere başvurarak problemi anlatmak ve tedavi arayışına girmek en doğrusudur.



 Vajinal Estetik Operasyonu

Toplumda giderek artan vajina estetiği operasyonu talepleri dikkat çekmektedir. Çünkü genital bölgesinden memnun olmayan bir kadın cinsel isteksizlik ve başkaca sorunlar yaşayabilmektedir. Kadınlar meme estetiği ile nasıl kendine olan güvenlerini artırıyorsa, genital bölgede yapılacak estetik operasyonu da aynı sonucu vermektedir.

Ancak genital estetik operasyonlar gündeme geldiğinde kişinin kendisi veya çevresi çekingen ve kararsız davranabilir. Oysa ki sağlıklı ve doyurucu cinsel hayat sadece çiftin değil kişinin kendi sağlık, huzuru açısından çok önemlidir.

Genital estetik ameliyatları çoklu cerrahi operasyonu anlatır. Halk arasında vajina estetiği olarak tanımlanan genital estetik iç dudak estetiği, dış dudak estetiği, klitoris estetiği, vajina daraltma, dış dudak dolgunlaştırılması olarak yapılabilir. Bu operasyon ayrıca yaşlılık ve menopozun etkilerini gidermek için de düşünülebilir.

Genital organlarla ilgili yaşanan özgüven sorunu kadınlarda cinsel isteksizlik yaratır. Özgüven sorunu kadının ilişkiye kendisini hazırlamaması ve orgazm sorununa yol açabilir. Bu kaygılar önce cinsel isteksizliğe sonra duygusal sorunlara neden olabilir. Estetik görünüm dışında, vajina fonksiyonel anlamda da soruna neden olur. Geniş bir vajina hem kadında, hem de erkekte ilişkide haz problemi yaşatır.

Genital estetik operasyonları genel olarak zor ve riskli operasyonlar değildir. Ancak genital estetik operasyonunu yapacak cerrahın deneyimi önemlidir. Operasyonun zorluk derecesi hangi noktaya ameliyat yapılmasına bağlıdır. Genel olarak tüm operasyonlardan sonra hastanede yarım günlük yatış yeterli olmaktadır.

Kimi hastada bölgesel anestezi tercih edilmekle birlikte, kimi hastada ise kısa süreli lokal anestezi uygulanır. Vajina estetiği sonrası ilk 3 günün evde geçirilmesi önerilir. Daha sonra iş hayatına veya sosyal hayata yavaş yavaş dönülebilmekle birlikte 10 gün sonra günlük hayata adapte olunabilir. 4-6 hafta bekleyerek cinsel hayata dönülmesi mümkündür.



Ozon Tedavisi 

Tıpta bilinen tedavi yöntemlerine ve tekniklerine ek uygulamalar da girmektedir. Hastalıkların tedavisinde ozon tedavisi yeni bir yöntem olarak etkin biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Ozon, atmosferin üst tabakalarında bulunur. Üç oksijen atomundan oluşan ve canlıları güneşin öldürücü mor ötesi ışınlarından koruyan kimyasal bileşiktir.

Tıpta yaygın olarak kullanılmaya başlanan ozon tedavisine oksijen tedavisi de denir. Ozonun kullanıldığında dezenfektan etkisi temizleyici bir etkiye sahiptir.

Ozan tedavisi insanların en önemli ihtiyacı olan bağışıklık sistemini güçlendirmesi başta olmak üzere birçok yararı vardır. Tedavi alanları gerginlikten uzaklaştırır, hormonlarını normal seyrine döndürür, eklem ağrılarına yarar sağlar, kan dolaşımını hızlandırır, hafızanın güçlenmesini sağlar.

Ozon tedavisinin en sık kullanıldığı hastalık, dolaşım bozukluklarıdır. Özellikle şeker hastalarında yaşanan ayak bölgesindeki karıncalanma, uyuşma, üşüme ve ağrılara yönelik uygulanabilir.

Kanser hastalarında da tamamlayıcı tedavi olarak tercih edilir. Bağışıklık sistemini artırır ve kanserle mücadele eden hücrelerin üretimine destekte bulunur. Ozon tedavisinin yaratacağı zindelik, kemoterapinin olumsuz etkilerini gidermeye yardımcı olur.

Üç oksijen atomundan oluşan kimyasal bileşik olan ozon, yüksek enerji taşır ve çok güçlü okside etme özelliği taşır. Etkin bir dezenfektasyon maddesi olarak bilinir.

Bu yapısı ile hastalıkların tedavisinde destekleyici bir yöntem olarak tercih edilir. Ozon tedavisinin başarısı hastalığın ve hastanın genel sağlık durumuna bağlıdır.

Kronik yorgunluk, allerjik hastalıklar, kronikleşen üst solunum yolu hastalıkları,dolaşım bozukluklarında, enfekte olmuş yaralarda, eklem ve kas hastalıklarında MS, Alzheimer, Parkinson benzeri rahatsızlıklarda ozon tedavisi yapılabilir.

Ozon tedavisi alyuvarlarda bir enzim eksikliği var ise uygulanmaz. Aşırı alkol kullananlarda ve troid bezi aşırı çalışanlarda, İleri derecede kansızlık olan hastalarda, yeni yaşanan kalp enfarktüsü ve kanamanın aktif yaşandığı beyin hastalıkları sürecinde ozon tedavisi yapılmaz.

Medikal ozonun bakteri-mantar öldürücü özelliği ve virüs çoğalmasını önleyici özelliği sebebiyle, enfekte olmuş yaraların tedavisinde etkilidr. Düşük dozlarda kullanıldığında, vücut direncini arttırır. Bağışıklık sistemini güçlendirir ve zincirleme pozitif değişiklikler yaratır.

Ozonun deri üzerindeki iyileştirici etkileri de bilinmektedir. Yapılan bilimsel çalışmalardan elde edilen veriler; uygulanan dozaj, süresi ve dokunun antioksidan kapasitesine bağlı olarak güvenli bir yöntem olarak kanıtlanmıştır. Ozon terapinin bilimsel olarak kanıtlamış olan, fiziksel sorunlarımıza en temelden getirdiği çözümler sonucunda, deride artan kan dolaşımı ile birlikte cilt yenilenir, temiz ve pürüzsüz görünüm sağlanır.

Ozon tedavisi uygulamaları dolaşımı arttırmanın yanında birçok hastalıkta bozulmuş olan organik fonksiyonların canlandırılmasına yardımcı olur.Ozon terapinin kullanıldığı hastalıklar çok geniş yelpazededir. Bunların arasında bakteriyel virüs, mantar enfeksiyonları da vardır. Cilt mantarları ve enfekte cilt lezyonları, enfekte yaralar da bulunmaktadır.



Lazerli Bel Fıtığı Ameliyatı

Ülkemizde de dünyada da çok sık rastlanan bel fıtığı hastalığı hareketsiz geçen bir hayatın getirdiği sorunlardandır. Çalışma hayatında uzun süre aynı pozisyonda çalışmak, spor yapamamak bel fıtığını tetiklemektedir.

Teknolojik gelişmeler bel fıtığı ameliyatlarını daha kolay ve kansız yöntemlerle yapılmasına olanak sağlamıştır. Lazerli bel fıtığı ameliyatı bu yöntemlerdendir. Bel fıtığında geleceğin tedavi yöntemi olarak görülmektedir.

Halk arasında bel fıtığının bilimden uzak yöntemlerle çözülebileceği görüşü hekimlerin de ciddi uyarılarına neden olmaktadır. Bu yöntemlerin hastaya başka zararlar verebileceği de bir gerçektir.

Bel fıtığı tedavisi, hastanın konforunu artırmak için yapılır.

Hastalıkta en çok tercih edilen ve dünya genelinde altın standart ise yöntemin mikrodiskektomi, yani mikroskop eşliğinde yapılan ameliyatla bel fıtığının temizlenmesidir. Minimal invaziv yöntemler arasında en yeni ve gelişmiş seçenek; lazerli bel fıtığı ameliyatıdır. Bu yöntemle, epiduroskopun ucunda mikro-kamera, lazer portu ve enjeksiyon portu ve ucu her yöne kıvrılabilen fiberoptik epiduroskop ile anatomik yapılar ayrıntılı olarak görüntülenir.

Video-kamera sistemi ile değerlendirilen fıtıklara lazer uygulanarak, küçültülür. Yapışıklıkların mekanik olarak temizlenmesi sağlanır, sinir sıkışmaları düzeltilir ve ilaç enjeksiyonları yapılarak dokuların fizyolojik sağlıklarına tam olarak kavuşmaları sağlanır. Epiduroskopi, kuyruk sokumundan bir kateter ile girilerek bel fıtıklarına ve sinir sıkışmalarına müdahale etmeyi sağlayan bir yöntemdir.

Epiduroskopi 3 mm boyunda çok küçük bir açıklıktan girilerek uygulanıyor. Herhangi bir yara olmuyor. Dikiş veya pansuman gerekmiyor. Lokal anestezi ile hasta uyanıkken ameliyat yapılıyor.

Bir girişimle bütün bel bölgesi ve tüm fıtıklara müdahale edilme şansı bulunuyor. Kemik veya kaslar etkilenmiyor, zarar görmüyor.



Soprano Buz Lazer

Buz Lazer, özel başlığı olan farklı atış tekniği ile çalışan lazerlere verilen isimdir. Ütüleme olarak tanımlanan yöntemle derinin daha altına inerek derin yerleşim gösteren kıllarda etkili bir tedavi yöntemidir. Buz lazer epilasyon, ince ve açık renkli tüylerde de etkilidir. Tüm cilt tipleri için uygundur. Adeta ütü yapar gibi derinin üzerinde gezdirilerek yapılır ve jel kullanılır.

Sonuçları kişiden kişiye, yaşa, hormonal özelliklere, kıl ve ten rengine bağlı olarak değişiklik gösterdiği için uygulama zamanlamaları farklıdır.

Buz lazer uygulaması yapılacak bölgede krem, makyaj, kozmetik varsa temizlenir. Bölgedeki kıllar tıraş makinesi veya jilet kullanılarak azaltılır. Lazer başlığın kolay kayması için yüzeye jel sürülür, sonrasında ütüleme olarak adlandırılan yüzeyde başlığın gezdirilmesi yöntemiyle uygulama yapılır. Buz lazer epilasyonda ağrı ve acı yok denecek kadar azdır. Cildi çok hassas olan kişiler de işlemden 1 saat önce lokal anestezik krem sürülür bu da rahat bir epilasyonu sağlar.

Soprano buz lazer uygulaması öncesi solaryuma girilmemelidir. Ağda ve sir gibi kökü alacak uygulama yaptırılmamalıdır, kıl köklerinizin kurutulması için bölgede kıl olmalıdır. 1-2 gün öncesinden tıraş makinesi veya jiletle kısaltılma yapılabilir. Sıklıkla akne tedavisinde kullanılan ilaçlar 6 ay öncesinden bırakılmalıdır. Kimyasal peeling yaptırılmamalıdır.Herhangi bir cilt ya da kronik hastalığınız varsa işlem öncesi mutlaka bildirmeniz gereklidir.

Epilasyondan sonra olası cilt kızarıklığı 1-2 saat içerisinde geçer, çok hassas ciltlerde 1-2 gün sürebilir. 24 saat boyunca uygulama yapılan bölgeye sıcak su temas ettirilmemelidir. Lekelenmelere sebebiyet vermemek için güneşte uzun süre kalınmamalıdır.

Buz lazer epilasyon tedavisi uygulandıktan ancak 15-20 gün sonra kıl dökülmeleri başlar. Tedaviden 15 gün sonra kıl dökülmesini hızlandırmak içen çok sert olmayan bir kese yardımıyla duş alınabilir.

Genelde diğer lazer çeşitlerinde yazın işlemlere ara verilmesi gerekirken buz lazer epilasyon 4 mevsim uygulanabilir.

Erkek buz lazer epilasyon uygulamaları en çok sırt ve göğüs bölgeleri için tercih edilmektedir.



Renkli Doppler Ultrason 

Damarlarımızda meydana gelebilecek hasarlar ile kan akışının olumsuz bir hale gelip gelmediğini belirlemek amacıyla yapılan görüntülenme Doppler olarak adlandırılır. Halk arasında renkli ultrason olarak bilinir. Bu görüntüleme tekniğiyle kan damarlarında olası sorunun belirlenmesi kolaylaşır.

Doppbler; arterler veya damarlarda kan akışında azalma belirtilerinin görülmesi durumunda, vücuttaki kan pıhtılarını ve tıkalı yahut daralmış durumda olan kan damarlarını bulmak amacıyla, vücudun derinlerinde bulunan bir damarda meydana gelen kan pıhtısının tespit edilmesi için yapılır. Bu görüntülemeler ileride büyük sıkıntılar yaratabilecek anevrizmaların tespitinde çok etkilidir. Bacak damarlarındaki zayıf bir şekilde işleyen kapaklar, bacaklarda kan veya diğer sıvıların toplanması durumunda, felç ya da başka bir sağlık sorunu sonrasında kan akışı kontrolünde kullanılır. Kalp kapağı kusurları ve doğuştan söz konusu durumda olan kalp hastalığında ve varisli damarları ya da farklı damar sorunlarının incelenmesinde de etkin biçimde kullanılmaktadır. Bu görüntüleme yöntemi ayrıca organ nakilleri sonrasında (böbrek ve karaciğer) bu organlara giden kan akış miktarının tespiti için önemli bir yöntemdir. Pankreas ve dalakta yaşanan kan akış problemleri ile fetüs ve anne sağlığını değerlendirilmesi gibi durumlarda renkli doppler ultrasondan yararlanılır.



4 Boyutlu Renkli USG

4 boyutlu renkli USG kullanılarak yapılan incelemeler yoğunluklu olarak hamileliklerde kullanılan bir görüntüleme biçimidir. Ultrasonografi ile elde edilen radyolojik tanı yöntemleri arasında kolay ve hızlı uygulanması, radyasyon içermemesi nedeniyle özellikle batın bölgesinde ve pelvis organları ve meme incelemesinde tercih edilir.

Hamilelik takibinde de tercih edilen ilk yöntemdir. Hamile kadınlarda 4 boyutlu inceleme yapılır. Anne karnında fetus değerlendirilir ve fotoğraf-CD ile kayıt altına alınabilmektedir. 4D ultrason hamilelikte 11 -13. haftalar ve 18 – 22. haftalarda ultrasonu tamamlayıcı bir tetkik olarak yapılır. Görüntüleme bebeğe ya da anneye zarar vermez. Bu teknoloji ile ayrıca bebeklerin hastalıklarının tespiti doğum öncesi görülebilmektedir.

Gelişen teknoloji ile 4D ultrason yerini ‘HD Live Ultrason’a bırakmaya başlamıştır. HD Live Ultrason 4D ultrason ile elde edilen görüntülerin değişik ışıklandırma ve renklendirme teknikleri gerçeğe yakın görüntü elde edilmesini sağlamaktadır. Bu çekimlerle bebek normal görüntüsüne en yakın şekilde görülebilir. Bu teknoloji sayesinde bebeklerin hastalıklarının tespitinin yanı sıra onları doğmadan önce en gerçek haliyle görülmesini sağlar.

Yüksek kalitede görüntü alabilen ultrasonografi cihazları ile batın organlarının yanı sıra tiroid, testis, meme, tükürük bezleri gibi organlarındaki hasarlar ve hastalıklar da artık aydınlatılmaktadır.



Karotis Anjiyografi

Damarlarımızdaki kan akışı sorununun genel olarak görüntülenmesi anjiyografi olarak adlandırılan yöntemle yapılır. Bu bir inceleme olup, damarların görüntülenmesi için kullanılır. Görüntülenecek bölgeye göre bu incelemelerin ismi de değişir. Örneğin kalp damarları görüntüleniyorsa koroner anjiyografi olarak adlandırılır.

Halk arasında şah damarı olarak bilinen damarımız olan “karotis arter” görüntüleniyorsa ise bu yönteme karotis anjiyografi denilir. Aynı şekilde beyne giden damarların, böbrekler, karın içi, kol ve bacak damarlarının görüntülenmesi de yine anjiyografi kapsamındadır. Anjiyografik işlemler ameliyat değildir, bir tanı yöntemidir.

Şah damarı diye bilinen karotis damarındaki darlık orta yaş üzeri hastalarda görülür. Genelde 40 yaşından sonra karotis damarında darlık yaşanır ve ileri aşamada damar tıkanıklığına yol açabilir. Daralmanın en önemli gerekçesi ise damar sertliği olarak bilinir. Damara alınan darbe sonrası da damarda hasar oluşabilir.

Bu bölgedeki tıkanıklık; görme kaybı, konuşma bozukluğu, kol ve bacak veya her ikisini birden hareket ettirememe, konuşanı anlayamama gibi sorunları beraberinde getirebilir. Bu tip felçlerin yanı sıra yüz felci de yaratabilir. Bu olgular baş dönmesi, bulantı, kusma gibi belirtiler ile ortaya çıkabilir.

Karotis anjiyografi ile tanı konulduktan sonra hastanın tedavisine geçilir. Tespit edilen darlık çok değil ise kan sulandırıcı ilaçlarla hastanın izlenmesi söz konusudur. Hastanın şikayetleri sürüyor ise veya darlık yüzde 70 üzeri ise o zaman bu darlığı genişletmek gerekir ve iki yol izlenir. Birincisi açık ameliyatla damarı açıp içindeki kireç birikintilerini temizlemek. Diğeri ise anjiyo yöntemiyle kasıktan girerek oraya gidip stent yerleştirmek ve orayı genişletmektir. Stent takma diğer damarlarda olduğu gibi kasıktan girilerek yapılır.

 



Koroner Anjiyografi

Kalp krizi riski olan veya bu şüphenin kuvvetli olması söz konusu hastaların tanı konulması için uygulanan koroner anjiyografi diğer anjiyo uygulamalarından daha kolay bir işlemdir. Erken tanı için genelde bu yöntem tercih edilir. Uygulamada saniyeler sonrasında damarlardan görüntü alınıp, durum analiz edilmektedir.

Kalp krizlerinin yüksek yaşandığı Türkiye’de sanal anjiyo olarak adlandırılan bu yöntemde, ileri teknoloji sayesinde işlemler ağrısız ve acısız olarak yapılıyor. Damarların görüntüsü çok kısa sürede alındıktan sonra potansiyel hasta aynı gün normal yaşamına geri dönebiliyor. Sonuç damar tıkanıklığı olarak görülüyorsa, daralmış veya tıkanmış oldan damarlar anjiyo sırasında balon yöntemiyle veya stent ile açılabiliyor.

Koroner anjiyografi uygulamasında lokal anestezi yapılıyor. Ardından el bileğinden ya da kasıktan damar yolu açıldıktan sonra, ince bir plastik kabloyla kalp damarlarına gidiliyor. Damarın daha iyi görüntülenmesi için renkli bir sıvı veriliyor. Kontrast madde olarak tanımlanan bu özel ilaç ile damarların farklı açılardan görüntülenmesi ile devam ediliyor. Bu arada damarda tıkanıklık olup olmadığı belirleniyor. Bu işlemlerde hastaya kasıktan yapılan müdahalede genelde 6 saat, bilekten müdahalede 2-3 saat, stent ya da balon uygulandığında bir gün hastanede kalış süresinden sonra taburcu ediliyor.



Periferik Anjiyo

Periferik Anjiyo hastanın pelvik bölgesi diye adlandırılan kol, bacak gibi damar arterlerinin görüntülenmesine verilen isimdir. Bu işlemin yapılması ile bu bölgelerdeki damarlarda daralma veya tıkanma olup olmadığı belirlenir. Bu tanılama şeklinde de koroner anjiyografiye benzer bir yöntem uygulanır. Sadece görüntülenecek damarlar farklıdır.

Periferik anjiyografi, bacaklar ve kollar ile birlikte hastanın atardamarlarında darlık şüphesi üzerine uygulanır. Hastanın daralma ile gelişen rahatsızlıkları söz konusu ise anjiyografi yapılır. Herhangi bir ameliyat düşünülürse de bu yöntem kullanılır. Ameliyat ihtiyacı olmayan durumlarda anjiyo sırasında balon ya da stent inceleme sırasında uygulanabilir.

Periferik anjiyonun yapılacağı alan lokal anestezi ile uyuşturulur. Damar bulunduktan sonra içine bir kılıf yerleştirilir. Kalınlığı 2 milimetre olan borucuklar kılıf içerisinden ilerletilerek hedef damara ulaşılır. Burada da özel bir ilaç verildikten sonra röntgen ışınları kullanılarak görüntü alınır. Buradan elde edilen sonuca göre de hekimler yapacağı işleme karar verir.

Anjiyografi el bileğinden yapılmışsa hastanın günlük hayata dönmesi kolay olur. El bileğinden yapıldığında da stent takma işlemi de gerçekleştirilebilir. Tüm bu işlemlerde risk oranı çok çok düşüktür.



Diş Ağrısı Nasıl Geçer?

Basit ya da ağır seyreden ağrılarda, hasta ilk olarak diş hekimine başvurmalıdır. Hafif diş eti iltihapları 2-3 gün sonra kendiliğinden iyileşebilir. Hemen hekime gitme fırsatınız yoksa, ağrıyan tarafla çiğnemeyi azaltmanız, tatlı tüketimini azaltmanız, tuzlu suyla gargara yapmanız ağrıyı geçici olarak azaltabilir.

Kalıcı olmamakla beraber evde birtakım işlemler ile ağrınızı hafifletebilirsiniz. Evde diş ağrısını giderme yöntemlerinden ilk olarak bir çay kaşığı tuzu bir bardak ılık su ile karıştırmak ve bu tuzlu karışımla ağzı iyice gargara etmek olabilir.

% 3’lük bir hidrojen peroksit(oksijenli su) çözeltisi ile ağzı temizlemek iltihabı ve ağrıyı azaltmaya yardımcı olabilir. Ağız gargara yapıldıktan sonra çözeltinin yutulmaması gerekir.

Ağrının olduğu yere buz uygulanabilir. Reçetesiz satın alınabilen ağrı kesiciler kullanılabilir.

Ezilmiş sarımsak ve karanfilden yapılan bir karışım etkilenen bölgeye uygulanabilir. Sarımsak içerdiği antimikrobiyal alisin sayesinde zararlı bakterileri öldürebilir ve ağrıyı hafifletebilir.

 

Diş Ağrısı Nasıl Önlenir?

  • Düzenli diş fırçalamak,
  • Ağız gargarası kullanmak,
  • Diş ipi kullanmak,
  • Düzenli aralıklarla yapılan diş hekimi muayeneleri
  • Beslenme alışkanlıklarının değişmesi


Diş Ağrısının Tedavisi

Diş ağrısının kaynağını bulmak en önemli aşamadır. Diş hekimi, öncelikle ağrının nerede olduğunu, ne zaman başladığını, ne kadar şiddetli olduğunu ve ağrıyı ağırlaştırıp hafifleten unsuların neler olduğunu belirler. Hekim, ağız içi ve ağız dışı muayenesini tamamladıktan sonra en doğru teşhisi koymak için diş röntgenine başvurur. Tespit sonrasında uygun tedavi izlenir.

Dişte çürük nedeniyle kaynaklanan bir ağrı varsa hekim çürüğü temizlerek dolgu yapacaktır. Diş, kurtarılamayacak kadar geniş çürük içeriyorsa dişin çekimi de gerçekleştirilebilir. Diş ağrısı sinirlerden kaynaklanıyorsa kanal tedavisi yapılır. Diş etinden kaynaklanan ağrılarda, derin bir diş taşı temizliği ve hekimin önerdiği ilaçlar, gargaralar tedavi yöntemi olarak tercih edilir.

 



Diş Ağrısı Neden Olur?

Diş ağrısı sıcak veya soğuk tüketiminde, ağız açılıp içeri hava çekildiğinde veya ani bir şekilde oluşabilir. Dişte sızlama, zonklama, keskin veya sürekli devam eden ağrılar söz konusudur. Farklı durumlarda oluşan bu ağrıların hepsinin nedeni birbirinden ayrıdır ve diş hekiminiz tarafından teşhis konulup tedavi edilir.



Diş Ağrısı Önemli Mi ?

Diş ağrısı ölümcül sonuçları olan bir durum değildir. Ancak, dişte tedavi edilmeyen enfeksiyon(ağrı) vücudun geri kalanına yayılabilir. İlerde yaşanabilecek büyük sorunlar için, diş ağrısı hafife alınmamalı ve diş hekimine başvurulmalıdır. Özellikle dişin kalbi olarak adlandırılan dişin en alt tabakası pulpa, sinirler,dokular ve kan damarlarıyla dolu yumuşak bir dokuya sahiptir. Pulpada bakteriyel enfeksiyon olursa bu şiddetli bir ağrıya veya apseye neden olur. Diş ağrıları baş ağrısına, kulak ağrılarına da  sebep olabilir.



Adet Geciktirici Zararlı Mı?

Kadınların belirli dönemlerde, özellikle de tatil seyahatlerinde “Regl” olmamak için” başvurduğu adet geciktirici ilaçların doğru kullanılmaması halinde vücuda zararları olmaktadır. Kadınlar gerekli gördüklerinde kurtarıcı rol oynayan adet geciktirici ilaçları, doktorlarının önerdiği biçimde kullanmak zorundadır.

Adet kanaması, adet döneminin ikinci yarısında salgılanan progesteron hormonunun kandaki düzeyi düşünce oluşuyor.Doğum kontrol hapı kullanan kadınlar, eğer ilacı kesmeden devam ederse adet kanamasını geciktirebilir. Doğum kontrol hapı kullanmayan kadınlar ise progesteron içerikli ilaçlara, adet kanamasından en geç 3 gün önce başlamalıdır.  Kadınlar bu süreyi geciktirmek istedikleri kadar devam etmelidir. Bunun yanı sıra adet geciktiren ilaçların 10 günden fazla kullanılması önerilmiyor.  Bu süre aşılırsa kadınlar adet düzensizliği yaşayabiliyor.

 

Geciktirici hapların kanıtlanmış bir sakıncası veya yan etkisi olmadığı belirtiliyor ancak bu haplar, hormonal yükleme yaptığı için doktora danışılarak kullanılmalıdır. Çünkü; adet geciktirici hapları alışkanlık haline getirilirse bazı kadınlarda vücutta şişkinlik, göğüslerde hassasiyet, varis, kanama miktarında artış ve kabızlık gibi şikâyetlere de yol açabiliyor. Aynı zamanda bu haplar yumurtalıklarda gerçekleşen döngüyle rahim iç duvarında gerçekleşen döngü arasındaki dengeyi bozma olasılığına sahip. Bu durum ise hamile kalmada güçlük yaratabilir.

Ayrıca, 40 yaşın geçen kadınlar, karaciğer rahatsızlığı olanlar ile akciğer embolisi geçirmiş hastalar ve meme kanseri olanlar için bu haplar önerilmiyor.



Smear Testi Kimler Yaptırmalı?

Rahim ağzı kanseri erken teşhisi için kullanılan bir yöntemdir.

Rahim ağzı kanseri erken teşhis edilemediğinde ve geliştiğinde iyi sonuç alınma olasılığı düşüktür. Bu nedenle Smear testi yapılır.  Rahim ağzı (serviks) kanserinin ve kanser öncüsü durumlarının saptanmasını amaçlayan bir tarama testidir. Bu yöntem ile gelişmiş ülkelerde rahim ağzı kanseri görülme sıklığı yüzde 70 kadar azalmıştır. Türkiye’de ise daha sıktır.

Smear testinde anormal hücre bulunmayan bir kadında, bir sonraki yıl içinde rahim ağzı kanseri görülme sıklığı çok düşüktür. Buna karşın, kanser öncüsü lezyon aşamasında veya çok erken evre kanser aşamasında yakalandığında tedavisi yüksektir. Erken tanı bu yüzden çok önemlidir.

Smear ya da bir diğer ifade ile PAP smear testi kadınlarda rahim ağzından bir fırça yardımı ile sürüntü alıp, rahim ağzı hücreleri değerlendirilir. Hücreler mikroskopla incelenir. Bu testin yapılması sırasında ağrı duyulmaz. Sadece rahim ağzı fırça darbesi sonucu kanayabilir. Lekelenme tarzı bir kanama meydana gelebilir. Testten önce 3 gün cinsel ilişki yaşanmamış olması ve vagen içinin suyla yıkanmamış olması testin başarı oranını artırır.

Bu testin alınma sıklığı konusunda farklı görüşler olsa da herhangi bir sorun görünmüyor ve test sonucu normal ise 1 yıl arayla alınması önerilmektedir.

Smear Testi 18 yaşından itibaren veya cinsel aktivite başladıktan sonra yapılmalıdır. Smear testi ayrıca, vajina ve rahim ağzındaki bazı enfeksiyonların tanı ve tedavisini de mümkün kılar. Rahmi alınmış kadınlar da smear testini yaptırmalıdır. Vajinayı kaplayan hücreler rahim ağzındakine benzerdir ve bunlarda da hücresel anormallikler gelişebilir. Rahmi alınan kadınlar düzenli aralıklarla yılda bir smear testi yaptırılmalıdır.



Vajinada Akıntı Türü

Vajinada akıntı türleri altında yatan nedene bağlı olarak farklılık gösterebilir. Akıntı türlerinde ise çoğunluk yumurta akı kıvamındaki akıntılardır. Renksiz ve kokusuzdur. Vajinada sümüksü akıntı ise cinsel uyarılma ile açıklanır.Açık sarı rengindeki akıntılar genellikle endişe edilecek bir duruma işaret etmez. Ancak rengi yeşile dönmüşse enfeksiyon riski taşıyor demektir.

Akıntının rengi tam yeşilse ve kötü koku, idrar esnasında yanma ve vajinal kaşıntı varsa “Bel soğuklu hastalığı” olabilir.Cinsel yolla bulaşan bel soğukluğu vücuda yayılma olasılığı vardır ve acilen başvurulmalıdır.Sarı akıntı östrojen ve progesteron hormonlarındaki düzensiz artışlardır. Kahverengi ve kan kırmızı rengindeki akıntılar ise genellikle adet kanaması olarak tanımlanır. Ancak akıntının ne zaman geldiği önemlidir. Kırmızı renkteki akıntılar, adet döngüsünden 10 gün öncesi gelmişse düzensiz kanamadan bahsedilebilir.

Bazı kadınlar, ilk cinsel ilişkisinde de pembemsi akıntılar yaşayabilir. Akıntının rengi beyazsa ve topaksı dokudaysa maya mantarlarının neden olduğu enfeksiyon olabilir.

Vajinal akıntılar türüne göre  tedavi edilir. Laboratuvarda incelenen akıntı örneği, enfeksiyon kaynaklıysa bakterinin veya virüsün türüne göre antibiyotik ilaçlara başlanabilir. Vajina kremleri, ağrı ve ödem azaltıcı lokal tedaviler uygulanabilir.



Vajinada Akıntı Neden Artar?

Vajinada akıntılar, fizyolojik ve patolojik nedenlerden dolayı artış gösterir. Patolojik akıntı vajinada ve rahim içinde yaşanan enfeksiyonlu bir hastalığı anlatır.

Patolojik akıntılar iki grupta değerlendirilir. Birinci grupta fazla östrojen salgılanması ile oluşan polipler, rahim kalınlığının ve rahim içi tümörlerinin yarattığı kanserler ve enfeksiyona bağlı rahim yaralarıdır.

Vajinal kaynaklı nedenler ise antibiyotik ilaç ve doğum kontrol hapı kullanımına bağlı mantar hastalıkları, mastürbasyon amacıyla vajinaya yabancı cisim sokulması, şeker hastalığının neden olduğu sorunlar, vajinal temizliğin yapılmaması durumunda karşılaşılabilecek sorunlardır.

Vajinal akıntı, vücuttan salgılanan gözyaşı, ter, tükürük gibi doğal karşılanmalıdır. Çünkü vajina dokusundaki ölü hücrelerin ve bakteriler bu yolla atılır ve temiz kalmasını sağlar.



Beyaz Akıntı Nedir?

Kadınların yaşadığı vajinal akıntılar zaman zaman farklı renklerle ortaya çıkar. Genital hijyen açısından vajinal akıntı çok önemlidir.  Adet döngüsünün yaklaşması, hastalık kaynaklı sorunlar, gebelik gibi durumlar vajinal akıntıların her kadında farklı şekillerde görülmesine etki eder.

Sümüksü denilen türdeki akıntılar genellikle cinsel uyarılma ile yaşanır, uyarılma geçtikten sonra kesilir. Bu durum adet döngüsünün başında ve sonunda da yaşanabilir. Genellikle kadının vücudunda  hormonal değişimden kaynaklanır, kokusuz ve renksiz olduğu sürece endişe edilecek bir durum yoktur. Ancak renk, koku ve kıvam değişmesi yaşanırsa mutlaka doktora başvurulmalıdır.

Akıntı; eğer süt beyazı renginde ve akıntının rengi krem kıvamındaysa; bu durum vajinal yağlanmanın arttığını belirtir. Akıntının devamında pıhtı ve kötü koku yoksa endişe edilmemelidir. Bu durum çoğunlukla kadının adet gününden bir veya birkaç hafta öncesinde görülür.

Akıntı, şiddetli olmadığı ve yaşam kalitesini düşürmediği sürece normaldir. Ancak, renginde ve kokusunda farklılık gözleniyorsa mutlaka bir jinekolojik muayeneden geçilmelidir.



Rahmin Yukarıda Olması Hamileliğe Engel Mi?

Rahim, annenin doğum yapabilmesi için döllenen yumurtanın tutunup beslendiği, geliştiği ve doğuma kadar yaşadığı organdır.

Annelik için rahim ağzının, rahim içinin doğuştan kusursuz yaratılmış olması ve sonra hasar görmemesi önemlidir. Aksi halde yumurta döllenip rahime tutunamaz, oraya yerleşemediği için gelişemez. Kadın kısırlıklarında sıkça rastlanan sebeplerden birisi de rahim anomalileri bozukluklarıdır. Rahim bozukluğu doğuştan ve sonradan diye iki kısımda değerlendirilmelidir.

Doğuştan gelen rahim bozuklukları rahmin çift oluşu, bölmeli oluşu, boynuzlu oluşu şeklinde açıklanabilir. Rahim iç dokusunun iltihaplanması, enfeksiyonu, rahim içinde oluşan tümörlerden kaynaklı sorunlar ve rahim iç örtüsünün gebelik için gerekli özelliklere sahip olmaması ise sonradan olan faktörlerdir.

İster doğuştan isterse sonradan olsun rahim anomalileri tedavi edilmelidir. Aksi halde  doğal yolla ya da tedavilerle hamilelik mümkün olmaz.

Doğuştan ve sonradan oluşan rahim bozukluklarının adet görememe, karın ve kasıklarda ağrı, sızı, adet döneminde ağrı, bebekte gelişim bozuklukları yapabilir.  Düşük gebelikler ve erken doğum rahim bozukluklarından kaynaklanabilir. Ayrıca gebelik oluşsa ve bebekte organ gelişimi bozukluklarına ve anne adaylarının doğumunda sorun yaşanabilir.



Menopoz Sonrası Hormon Testi

Kadınların belirli bir yaşa gelmesiyle veya  çeşitli nedenlerle yumurtalıklarda östrojen hormonu üretimi durabiliyor. Ameliyat sonucu yumurtalıkların alınması ve bazı ilaçların kullanımıyla da ortaya çıkabiliyor. Östrojen hormonu yetmemeye başladığında sorunlar yaşanıyor. Tıp biliminde östrojen hormonu eksikliği ile birlikte yaşanan bu döneme menopoz adı veriliyor.

Menopoz süreci bazı kadınlarda çok sıkıntılı geçebiliyor. Kadında tüm yaşam kalitesini bozacak kadar şiddetli seyredebiliyor.

Menopozun getirdiği sorunların hafifletilmesi amacı ile östrojen hormonu tedavisi uygulanabiliyor. Menopoz sonrası hormon kullanan sağlıklı kadınların, kullanmayanlara göre yüzde 20 oranında daha uzun yaşadıkları biliniyor. Menopozda, yetersiz olan hormonları yerine koyma anlamına gelen hormon replasman tedavisi (HRT) uygulanıyor. Bu amaçla östrojen veya östrojen ve progesteron içeren ilaçlar veriliyor. Menopoz sorunlarının çoğu, bu tedavi ile sona eriyor. Hormon kullanılması, sıcak basmaları, uyku bozuklukları, vaginal kuruluk, idrar yolları hastalıkları, psikolojik sıkıntıları önlüyor. Osteoporoz ve buna bağlı gelişen kemik kırılmaları önemli ölçüde azalıyor. Kalp ve damar hastalıklarında azalma görülüyor.



Çikolata Kisti Belirtileri Nelerdir?

Endometrioziste görülen yaygın belirti ve şikayetlerin başında ağrılı adet dönemleridir. Ayrıca bel ve karın ağrısı da olabilir. Bu ağrılar çok şiddetli olabilmektedir.

İlişki sırasında ağrı görülebilir. Dışkılama veya idrara çıkma sırasında ağrı yaşanabilir. Sık olarak adet dönemlerinde belirginleşen dışkılama ya da idrar yapma sırasında ağrı şikâyetleri olabilir. Zaman zaman adet dönemlerinde aşırı kanama veya dönemler arasında anormal kanama görülebilir.Adet dönemlerinde artan yorgunluk, ishal, kabızlık, şişkinlik, bulantı gibi belirtiler yaşanabilir. Çocuk sahibi olmada zorluk çeken çiftlerde çikolata kisti görülebilmektedir.



Endometriozis (Çikolata Kisti) Nedir?

Kadınların üreme yaşlarında yaşanan hastalıklardandır. Endometriyozis olarak tıp dilinde adlandırılan çikolata kisti, kadınların yaşam kalitesini sınırlar.

Belirtileri ve şiddeti, hastalığın yerleştiği bölgeye göre farklı bulgulara yol açar. Başka hastalıklar ile de karışabilen çikolata kisti, bazen hiç bulgu vermeyebilir.Tanı konulmadan yıllar geçiren hastalar olabilmektedir. Üreme çağındaki kadınların yüzde 10’unda ve kısırlık nedeniyle doktora başvuran kadınların yüzde 40’ında endometriozise rastlanır.

Çikolata kisti, rahmin iç tabakasında bulunması gereken ve hormonlara duyarlı bir doku olan endometrium’un rahim dışında başka organlara yerleşmesi ve burada büyüyerek hastalık oluşturmasıdır.Endometriozisin genetik yatkınlık ile yaşandığı düşünülür. Annesinde ya da kız kardeşinde endometriozis olan kadınlar, hastalığa yakalanma açısından daha risklidir. Çevresel faktörler de hastalığı tetikler.

 



Miyom Ve Polip Farkı

Kadınların sıklıkla yaşadığı hastalıklardan birisi de rahimde oluşan poliplerdir. 1 santim üzerindeki polipler, hamile kalamamaya veya bebek düşüklerine yol açabilir. Rahim İçi polipler her 10 kadından birinde görülebilmektedir. Bunlar rahimin en iç tabakasından  kaynaklanan iyi huylu tümör oluşumlarıdır. Halk arasında ”rahim içerisinde et parçası” olarak tanımlanırlar.

Polipler uzun süre adet kanaması, ara kanama, menopozda kanama, ve geçmeyen kahve renkli akıntı  şikayetlerine neden olur. Poliplere neden olan faktörler tam bilinmese de östrojen aktivitesinin fazlalığından kaynaklanmış olabilir. Meme kanseri tedavisi gören kadınlarda da polip görülme olasılığı artmaktadır. Poliplerin büyük bir bölümü herhangi bir şikayete neden olmasa da tanımlandığında alınması gerekir.

Miyomlar, rahim kas dokusunda gelişirler. Yaklaşık 5 kadından ikisinde görülen iyi huylu tümörlerdir, rahmin kas dokusu içerisinde, rahim boşluğuna doğru ve rahim dışına doğru çapları farklı olan tipleri vardır. Miyomlar sıklıkla asemptomatiktir. Şikayet yaratmasa da, yerleşim yeri ve boyutuna göre adet kanamasında artış yapar. Kasık ağrısı, idrar ve barsak alışkanlığını bozabilir.

Miyomların bir kısmında takip yeterlidir. Kesin bir ilaç tedavisi yoktur, çözüm cerrahi müdahaledir. İki yöntemle alınırlar. Birincisi  karın kesisi açık cerrahi, diğeri ise kapalı yani laparoskopik yöntemdir.

Miyom boyutu sayısı ve yeri uygunsa öncelikli tercih laparoskopik yöntemdir.Rahim boşluğu içerisinde şiddetli ağrı ve kanamalara sebep olan miyomlar ise kapalı bir işlemle rahatlıkla çıkarılabilmektedir.



Polikistik Over Belirtileri Ve Tedavisi

Doğurganlık yaşlarındaki kadınlarda görülen polikistik over sendromu  yaygın bir hastalıktır. Kadınların adet düzensizlikleri başlamışsa ve tüylenmede artış varsa bu belirtilere dikkat etmeleri gerekir.

Polikistik over  rahatsızlığı yaşayanlarda ilk adet düzensizliğinde tüylenme artar. Ergenlikte kilo almayla birlikte  sıkıntılar belirginleşir. Hastanın gördüğü adet sayısı azalır. Normal bir kadında adet  görme döngüsü 21-35 gündür. Polikistik Over Sendromu yaşayanlarda ise adet sıklığı 35 günden daha fazla olur ve genellikle yılda 9’dan az adet görürler. Hastaların bir kısmı uzun süre adet görmeyebilir.

Kadınlarda ilk adet görüldükten sonra 2-3 yıl içinde adet düzensizliği görülmesi normaldir. Buna tüylenme eşlik ediyorsa PKOS araştırmasına girişilmelidir. 20’ li yaşlarda da devam eden sivilce  ve erkek tipi saç dökülmesi de  hastalığın belirtisidir.

PKOS tanısı için adet görülmesinin ardından 2 -5. günler arasında  hormon incelemeleri ve yumurtalık ultrasonografisi yapılır.  Yumurtalık görüntülendiğinde çok sayıda küçük kist görülür, bununla beraber  PKOS’lu olguların bir kısmında  yumurtalıklar normal olabilir yani kist görülmeyebilir. Erkeklik hormonlarının ( androjenler) düzeyi  genellikle artmıştır, ancak bazı olgularda normal de olabilir. Adet düzensizliği yada yumurtalıklarda kist oluşumu  ve tüylenme yada androjenlerin artması PKOS tanısını koymak için yeterlidir.

PKOS gelişiminde genetik ve çevresel etkiler de incelenir. Obezite ve insülin direnci etkileşimi önemlidir. PKOS hastalarında fiziksel problemlerin yanında depresyon ve anksiyete duygu bozuklukları da yaşanabilir. PKOS’ lu olgularda  şeker hastalığı görülme sıklığı  normal kadınlara göre 4-6 kat fazladır.

Bu nedenle hastalarda şeker  yükleme testi yapılır.  Bununla beraber  kötü kolesterol düzeyi artabilir, iyi kolesterol düzeyi azalabilir.

Hastanın çocuk isteğine göre tedaviler farklılık gösterebilir. Bununla beraber yaşam tarzının değiştirilmesi önerilir. PKOS’lu hastaların yüzde 50’sinde fazla kilo dikkat çeker. Bu nedenle kilolu hastalarda tedavide birinci hedef kilo kaybıdır. Kilo kaybı sonucu insülin direnci azalacağı için erkeklik hormonları azalır. Kilo kaybı yumurtlamanın sağlıklı olmasını sağlar ve  gebelik olasılığını arttırır.  Bunun yanı sıra tüylenmenin ve sivilcenin düzelmesinde de yararlı olur.



Erken Menopozun Nedenleri

Ülkemizde kadınların menopoza girme yaşı 46 ile 50 arasındadır. ABD’de 52, Avrupa’da 50 yaş ortalaması ile görülür. Ülkemizde her 100 kadından 3’ünün erken menopoz açısından risk taşıdığı kayıtlara geçmiştir.

Adet yaşanma süreci 40 yaşından önce kalıcı olarak kesilmesi ile erken menopoz yaşanır. Bu durum uzun vadede infertilite (kısırlık), osteoporoz, kardiyovasküler hastalıklar ve felç gibi ciddi sağlık problemlerine yol açabilir. Bu durum annelik şansını da sonlandırır.   Bu nedenle erken menopoza karşı önlem alınması çok önemlidir.

Yumurtalıklara zarar veren ya da östrojen üretimini durduran etkenler risk demektir. Bunlara bağlı yaşanacak erken menopoz riskleri de beraberinde getirir. Kadınların menopoza girme yaşı genetik nedenlere de bağlı olabilir. Dolayısıyla erken menopoz için tıbbi bir neden yoksa altta yatan neden genetik geçiştir. Sürekli ve düzenli sigara içen her 10 kadından biri erken menopoz için risk altındadır. Günde 20’den fazla sigara içen kadınlar, içmeyen kadınlardan 2 yıl önce menopoza girebilmektedir. Çok zayıf veya çok kilolu olmak adetlerin kesilmesine ve bu kadınların üçte birinin erken menopoza girmesine neden olabilmektedir. Bunun tam aksine çağımızın önemli bir problemi olan obezite de erken menopozun nedenleri arasında yer almaktadır.

Hareketsiz yaşam, egzersiz yapmamak vücutta aşırı hormon ve toksin birikmesi de erken menopoza zemin hazırlamaktadır.

D vitamini eksikliği, kalsiyumdan eksik beslenme çok önemlidir. Kadınların stres ile yaşadığı sorunlar da hormonal sistemde değişikliğe neden olabilmektedir.Araştırmalar, kronik endişe, hüzün, korku ve diğer olumsuz duyguların, üreme sistemi ekseni işleyişini değiştirerek erken menopoza yol açabileceğini göstermektedir.

Erken menopoz, tiroit ve romatoid artrit gibi otoimmün (bağışıklık sistemi) bir hastalığın sonucu da gelişebilir. Kabakulak, erken menopozla bağlantılı en yaygın hastalıklardan biridir. Kanser sürecinde kemoterapi ve radyasyon tedavileri de yumurtalıklara zarar verebilirken,  yumurtalıkların operasyonla alınması da erken menopoza yol açabilmektedir.



Rahim Ağzı Kanseri Tanı ve Tedavi

Türkiye’deki kanser vakalarında yıllık ortalamalara bakıldığında sıklıkla görülmesi bakımından 8. sırada yer aldığı kayıtlara geçen Rahim kanseri, dünyada da yılda 500 bin dolayında kadında görülmektedir. Tıp biliminde “serviks kanseri” olarak tanımlanır.

Rahim ağzı kanseri rahim ağzındaki normal hücrelerin anormal hücrelere dönüşmesi ve kontrolsüzce büyümesi ile meydana gelir.  Belirtisi ilk anlarda anlaşılmaz. Belirti olduğu zaman ise anormal vajinal kanama görülebilir.

Adet dönemleri arasında, menopoz sonrası ve cinsel ilişki sonrası vajinal kanama var ise kadınların mutlaka hekime başvurması gerekir.

Kadınların bu sorunu karşısında smear olarak da adlandırılan  Pap testi  yapılır.  Bu test rahim ağzından küçük bir fırça yardımı ile hücrelerin toplanması esasına dayanır. Mikroskop altında bu anormal hücreler değerlendirilir. Yaşınıza bağlı olarak HPV olarak adlandırılan bir virüs testi de yapılabilir.HPV enfeksiyonu rahim ağzı kanserine neden olabilir. Eğer bu test sonuçlarınız anormalse doktor biyopsi olarak adlandırılan bir test ile sizi takip edecektir. Biyopsi ile rahim ağzından küçük bir parça alınır.

Kanserin doğru tedavisi, kanserin hangi evrede olduğunun belirlenmesiyle mümkündür. Bu belirlendikten sonra bazı rahim ağzı kanseri vakalarında kanserli dokuları çıkarmak için cerrahi uygulanabilir. Rahim ağzı, rahim ve vajinanın üst parçasını çıkarılabilir. Rahim yerinde bırakılarak rahim ağzının bir parçası ya da tamamı çıkarılabilir. Radyoterapi ile kanser hücreleri öldürülür

Bir başka yol ise kemoterapi ile  kanser hücrelerinin büyümesi durdurulur. Rahim ağzı kanseri tanısı koyulan hastalara genellikle radyoterapi ile eş zamanlı olarak kemoterapi uygulanır.

Tedavi sonrası kanserin tekrarlayıp tekrarlamadığını görmek için sıklıkla kontroller yapılır. Takiplerde pap testi, fizik muayene ve röntgen çekilmesi gibi tetkikler gerçekleştirilir.



Menopoz Ve Kemik Erimesi

Doğurganlığın sona ermesiyle başlayan menopoz dönemi beraberinde başka sağlık sorunlarını getirebilir. Özellikle menopoz döneminde kemik erimesi (osteoporoz) kadınlar için korkulu rüya haline gelebilir. Bu dönemde en belirgin sorun kalsiyum oranının  azalması ve kemikleri kırılgan haline dönmesine neden olmasıdır.

Kadınlarda kalıcı adetten kesilme, yumurtalıkların üreme fonksiyonunun sonlanması,  menopoza girme yaşı, yaşam süreleri artsa da değişmemiştir.

Ülkemizdeki menopoza girme yaşı ortalaması 47’dir. Menopozdan sonra yakınmaların azalması ve kemik erimesi ile mücadele için önlem alınması kaçınılmazdır.

Kemik erimesi yaşam kalitesini düşürür. Kadınların menopoz ile yaşayabileceği kemik erimesi ağırlıklı olarak omurları etkiler. Kalça kemikleri, bilekler ve iskelet sistemindeki kemikler sonrasındaki etkilenecek noktalardır. Bu kayıpları yaşamamak önlem alınmayı gerektirir. Önlem alındığında kadınların yaşam kalitesi korumaya alınır.

Kadınlarda menopoz döneminde yumurtalıklardan salgılanan östrojen düştüğünde  kemik kitlesinde kayıp en yüksek değerlere çıkar. Kemik erimesi başlangıçta belirti vermeyebilir. Kayıp arttıkça  bel ve sırt bölgesinde ağrı artar. Kamburlaşma sorunu ortaya çıkar. Kemik erimesi küçük bir darbe ile kırılmalar yaşanınca da anlaşılabilir.

Menopoza giren kadınlar bu yüzden kemik dansitometresi ölçtürmelidir. Bu ölçümler menopoz öncesinden yapılması da daha iyi bir önlem olacaktır. Menopoza girildiğinde süt ve süt ürünleri yeterince tüketilmelidir. Bu beslenme kadınları koruyacaktır. Beslenmenin dikkatlice yapılması ile birlikte düzenli egzersiz yapmak çok yararlıdır.

Beslenmedeki başlıca önerimiz ise kalsiyum bakımından zengin ürünlerdir. En iyi kalsiyum kaynakları süt ve süt ürünleridir. Bunun dışında kuru baklagiller, pekmez ve yeşil yapraklı sebzeleri de günlük öğünlerinizde tüketmelisiniz. Bu süreç içerisinde et ve et ürünleri gibi protein kaynakları aşırı tüketilmemelidir. Bu arada tuz mümkün olduğunca azaltılmalıdır. Tuz,  besinlerden alınan kalsiyumu idrar ile dışarı atar ve sıkıntı yaratabilir.

Menopoz döneminde kadınlar güneş ışınlarından daha fazla yararlanmalıdır. Kemik kitlesinin azalmasında ve bozulmasında önemli risk faktörlerinden biri D vitamini alınmamasıdır. Ayrıca potasyum, magnezyum, çinko ve kalsiyum eksikliği kemik erimesini tetiklemektedir.

Kadınların asitli içeceklerden uzak durması önerilir. Stresli bir yaşamın da kadınlardaki sıkıntıyı artırdığı önemli bir gerçektir.



Kadın Doğum Bölümü Hangi Hastalıklara Bakar?

Kadınların temel sağlık konularından birisi de her yaştaki kadın hastalıkları ile hamilelik ve benzeri konularda yaşayabilecekleri sıkıntılardır. Bu nedenle, kendileriyle ilgilenecek alandaki hekimler kadın doğum uzmanlarıdır.

Kadın hastalıklarının geniş bir yelpazede çeşitliliği vardır. Sonuçları  itibariyle de tehlikeli rahatsızlıklar olabilmektedir.

Kadın doğum uzmanı daha çok kadınlarda oluşan ve doğum öncesinde, doğum anında ve sonrasındaki yaşananlara bakmaktadır.

Kadın Doğum uzmanlarının en çok baktığı hastalıklar arasında kısırlık, adet yolu ile oluşan hastalıklar, hamilelik takibi ve sezaryen doğum gelmektedir. Bazı kadınlarda yaşanan ve zor bir hastalık olan rahim ağzı kanseri de ilgi alanlarıdır. Kadın doğum uzmanları gebelik öncesi veya gebelik anında aileler ile süreci birlikte yönetir. Aile hamilelik sürecinde bilgilendirilir ve doğuma hazırlanır.

Kadın Doğum Uzmana Ne Sıklıkla Gidilmelidir?

18 yaşın üzerindeki veya aktif bir cinsel yaşamı olan tüm kadınlar, muayene için yılda bir kez bir kadın doğum uzmanına gitmelidir. Bu sayede onlarca farklı hastalığı erken teşhis etmek ve hastalık ilerlemeden tedaviye başlamak mümkün olabilir.



Jinekoloji Bölümü Hangi Hastalıklara Bakar?

Jinekoloji, kadın hastalıkları ve sağlıklı üremeye odaklanan bir uzmanlık alanıdır.

Doğum, kadın hastalıkları, kısırlık, tüp bebek, aile planlaması, jinekolojik onkoloji, cinsel hastalıklar ve cinsel problemler jinekologların konularıdır. Kadın sağlığı ve hastalıklarını inceleyen bu alandaki uzman hekimlere jinekolog denir.

Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı olarak ta bilinen hekimler;rahim ağzı, fallop tüpleri, yumurtalıklar, uterus, vajina ve kadın üreme sisteminde uzmanlaşmıştır. Adet problemleri, doğum kontrolü, cinsellik, menopoz ve kısırlık sorunları  teşhis ve tedavisini jinekologlar yapar.

Uterusun cerrahi olarak çıkarılması, yumurtalık kistleri, kadın üreme sisteminin herhangi bir alanındaki organlarda yaşanacak enfeksiyonlar jinekolog tarafından saptanabilir. Jinekolog hekimler  bakteriyel, viral enfeksiyonları tespit edebilir.

Jinekologların çoğu da kadın doğum uzmanıdır. Bir kadın doğum uzmanı, hamilelik, doğum ve doğumdan hemen sonraki zamanı yönetir.

Kadın doğum uzmanı yani jinekolog, koruyucu bakımdan cinsel yolla bulaşan hastalıkların tespitine ve aile planlamasına kadar geniş alanda görev yapar. Ayrıca ergen kadın hastalıkları ve endokrinolojisi veya genç kadınlar arasında davranışsal sorunlarla da ilgilenirler.

Jinekoloji uzmanları normal doğumun yanı sıra sezaryen de uygulayabilir.  Yasaların öngördüğü biçimde kürtaj ameliyatı da yapabilir. Kızlık zarıyla ilgili oluşabilecek herhangi bir soru işareti gibi durumlarda yine bir jinekoloğa başvurulmalıdır.



Jinekoloji İle Kadın Doğum Farkı

İkisi de aynı meslektir. Ülkemizdeki bu uzmanlığın tam ismi “Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı” dır. Jinekoloji, kadın sağlığı ve hastalıklarını inceleyen bilim dalıdır. Daha çok kadın hastalıkları ve doğum ana bilim dalı ile eğitim verilen tıp fakültelerinde doğum ve ilgili patolojileri dışarda tutan ancak bir noktada onkolojiyi de içeren bilim dalıdır. Uzman doktorlara jinekolog denir.

Bu alanda uzman hekimler, gebeliğe hazırlık ve gebelik takibi, normal doğum ve sezaryen, miyom gibi rahim hastalıkları, yumurtalık hastalıkları, rahim ağzı hastalıkları, kürtaj, adet düzensizlikleri, akıntılar, hamilelik ve diğer hastalıklarla ilgili ultrasonografi, spiral takılması gibi doğum kontrol yöntemleri, aşılama, tüp bebek tedavileri, dış gebelik, idrar kaçırma,  genital organların estetik ameliyatları ile ilgilenirler.

Kadın hastalıkları ve Doğum Uzmanı, Kadın Doğumcu, Jinekolog Doktor, Jinekolog Hekim, Doğum Hekimi, Nisaiye Uzmanı, Doğum Doktoru, Nisaiye Hekimi, Jinekoloji Uzmanı, Nisaiyeci, Nisaiye Doktoru gibi terimlerin hepsi aynı anlama gelmektedir.



Doğumda Anestezi

Anne adayları normal doğum ile sezaryen doğum arasında ikilem yaşayabilir. Ancak sağlık koşulları uygun olduğu sürece epidural anastezi ile normal doğum gerçekleştirebilir.

Zorunlu sezaryen doğumda da epidural anestezi mümkündür. Epidural, ağrının hissedilmesini engelleyen, bölgesel bir anestezidir. Belde bulunan epidural boşluğuna lokal anestezi uygulanır.

Bu işlem sonrasında ağrılarınızı gidermesi 5 ila 30 dakika arasında sürebilir. Anestezi etkisindeyken ağrı hissetmessiniz ama kasılmaları hissedebilir ve ıkınarak bebeğinizi doğum kanalına itebilirsiniz.

Epidural Doğumun Avantajları

Anne adayının bilinci açıkken gerçekleştirilen en ağrısız doğum yöntemidir. Anestezi sadece belirli bir bölgeyi etkiler, bu nedenle doğum sırasında anne adayı uyanık olur. Doğum başladıktan sonra sezaryene gerek duyulursa ya da doğum sonrası tüp bağlatmak istenildiği zaman epidural anestezi uygulanabilir.



Sezaryen Doğum

Anne adayının normal doğum yapma olasılığının olmadığı hallerde bebeğin anne karnından cerrahi müdahale ile alınmasına “Sezaryen Doğum” adı verilir.

Zorunluluk hallerinde hekimlerin önermesi gereken bir yöntemdir. Çoğunlukla plasentanın zamanından önce ayrılması, bebeğin kilolu olması veya bebeğin rahim kanalına baş kısmıyla  gelmemesi durumlarında sezaryen doğum tercih edilir.

Olağan dışı bir durum yoksa sezaryen doğum hamileliğin 39. haftasında gerçekleştirilir. 39 haftadan önce planlanan müdahalelerde bazı riskler artabilir. Sezaryen doğum 30 dakika ile 60 dakika arasında değişebilir. Bu süre anne adayının durumuna göre  farklılık gösterebilmektedir.

Acil sezaryen durumu ise doğum yapana kadar beklemenin güvenli olmadığı hallerde gerçekleştirilir. Sadece uzman eğitimi olan tıp uzmanları sezaryen yapabilir.



Normal(Vajinal)Doğum

Anneliğe yaklaşan hamile adayının mutla anları yakalamasına saatler kala yapılacak vajinal doğum, yüzyıllardır bilinir ve  doğumun doğal halidir. Tıp literatüründe; vajinal yoldan annenin kendiliğinden oluşan ağrılarıyla bebeğin doğması olarak tanımlanır. Vajinal (normal doğum) üç aşamalıdır.

Birinci evrede açılma yaşanır. Sonraki evrede ise bebeğin çıkışı yaşanır ve ardından  plesanta olarak adlandırılan bebeğin eşi çıkar.

Anne adayının doğum sancıları düzenli olarak 2 ile 5 dakikada bir olur. Kasılmaların şiddeti gittikçe artan, yaklaşık 1 dakika süren sancılardır. Bu sancıların ardından rahim ağzında  yumuşama ve açılma olur.

Doğumun başlangıcından rahim ağzının  3 santim açılana kadar geçen sürenin ardından aktif doğum aşaması yaşanır.  (7 cm açılana kadar geçen süre.) Geçiş Dönemi ise rahim ağzının ( Serviks ) 10 santime ulaşması aşamasıdır.

Kasılmalar başlangıçta hafiftir. Kasılmalar belde başlayıp, adet ağrısı gibi olur ve kasıkta basınç ve gerilme olur. Eğer kasılmalar daha sık olursa, düzenli hale gelirse, daha uzun sürerse, su gelirse aktif doğum safhası başladığı için hastaneye gitme zamanı gelmiştir.

Hastaneye gitme sürecinde nefes alma ve gevşeme egzersizlerine başlamalısınız. Bu dönem 3 ile 5 saat sürebilir. Kasılmalar uzun, kuvvetli, sık ve üst üste olabilir. Anne adaylarının zorlanacağı bir süreç gelişebilir. Zor bir aşamadır ama süresi kısa olur. Sıcak basması, bulantı, kusma ve gaz çıkarma yaşanabilir. Rahim ağzı tamamen açıldıktan sonra bebek çıkana kadar olan evredir.Yani bebeğin çıkıma itildiği ve doğduğu evredir. Bu zamana kadar vücudunuz sizin için bütün işi tamamlamıştır. Bu safhada sizin ıkınma zamanınız gelmiştir. Yaklaşık 20 dakika ile 2 saat aralığındaki bu dönemde kasılmalar 3-5 dakika aralıklarla olur. Bu aşamada bebeğin başı görülür. Hekiminiz  size zamanı geldiğini söylediğinde bebeği ıkınarak dışarı doğru itmeniz gerekir. Yani; derin nefes alıp tutarsınız. Ardından çene göğse dayanır, eller destek noktasından tutulup bebek bütün güçle dışarıya itilir. Kasılma aralarında kendinizi rahat bırakıp bir sonraki ıkınma için  güç toplamalısınız.  Bu süreç doktorunuzun da yardımıyla çocuğunuzun dünyaya gelmesiyle sonuçlanacaktır.

Bebek doğduktan sonra da küçük kasılmalar yaşanabilir. Plasenta rahimden ayrılınca hafif masaj yaparak ve kordondan nazikçe çekerek plasenta alınır. Artık doğum sona ermiştir. Doktorunuz, vajinal bölgenizin herhangi bir dikişe veya onarıma ihtiyacı olup olmadığını kontrol edecektir.



Gebe Kalmada Neden Zorlanıyorum?

Çocuk sahibi olmak evli çiftlerin büyük bölümü tarafından istenir. Bu istem zaman zaman bazı nedenlerle gerçekleşmeyebilir. Hamile kalmayı zorlaştıran bazı nedenler vardır. Düzenli olarak cinsel ilişki kurulmasına rağmen bir yıl sonunda gebe kalınamaması durumuna tıpta infertilite yani kısırlık adı verilir.

Hamileliğin önündeki bu engelde; kadınlarda görülen kısırlık oranı yüzde 30 ila 35 oranındadır. Yüzde 20 ila 25’inde ise erkeğe bağlı nedenlerle birlikte görülüyor.  En yüksek görülen beş sebep ise şöyle açıklanabilir:

Polikistik Over Sendromu (PKOS)

Kadına ait kısırlık sebepleri arasında yumurtlama bozuklukları ilk sırada yer alıyor. Yumurtlama bozukluklarına yol açan sebepler arasında ise polikistik over sendromu başı çekiyor. PKOS, kadında seyrek veya hiç yumurtlama olmamasının yanı sıra farklı hormonal dengesizliklerin izlendiği, buna bağlı olarak gebe kalamama, vücutta kıllanma, sivilcelenme, adet olamama gibi sorunların da ortaya çıktığı karmaşık  tabloya neden oluyor. Basit tedavilerle düzenli yumurtlama sağlanamayan, sağlansa bile gebe kalamayan hastalarda tüp bebek tedavisi uygulanabiliyor.

Yumurtalık Rezervi Sorunu

Bir başka sorun ise yumurtalıkların barındırdığı yumurta sayısıdır.

Yumurtalık rezervi adı verilen bu durumda mevcut yumurtalar ne kadar fazlaysa o kadının yumurtalık rezervi o kadar iyi kabul edilir. 30 yaşından sonra yumurtalık rezervi hızlı azalmaktadır.

Yaş ilerledikçe tek sorun yumurta sayısının azalması değildir. Daha önemli iyi kalitede yumurta kalmamasıdır. Buna bağlı olarak atılan herhangi bir yumurtanın döllenebilme, döllendikten sonra iyi embriyo olabilme şansı azalmakta ve bu da kadının gebe kalabilme şansını zorlamaktadır.

Endometriozis Hastalığı

Normalde sadece rahim içerisinde bulunması gereken rahim iç dokusunun vücutta farklı yerlerde bulunmasına endometriozis hastalığı denir.

Endometriozis bütün kadınların yaklaşık yüzde 20’sinde, gebe kalamayan kadınların ise yüzde 50-70’inde farklı derecelerde görülebiliyor. Diğer bir ifadeyle endometriozis kadınlarda kısırlığa yol açan en önemli hastalıklardan biri. Normal pozisyonunda olmayan bu rahim içi dokusu, karın içerisinde karın zarı ve tüplerde yer aldığı zaman dokuların yapısını bozabiliyor. Karın içerisinde yapışıklık ve rahim kanallarında tıkanmalara sebep olabiliyor.

Tüplerdeki Tıkanıklıklar

Rahim kanalları, spermin yumurtaya ulaşması ve döllenen yumurtanın rahim içerisine tekrar geri dönebilmesi sürecinde önemli  bir rolü bulunuyor.

Tüpleri açık ama iyi fonksiyon göstermeyen kadınlarda tüplerde sıvı toplanması, gerek doğal yollardan oluşan embriyoların gerekse tüp bebek yöntemi ile rahim içerisine yerleştirilen embriyoların rahme tutunma şansını yarı yarıya azaltabiliyor. Sonuç olarak, tüplerin açık veya kapalı olmasının yanında sağlıklı olması da büyük önem taşıyor.

Rahim Yapısı Sorunları

Kadınlarda rahimin sağlıklı olması çok önemlidir. Yumurta, sperm ve birleşimiyle oluşan embriyo ne kadar kaliteli olursa rahim iç dokusu sağlıklı değilse gebeliğin oluşması, oluşsa bile sağlıklı devam etmesi mümkün olmayabilir.



Bebek Yoğun Bakımı Neden Önemli?

Bebeğin normal doğması “anne karnında gelişimini tamamlayıp, doğumun yapılması” sürecidir. Normal gebelik süresi 38-42 hafta arası olarak kabul edilir. 37. haftadan önce doğan bebekler prematüre olarak adlandırılır. Gelişimini tamamlamadan doğan bu bebekler yani prematüre bebekler 3 ayrı grupta değerlendirilir.

24-31 hafta arası doğanlar ileri derece prematüre,  32-35 hafta arası doğanlara orta derecede prematüre,  36-37 hafta arası doğanlara sınırda prematüre olarak kabul edilir.

Dünyaya gözünü açan bebeklerin doğum kilolarına göre değerlendirme de yapılır. Buna göre; doğum ağırlığı 2 bin 500 gramdan az olan bebekler,  ilk evre olarak kabul edilir. Kilosu 1.500 gramdan az olan bebekler ikinci aşamadadır. İleri derecede düşük doğum ağırlığı ise kilosu 1.000 gramdan az olan bebekler için tanımlanır.

Bu üç  sınıflandırmadan anlaşıldığı gibi, prematüreliğin derecesi ne olursa olsun bu bebekler riskli doğum olarak değerlendirilir. Böylesi durumlarda bebeklerin en yaşamsal ihtiyacı yenidoğan yoğun bakımı olan hastanelerdir. Çünkü bu bebeklerin diğer bebeklere göre daha fazla yaşam desteğine ihtiyacı vardır.

 

Yenidoğan ünitesinde anne karnına benzeyen ortamları sağlayan kuvözleriler bulunmaktadır. Bebeklerin ısı ihtiyacını karşılayan, doğru bakım ile bebeği enfeksiyonlardan koruyan ortam sağlanır. Bebeğin doğru beslenmesi ve kilo alması desteklenir.

Yenidoğan bebeklerde görülen hastalıklarla mücadele eden yenidoğan ünitesidir. Yenidoğan yoğun bakıma yatan bebeklerde organların ne kadar geliştiğine veya başka bir sağlık probleminin olup olmadığına bakılır. Yenidoğan yoğun bakıma alınan bebeklerden kan gazı, akciğer grafisi gibi CRP ve kültürler ile enfeksiyon değerlendirilmesi yapılır.

Orta ve ileri derecede prematürelere ayrıca kalp ekosu retina muayenesi ve metabolik tarama gibi ileri tetkikler gerçekleştirilir.



Doğum Kontrol Yöntemleri Nedir?

Doğum kontrolü genel anlamda istem dışı bir çocuğun dünyaya gelmesini engellemek olarak tanımlanabilir. Çiftlerin istedikleri zamanda istedikleri kadar çocuk sahibi olmaları, istemedikleri zaman da hamileliği önlemesidir.

Günümüzde pek çok modern yöntem bulunmaktadır. Hangi yöntemin kullanılması gerektiğini ise gebelikten korunmak isteyen bireylerin hekime danışarak uygulamaları önerilir.

Doğum kontrolünde genel olarak bilinen yöntem doğum kontrol hapıdır.  Rahim içi araç (RIA, spiral) kullanılan diğer bir korunma yöntemidir. İğneler aşı, enjekte edilen hormonlar, erkek üreme hücrelerini öldüren fitiller de kullanılabilir. Kadınların tüplerinin bağlanması da doğumu önler.

Dünyada en çok kullanılan yöntemlerden birisi de Kondom (prezervatif, kılıf ) takılmasıdır. Tıp literatüründü Vasektomi diye adlandırılan erkeklerin kanallarının bağlanması da düşünülebilir. Ancak, kadınlarda en sık kullanılan aile planlaması yöntemleri doğum kontrol hapları ve spiraldir.

Hap kullanımı

Haplar, kadınlık hormonları içerir. Yumurtanın oluşumunu engeller. Çok etkili yöntemdir. Cinsel ilişki olsa da, olmasa da her gün aynı zamanda unutulmadan alınmalıdır. Hiç hamile kalmamış kadınlar rahatlıkla kullanabilir. Doğum kontrol hapı kesildiğinde gebelik ihtimali yükselir.

Doğum kontrol hapı kullanımında su tutulumuna bağlı kilo artışı olabilir. Nadiren tansiyon yükselebilir. Doğum kontrol hapını her gün düzenli ilaç kullanamayanların almaması önerilir. Şeker ve karaciger ve yüksek tansiyon hastaları ile damar hastalığı olanlara önerilmez.  Özellikle vertigo gibi bulantı, kusma ile birlikte migren gibi şiddetli baş ağrıları olanlar kullanmamalıdır.

Rahim için araç kullanımı

Rahim içi araç rahmin içine, hastanelerde, sağlık ocağı, ana çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezlerinde yerleştirilen esnek bir materyaldir.

Bu araç spermlerin kadının tüplerine ulaşmasını engeller. Çıkarıldıktan hemen sonra gebelik şansı geri döner. Cinsel ilişkide hissedilmez. 5 ve 10 yıl kullanımlı tipleri vardır. Bu aracın takıldıktan sonra  doktorun önerdiği aralıklarla kontrolü yapılması gerekir.

Aşı ile enfekte edilen hormonlar

İğneler, hormon içerir. Ayda bir ve 3 ayda bir yapılan türleri vardır.

Yapıldıktan sonra kana yavaş yavaş hormon salınır. Etkisi doğum kontrol hapına benzer şekilde yumurtanın oluşumunu engeller.

Erkek üreme hücrelerini öldüren fitiller ise cinsel ilişkiden önce kadın tarafından vajenin içine yerleştirilir. Fitilin içerisindeki maddeler, spermleri rahme ulaşmadan öldürür ve hamileliği önler.

Kadının tüplerinin bağlanması

Doğum kontrolü yöntemleri arasında en etkili, kalıcı ve geri dönüşü olmayan bir yöntemdir. Eşlerin her ikisinin de onayı alınarak yapılır. Özellikle 35 yaş üstü ve gebelik sayısını tamamlamış kadınlarda tercih edilir. Tüpler, yumurtalık ve rahim arasındaki bağlantıyı sağlayan bir yoldur. Bu yol kapanınca gebelik engellenmiş olur.

Prezervatif kullanımı

Kondom, erkeklerin kullandığı gebeliği önleyici yöntemlerden biridir. Penis ile vajen arasında bir engel oluşturarak spermlerin geçişini önler. Kondomu eczanelerden, büyük marketlerden ve sağlık kuruluşlarından alınabilir. Kondomun AIDS, bel soğukluğu, frengi gibi cinsel yolla bulaşan enfeksiyonları koruma özelliği de vardır.

Erkeğin kanallarının bağlanması

Kalıcı ve geri dönüşü olmayan bir yöntemdir. Eşlerin her ikisinin de onayı gerekir. Kanallarının bağlanması lokal veya genel anestezi ile yapılabilen , hastane yatışı gerektirmeyen bir operasyondur.



Gebelikte Çatı Muayenesi Nedir?

Anne adayının hamileliğinin son aşamasında hekimlerin doğum şeklini belirleme amacıyla yaptıkları bir kontroldür. Normal doğum veya sezaryen kararı alacak olan hekim tarafından bu muayene mutlaka yapılır.

Hamileliğin düzenli olarak izlenmesi, hamilelik sırasında ortaya çıkabilecek sağlık sorunlarının ve bunların tedavisinin erken tespit edilmesine izin verir, böylece normal bir hamilelik ve sağlıklı bir bebeğin doğumu şansını artırır.

Ancak; gebeliğin son sürecinde annenin pelvis kemiklerinin değerlendirilir.   Doğum yolu muayenesi olarak adlandırılır.

Uzmanlar tarafından vajinal yol ile yapılır ve herhangi bir risk taşımaz.

Çatı muayenesi genelde 37. haftadan sonra yapılır.

Annenin doğum yolunun vajinal yolla yapılan bu muayenesi şayet doğumun sezaryenle gerçekleşeceği kesin ise  yapılmasına gerek duyulmaz.

Bebeğin kilosu ile doğum yolunun darlığı da önemlidir. Hekim doğum şeklinin kararını bu gerekçelerle de verir.

Hamileliğin düzenli olarak izlenmesi, hamilelik sırasında ortaya çıkabilecek sağlık sorunlarının ve bunların tedavisinin erken tespit edilmesine izin verir, böylece normal bir hamilelik ve sağlıklı bir bebeğin doğumu şansını artırır.

Çatı muayenesi, temelde ağrılı bir işlem değildir. Ancak muayene çatalında yapılan işlem anne adaylarının heyecanlanmasını neden olabilir.  Çatı muayenesi sonrasında leke tarzında vajinal kanama, görülebilir. Ancak kanama kendiliğinden geçer.

Yapılan muayenelerin anne adaylarına ve bebeğe bir zarar vermesi söz konusu değildir.

 



Miyom Nedir?

Miyom, rahimde görülen iyi huylu tümörlerdir. Genel olarak yuvarlak ve pembe renkte rahim bölgesinin her yerinde görülebilir. Yaş olarak 35 üzerindeki kadınların yüzde 20’sinde miyom görülebilir.

Miyomlar ergenlik döneminde ender görülür. Menopoz dönemindeki kadınlarda miyom görülme sıklığı oldukça azdır. Yaş ilerledikçe artan bir sıklıkla görülür. Halk arasında “ur” diye de tanımlanan miyomlar çok küçük olabilir ama şaşırtıcı büyüklüklere de ulaşabilir. (birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar) bir kadından diğerine değişebilir.

Rahimde miyom olmasına rağmen hamilelik de oluşabilir. Bu durumda, hamileliğin ilk 3 ayında miyom büyüyebilir ve daha sonra küçülebilir, değişmeyebilir veya büyümeye devam edebilir. Doğurganlık yaşlarında miyom tanısı konulmuş kadında menopoza girdiklerinde miyom nüvelerinde küçülme izlenebilir.

Kadınların çok büyük bir bölümü  miyomun varlığından haberdar olamayabilir. Bu tanı genelde  başka bir nedenle yapılan muayene ile ortaya çıkabilir. Belirtilere neden olan miyomlar yarattığı  şikayetler  rahim içinde miyomun bulundukları bölgeye, büyüklüğü ve sayısı ile doğru orantılıdır.

Rahim alınması ameliyatının en sık nedeni de yüzde 35 oranında miyomlardır.

Miyomlar bulundukları bölgeye bağlı olarak farklı şikayetlere neden olabilir. Kadınlarda birden fazla çeşit miyomun olması sık görülür ve hangi miyomun neye yol açtığını anlamak zorlaşabilir. Bu nedenle miyom çeşitlerini saptamak doğru tedaviyi ulaşmaya yardımcı olur. Miyomlar, ağır adet kanaması, düzensiz adet kanaması, basınç veya ağrı hissi, kabızlık, sık idrara çıkma ihtiyacı, sırt ağrısı, bacak ağrısı veya şişme, anemi gibi sorunlar yaratabilir. Daha ciddi vakalarda, miyomlar kısırlığa veya düşüğe neden olabilir.

Miyom yüzde 3 ile yüzde 7 oranında boyutu zamanla azalabilmektedir. Birçok kadın menopozda miyomlarının küçüldüğünü ve yaşadıkları sıkıntıların yok olduğunu fark eder. Menopoza yaklaşan kadınlar ameliyat olmamayı ve menopozdan sonra semptomlarının iyileşip iyileşmediğini beklemeyi tercih eder.

Miyom tedavisi, yaşanan semptomlara, boyutuna ve konumuna, yaşa ve doğurganlığı korumak isteyip istemediğinize bağlı olarak değişir.

Önceden, miyomlu kadınların uterusu ve yumurtalıkları çıkarılmaktaydı. Günümüzde ise cerrahi tedavi dışında ilaç tedavileri de vardır.



Şiddetli Adet Sancısı Neden Olur?

Kadınlarda adet kanaması başladığında veya yakınlaştığında karın ve kasıklarda hissedilen kramp tarzındaki ağrılar, ‘adet sancısı’ olarak tanımlanır. Tıp literatüründe ‘dismenore’ olarak adlandırılan bu durumdan kayıtlı verilere göre; genç kızların yüzde 75’inde ve yetişkin kadınların yüzde 20 ila 50’sinde ağrı ve rahatsızlık yaşanmaktadır. Rahatsızlık yaşayan kadınların yaklaşık yüzde 20’sinde ise ağrılar günlük yaşamını engelleyecek kadar şiddetli olmaktadır.

Sancılar; karnın alt kısmında, aralıklı gelen kramplar biçiminde gelir  ve sırta, bele, kasıklara ve genital bölgeye doğru sancılar yaşanır. Yaşanan bu sancılar bulantı-kusma, baş ağrısı,  baş dönmesi, halsizlik baygınlık gibi durumların yaşanmasına sebep olabilir. Sancılar kadınların yaşam kalitesini ciddi biçimde düşürebilir. Adet sancıları genelde iki ila üç gün boyunca devam eder.

Şiddetli adet sancısının birincil ve ikincil türleri vardır. Her türün farklı nedenleri vardır. Birincil dismenore en sık görülen dönem ağrısıdır. Uterus astarından dökülmeye hazırlanırken salınan bileşikler aşırı derecede ağrıya neden olurlar.

İkincil durum ise ilerleyen yaşlarda ve genelde 30-45 yaş arasındaki kadınları etkiler. Bu ağrılara rahimde büyüyebilen ve kadınların adet dönemlerini ağır ve ağrılı hale getirebilen kanserli olmayan tümörler tetikler. Bunun yanı sıra fallop tüpleri ve yumurtalıklar gibi üst üreme organlarındaki enfeksiyon kaynaklıdır.

Adet ağrılarını olağan bir durum olarak görebilirsiniz. Özellikle daha önce ağrısız adet gören kadında ağrı oluşması şüpheli görülmelidir. Genç kızlarda ise ağrı kesicilerle giderilemeyen ağrılar da hekime başvurmayı gerektirebilir. Rahim içi araç kullanmak veya  geçirilen ameliyatlara bağlı gelişen batın ve rahim içi yapışıklıklar da sancıya neden olabilir.



Lazerli Böbrek Taşı Ameliyatı (URS Ameliyatı)

Böbrek taşları insanların hayatını değiştirebilen zor bir durumdur. Taşların yarattığı ağrı zaman zaman çok yüksek olabilir. Bu nedenle taşların kendiliğinden düşmemesi halinde farklı tedavi yöntemleri uygulanır.
Taş üreterin üst kısmında ise ve 1 santimden büyük ise URS ameliyatı önerilir. URS ameliyatı ya da diğer adıyla “Lazerli Böbrek Taşı Ameliyatı” son yıllarda en sık kullanılan tedavi yöntemlerinden biridir. Bu yöntem İdrar kanalındaki ve böbrek içerisine kameralı ince endoskoplar ile girilerek taşların parçalanması işlemidir. İşlem anestezi altında ve vücutta hiçbir kesi yapılmadan tamamen doğal yollardan yapılır. Ağrısız bir işlemedir.
Erkek ve kadın hastalarda önce idrar yapılan kanaldan endoskop kamera ile girilir ve içeri doğru ilerlenir. Buradan idrar kesesine ulaşılır. Böbrekten idrar getiren kanalın idrar kesesi içindeki açıklığı görüldükten sonra buraya rehber bir tel gönderilerek kanal içinde böbrek çıkışına kadar ilerlenir. Böbrek içindeki odacıklardaki taşlara kırma işlemi gerçekleştirilir.
Bu uygulamada idrar kanalındaki taşlar lazer veya pnömotik taş kırma aletleri ile parçalanır. Tamamen toz haline gelen taşlar başka müdahaleye gerek olmadan idrar ile  dışarı atılır. İdrar kanalında uzun kalan taşlar kanalın duvarında ödeme neden olduğu hallerde ve idrar kanalı tıkanmadan dolayı şişmişse,  böbrek ile mesane arasında idrar akışını sağlaması için ince bir stent konulabilir. Ameliyatta kırılan taşlar idrar yolundan atıldıktan ve ödem çözülünce stent alınır.
Lazerli böbrek taşı ameliyatı kapalı ameliyatlara göre birçok avantaja sahiptir. URS operasyonu endoskopik ve kesisiz bir işlemdir. URS sonrası hastalar saatler içinde taburcu edilebilir.  Endoskopik bir ameliyat olduğu için kişiler günlük hayatlarına açık ameliyatlara oranla hızlı bir şekilde dönebilir.

 



Diş Eti Çekilmesinin Tanı ve Tedavisi

Diş eti çekilme şikayeti ile gelen hastaya fiziki muayene ile birlikte diş röntgeni de istenir. Hastanın kullandığı ilaç, sigara tüketme sıklığı gibi bilgiler değerlendirilerek bir tanı planı oluşturulur.  Hastanın cep derinliklerini ölçmek tanı için önemlidir. Sağlıklı bir ağızda cep derinliği genellikle bir ile üç milimetre arasındadır.Dört milimetreden daha derin cepler periodontitis varlığına işaret edebilir. 5 milimetreden  daha derin cepler ise iyi temizlenemez ve müdahale gerektirir. Bu derin ceplerde, hekim röntgenden hastanın kemik seviyesine de değerlendirir.5 mm ve daha derin ceplerde kemik kaybı görülme ihtimali yüksektir ve müdahale edilmelidir.

Diş eti çekilme seviyesi belirlendikten sonra hekim diş etinde bulunan tartarları temizlerek tedaviye başlar. Tedavinin amacı dişlerin etrafındaki cepleri iyice temizlemek ve kemiğe zarar gelmesini önlemektir. Hastanın da tedavi devam ederken ağız hijyenine dikkat etmesi, dişlerini düzenli fırçalaması ve tütün tüketimini en aza indirmesi gereklidir.

 

Diş eti çekilmesi ileri seviyede değilse basit detertraj(ultrasonik bir cihazla diş etlerinden diş taşlarının arındırılması),lazer veya el aletiyle diş taşları( tartarlar) temizlenerek tedavi tamamlanır. Topikal(bölgesel) antibiyotikler,ağız gargaraları ve antibiyotik içeren jeller  ağız içinde cepler iyice temizlendikten sonra bölgeye uygulanabilir. Hekim gerek görürse oral antibiyotik tedavisine de başlayabilir.

İleri seviyede diş eti çekilmesi görülen bireylerde, cerrahi müdahele gerekebilir. Flep kaldırmaya(cep küçültme ameliyatı) ihtiyaç duyulabilir. Hekim, diş etine kesiler yapar, böylece diş eti dokusunun bir bölümü geri kaldırılabilir ve daha etkili temizleme ve kök düzeltme için kökleri açığa çıkarabilir. Çok fazla miktarda çekilme varsa diş eti büyük oranda azaldıysa bölgeye yumuşak doku greftleri uygulanabilir. Greftleme, bireyin kendinden ya da başka bir dönor kaynağından alınan dokunun, hastaya aktarılması işlemidir.



Diş Eti Çekilmesinin Nedenleri

Diş eti çekilmesinin nedenleri arasında en temel özellik plak oluşumudur. Bakteriler tarafından üretilen yapışkan bir film tabakası olan plağın, elimine edilmesi ve kaldırılması gereklidir. Plaklar, diş etine ve dişlere büyük ölçüde zarar verebilir. Bu durumun sonucunda diş eti çekilmesi kaçınılmazdır.

Yiyecek ve içeceklerden aldığımız nişastalı ve yüksek karbonhidratlı ürünler, ağzın normal florasında bulunan bakterilerle birleşip plak oluşumuna neden olur. Dişlerimizi düzenli olarak fırçalamak plakların kaldırılması bakımından önemlidir. Diş altında kalan plaklar ise sertleşerek diş taşı ya da diğer adıyla tartara neden olur. Dişlerin altında kalan plak sertleşerek, tartar yani diş taşı haline gelir. Tartarların çıkarılması plağa göre daha zordur ve içinde bakteri bulundurmaktadır. Diş taşları (tartarlar), ev ortamında ya da basit yöntemler ile değil değil profosyonel bir diş taşı temizliği ile kaldırılabilir. Plaklar diş eti iltihabına da neden olabilmektedir. Diş eti iltihabı dişin tabanının ve dişin çevresinin tahriş olmasına neden olur. Tedavi edilmeyen diş eti iltihabı diş eti çekilmesine neden olabilir.

 

Diş eti çekilmesi plak oluşumu ve zararları dışında aşağıda belirtilen nedenlere bağlı olarakta gelişebilir;

  • Ağız kuruluğuna neden olan ilaçlar
  • C vitamini eksikliği, yetersiz beslenme
  • Diyabetromatoid artritve crohn hastalığı gibi belirli hastalıklar
  • Gebelikte oluşan hormonal değişiklikler
  • Lösemi, HIV / AIDS ve kanser tedavisi gibi bağışıklığın azalmasına neden olan durumlar
  • Obezite
  • Sigara içmek veya tütün çiğnemek.


Bypass Ameliyatı Sonrası

Bypass ameliyatı sonrasında hasta durumuna göre 2 ay sonra normal hayatına ve işine dönebilir. İlk haftadan küçük yürüyüşler ile küçük ev işlerini, banyosunu yapabilir.

Ameliyat sonrası iyileşme sürecinde hasta kendini iyi hissederek sigara ve alkol kullanımına başlayarak risk alabiliyor. Bu durumda birkaç yıl sonra tekrar hastalanma riski söz konusu olabiliyor. Hekim önerilerine uymak hastanın yaşam süresi bakımından büyük önem taşır.



By Pass Ne Zaman Yapılmalı?

Bypass operasyonu;  birden fazla koroner damarın ameliyatsız açılamadığı durumlarda, kapak operasyonu gerektiren durumlarda bir veya daha fazla damarın hastalığında öncelikli olarak düşünülür.

Bypass operasyonunda hastanın yaşı, damar tıkanıklıklarından önce yaşanan enfarktüs ile kalp kasının çalışmamasından dolayı kalp kaslarında güç kaybı olması gibi faktörler de riskleri büyütebilir. By-pass kalpte ileri düzeydeki rahatsızlıklarda ve başka çözümlerin kalmadığı durumlarda uygulanır.



Topuk Dikeni Tedavisi

Topuk dikeni ağrı ve iltihabı kontrol altına alarak çözülebilir. Ayağa binen baskının azaltılması önemlidir. Hastada düz tabanlık varsa tabanlık ve ayakkabı kullanımında değişiklik gerekir. Tabanda  germe egzersizleri ve buz uygulamasıyla ile ödem ve ağrı giderici ilaçlar da kullanılabilir. Fizik tedavi de uygulanabilir. Son zamanlarda en etkili tedavi yöntemlerinden biri de ESWT tedavisidir.



Topuk Dikeni Neden Olur?

Topuk dikenine neden olan bazı spor türleri de vardır. Uzun mesafeli koşular,  bale danslar ile sürekli ayakta durmayı gerektiren meslekler sıkıntıyı tetikler. Hastanın fazla kiloları, düz tabanlık, sağlıksız ayakkabı kullanımı, yürürken içe veya dışa basma da topuk dikenine neden olur.



Topuk Dikeni Nedir?

Topuk kemiğinin alt bölgesinde kemiksi çıkıntıya “Topuk Dikeni” adı verilir. Bu bölgede kalsiyum birikmesi topuk dikenine neden olur. Topuk dikeni ayağın alt bölgesinden geçen, topuk kemiğini parmaklara bağlayan dokunun iltihaplanması sonucunda ortaya çıkar. Bu sorun teşhisinde röntgen kullanmak yeterlidir. Röntgende görülmeyecek küçük topuk dikenine ise topuk dikeni sendromu denilir. Ayrıca topuk bölgesinin arkasında yaşanan sorun ise aşil tendonun iltihaplanmasına bağlıdır.



Yardımcı Üreme Teknikleri Nedir?

Yardımcı üreme teknikleri hamileliğin sağlanması için uygulanabilecek farklı tedavilere verilen addır.

YÜT olarak kısaltılan bu yöntemlerde kadında üretilen yumurta hücrelerinin vücut dışına alınarak erkeğin spermi ile laboratuvar ortamında döllenmesi sağlanabilir. Özel iğnelerle yapılan bu nakilde oluşan embriyolar kadın rahim içine transfer edilmesi ile yapılır. Geçmişte bebek sahibi olma konusunda sıkıntı yaşayan hastalar artık bu tekniklerin de kullanılmasıyla sorunlarını aşabilmektedir.

Tüp bebek yöntemi ile mikro enjeksiyon arasındaki tek fark döllenme şeklidir. Bu yöntemle yumurtanın içine spermin direk girişi sağlanmaktadır. Özellikle erkek kaynaklı problemlere bağlı kısırlığın tedavi edilebilmesi  güzel sonuçlar vermektedir.

TESE VE TESA olarak adlandırılan yöntemler ise spermi olmayan ya da sperm üretilmesine karşın dışarı atılamama durumunda kullanılır.

Erkeğin kanallarının tıkalı olduğu ve testisindeki bol sayıdaki spermi boşaltamadığı durumlarda erkeğin testisinden iğne ile doku alınır,bunun içinden spermler bulunur ve elde edilen spermle döllenme sağlanır.

Bu işleme testisden sperm aspirasyonu kısaca TESA denmektedir. Ya da testisten doğrudan parça/doku örneği alınır ve bu dokudan sperm elde edilir. Buna da TESE adı verilmektedir.

Gelişen tekniklerle operasyon sırasında mikroskop kullanılarak işlem yapılmaktadır.  Mikro TESE adı verilen bu yöntem ile klasik TESE’den daha yüksek sperm bulma şansı elde edilmektedir. Bu işlemin testise zarar verme olasılığı daha düşük olduğu için tercih edilmektedir.

Rahim kanalları tıkalı olan anne adaylarında, sperm fonksiyonlarının ileri derecede bozuk olduğu durumlarda, karın içinde yaygın yapışıklıkları olan ve tedavi ile gebelik sağlanamadığı durumlarda, bağışıklık sorunları nedeniyle hamilelik sağlanamayan durumlarda, tekrarlayan düşükler yaşayan kadınlarda,  aşılama yöntemi ile birkaç kez uygulanmasına rağmen gebelik elde edilememişse yardımcı üreme tekniklerine başvurulur.



Tüp Bebek Tedavisi ve Aşamaları

Tüp bebek yöntemi uzun yıllardır uygulanan ve gün geçtikçe başarı oranı yükselen bir tedavi yöntemidir. Bu yönteme sıklıkla başvurulan durumlar ise şu şekildedir;

Tüp Bebek Aşamaları

Kısırlığın kadın veya erkek açısından giderilememesi halinde tüp bebek tedavisine geçilmesi önerilebilir. Son yıllarda başarılı sonuçlar alınan tüp bebek tedavisinin önce yumurtaların geliştirilmesine yönelik bir tedavi planı vardır. Yumurtaların toplanması ve yumurtaların dışarıda döllenmesinin ardından bunların rahime nakledilmesi yapılır.

Tüp bebek tedavisinin ilk aşaması olan yumurtaların geliştirilmesi Folikül uyarıcı hormon (FSH) vücuda enjekte edilir. Bu tedavi yaklaşık 10 günlük planı gerektirir. FSH hormon iğnesinin dozu ve süresi kadının yaşı, kilosu gibi bazı kriterler değerlendirilerek uygulanır.

Bu evrede ultrason ve kan E2 hormonları takibe alınır.  Yumurtalığın kapasitesine göre yeterli düzeye geldiği görüldüğünde; ultrasonda ölçülen folikül boyutları 18-20 milimetre olunca HCG hormonu içeren çatlatma iğnesi yapılır. Yumurtanın olgunlaşması bu iğne ile gerçekleşir. Yaklaşık 35 saat sonra yumurta toplanmalıdır. Bu aşamadaki tedavi çok önemlidir.

Yumurtaların toplanması sağlık kurumunda, anestezi ile yapılır. Ultrasonda kapalı sistemle yumurta vakumlanır. Kısa süren bir işlemdir. Ancak, hasta bir süre dinlenmeye alınır.

Yumurtaların döllenmesini embriyoloji uzmanı laboratuvarda yapar.  Toplanan yumurtaların içine mikroenjeksiyon yöntemiyle sperm konulur ve dölleme yapılır. Döllenme başarılı gerçekleşmiş ise yumurta bölünerek 24 saat sonra iki hücreli, 48 saat sonra 4 hücreli, 72 saat sonra 8 hücreli olur. Dördüncü gün embriyonun ortasında boşluk oluşur,  sonraki gün ise iç ve dış hücre tabakaları belirginleşir. Bu evreye ulaşan embriyoların hamileliği sağlaması daha yüksektir.

Tüm bu aşamaların ardından embriyo rahim içine anestezi olmadan mesane dolu iken ultrason yardımıyla yapılır. Bu aşamadan yaklaşık 10 gün sonra kanda BHCG hormon düzeyi 100-200 arasında ise tüp bebek tedavisi başarılı olmuş anlamına gelir. Bu testler birkaç kez tekrarlanır.



Kısırlık Tanı Ve Tedavileri

Kadınlarda ve erkeklerde farklı sorunlar nedeniyle ortaya çıkan kısırlık sorununun tedavisi mümkündür. Kısırlık tedavisinin nasıl yürütüleceğine bu sorunun kaynağı bulunarak karar verilir.

Kadın üreme organları gebelik ve doğum süreçlerinde sağlıklı bir yapı ve fizyolojiye sahiptir. Ancak kadınlarda yaşanan bazı sorunlar hamile kalmayı engellemektedir. Kadındaki fallop tüplerinin kapalı olması, yumurtalıklarda polip veya kistler, rahim anatomisindeki  rahimde perde, çift rahim veya rahim içi yapışıklıklar gibi sorunlar yaşanmaktadır. Rahim ağzında polip ve kistler oluşmuş ise bu durum spermin yumurtalıklara ulaşmasının önüne geçer. Tiroid gibi hormon bozuklukları ileri yaş, diyabet, aşını kilo da soruna yol açabilir.

Kadında kısırlık problemi muayene ve testler ile belirlenerek tedaviye başlanır. Hormon testleri, ultrason ve rahim filmi çekilir. Genital sistemin incelenmesi ile kısırlığın nedeni bulunur. Belirlenen sorunların giderilmesi amacı ile çeşitli tedaviler gündeme gelir. Bu süreç sonrasında doğal yollar ile hamile kalınabilir.

Erkeklerde sperm yokluğu, sperm sayısı, kalitesi veya hareketliliğinin yetersiz olması tütün ve alkol gibi zararlı alışkanlıklar, hormonal nedenler, genetik faktörler, sperm kanallarında tıkanıklıkların varlığı gibi sorunlar kadınlardaki gibi bazı testler yapılarak sonuçlarının alınmasıyla tanı konulur. Erkeklerde spermlerin değerlendirilmesi açısından spermiyogram adı verilen test uygulanmaktadır. Aynı zamanda hormon açısından ve genetik açıdan çeşitli kan testleri yapılır.

Kadın ve erkekte kısırlığa neden olan faktörler ve uygulanması gereken tedavi yöntemleri birbiriyle aynı değildir. Bu süreçte çiftlerin birbirlerine psikolojik destek vermeleri ve stresten uzak kalmaları önerilir.

Kısırlık Tedavileri

Kısırlık tedavisinde aşılama yöntemi uygulanarak pek çok çift günümüzde bebek sahibi olabilmektedir. Erkekten kaynaklanan kısırlıkta sperm hareketliliği ve kalitesinin yetersizliğinde kullanılır.

Kadında çikolata kisti olarak tanımlanan sorunlarda, rahim ağzında spermin yumurtalıklara ulaşmasını engelleyecek sorunlarda aşı yapılabilir. Tüm bunların yetersiz kalacağı düşünüldüğünde ise Tüp Bebek Yöntemi uygulanır. Ülkemizde bu yöntemden alınan sonuçlar yükselmektedir.



Kısırlık(İnfertilite) Nedir?

Kadınların ve erkeklerin çocuk sahibi olamaması durumundaki tıbbi soruna kısırlık tanısı konulur. Bu tanı düzenli cinsel ilişkiye girmelerine karşın bir yıl içinde çocuk sahibi olunamaz ise tedavi süreci gündeme gelir. Genelde  erkek ve kadınlarda kısırlık sorunu birbirine yakın oranlardadır.

35 yaşın üzerindeki çiftlerde bebek sahibi olamama süresi 6 ay sürüyorsa, bu da takip gerektiren bir durumdur.

Kadına bağlı olarak görülen kısırlık (infertilite)  tiroit hormon bozuklukları, yumurtlamada düzensizlik durumu, prolaktin hormonunun normalden yüksek olarak kanda görülmesi rahim içerisinde yapışıklıklar olması,çikolata kisti, yumurta rezervi düşüklüğü, üreme organlarına ait travmalar, ileri yaş, erken menapoz, rahimde bulunan patolojiler gibi nedenlerle kısırlık yaşanabilir.

Erkeklerde üreme sisteminde sperm üretimi ve sayısı çocuk sahibi olma açısından çok önemlidir. Erkeğin boşalma sırasında vücut dışına atılan menisi, testislerde bulunan farklı salgı bezleri tarafından üretilir. Meninin içeriğindeki her mililitrede 15 meni içeriğinde spermin hareket ve dölleme kabiliyetini arttıran kayganlaştırıcı organik maddeler bulunur. İlişki sırasında vajinaya  bırakılan meni önce rahim ardından ise döllenmenin gerçekleştiği fallop tüplerine ulaşır. Sperm burada 4-5 gün kadar canlı kalır. Bu süre içinde yumurta fallop tüpüne gelirse döllenme sonuçlanır.

Erkeğe bağlı görülen kısırlık sorununu yaratabilecek başlıca sorunlardan birisi sperm kanallarının doğuştan tıkalı olmasıdır. Testislerdeki kanı boşaltan toplardamarlarımızda varisleşme benzeri bir sıkıntı da erkekler için kısırlık sonucunu üretebilir. Sperm sayısı, spermlerin şekil bozuklukları, menide hiç sperm olmaması veya kalitesinin düşüklüğü de erkeklerin sorunları arasındadır. Alkol ve sigara tüketimi hareketsizlik de sorun yaratabilir.

Dünya genelinde kısırlık oranı yüzde 15’ler düzeyindedir. Kısırlık sorununun 3’te birinin erkekte, 3’te birinin kadında, üçte bir oranında ise çiftlerin her ikisinden kaynaklandığı gözlenmektedir.



Aşılama Nedir?

Çiftlerin bir yıl boyunda düzenli bir birlikteliğine rağmen çocuk olmaması halinde  “Aşılama” yöntemi de çocuk sahibi olmayı sağlayan yöntemlerden birisidir. Uzun süre hamile kalamayan kadınlara uygulanır.  Erkeğin sperm hücrelerinin alınıp,  kadının rahim içine bırakılmasına aşılama diyoruz. Hamileliğin sağlanmasında yüzde 20 dolayında artı etkisi vardır.

Aşılama teknolojik yeniliklerle birlikte ağrısız ve acısız bir işlemdir. Ancak aşılamanın yapılması belirli kriterleri de gerektirmektedir. Bu nedenle erkekte sperm kadında ise yumurta üretiminin sürmesi gereklidir. Bunlar olmaz ise döllenme sağlanamayacağı için bu yönteme başvurulmaz.

Aşılamanın yapılmasından önce anne ve baba adayına bazı testler uygulanır. Bu testlerden olumlu sonuç alındıktan sonra aşılamaya geçilir. Çiftlerden herhangi birinde sorun var ise aşılama sonuçsuz kalır.

Aşılama tedavisine geçmeden erkeğin sperminin verimliliği açısından  tedaviden önceki 2 gün boyunca alkol ve sperm sayısını olumsuz etkileyecek ilaç  içmemesi önerilir. Aksi halde sperm miktarı ve kalitesi düşer.

Anne adayının genital bölgede aşılama öncesi 48 saat boyunca krem ve losyon türü maddeleri kullanmaması gereklidir.  Aşılamada rahme ulaşılma aşamasında krem ve losyonlar mikrobik ya da enfeksiyonel etki yaratabilir.  Bu durum aşılama için risktir.



Hamilelik Belirtileri Nelerdir?

Hamilelik belirtileri kadınlarda farklı sürelerde hissedilebilir. Hamilelik durumu bazı kadınlarda döllenme yaşanmasının hemen ardından ortaya çıkabilir. Kimi zaman ise 2 aydan sonra bile görülebilir.

Halk arasında da çok iyi bilinir ki, hamileliğin kadınlarda yarattığı en büyük etki mide bulantısıdır. Bazı kadınlarda bu süreç bulantı ve kusma sebebiyle zorlu geçebilir. Bunları yaşamayan kadınlarda ise hamilelik kolay seyreder.

Anne adayları özellikle koku hassasiyeti sebebiyle de zorlanabilir.  Hamilelik belirtilerinden biri de uyuma isteğidir. Halsizlik de hamilelik belirtisidir. Kadınların göğüslerinde hassasiyet oluşması, baş ağrısı, vücut ısısındaki artış görülebilir. Hormonların olağandan fazla çalışması yumurtalıkları hareketlendirip yoğun  akıntı oluşturur.  Bu da belirtilerdendir.

Döllenmenin ardından geçen yaklaşık 10 gün sonra hamilelik anlaşılır. Regl döneminde şişkinlik hissi hamileliği simgeleyebilir. Meme uçlarının ve çevresindeki halkanın koyulaşması,  göğüs ucunda görülen kabarcıklar hamileliğin belirtisi olabilir.



Doğum Sonrası Ne Zaman Adet Olunur?

Doğum sonrası ilk 40 gün adet kanaması kadar kanama olması normaldir. Adet kanamalarının düzenli hale gelmesi ise biraz daha zaman alır.

Hamilelik etkisi ile hormonal değişikliklerin normale dönmesi yumurtlama işlevinin başlaması ile gerçekleşir. Doğum sonrası 6-8 haftalık yumurtlamanın üzerinden 15 gün geçtikten sonra adet kanaması görülür. Adetlerin kadınlarda düzenli hale gelmesi de birkaç kez adet dönemi yaşanmasını gerektirir.

Emziren anneler, emzirmeyenlere göre daha da geç adet kanaması yaşar. Çünkü emzirme ile  “prolaktin” adı verilen süt hormonu yüksek seyreder. Bu hormon kadınlarda yumurta gelişiminin nedeni olan  hormonal düzenini baskılar.  Yumurtlama baskılanınca da adet kanaması oluşmaz. Emziren kadınlarda yumurtlamanın baskılanması tek başına gebeliği engellemez.

Bu nedenle adet görülmediği emzirme döneminde, olası bir gebelik mümkündür.

Emzirirken oluşabilecek kanamalar da anneler için kaygı verici olabilir.

Kanaması olan emziren annelerin bu nedenle mutlak bir hekime başvurmalıdır.



Damar Hastalıkları Tehlikeli Mi?

Damar hastalıkları en önemli sağlık sorunlarından biridir. Kalp krizi olarak karşımıza çıkabilir, felç olarak yaşanabilir, beyin damar hastalığı olarak görülebilir. Ellerimizi ve ayaklarımızı besleyen atardamarlarda yaşanan hastalıklarda vardır. Aort ve göğüs damarlarında anevrizma olarak karşımıza çıkabilir.

Kalbi besleyen damarların tıkanması veya daralması tüm kalp-damar hastalıklarının yüzde 35’ini kapsar ve ayrı bir öneme sahiptir. Kalp ve damar hastalıkları dünyada olduğu gibi Türkiye’de ölüm nedenlerinin ilk sıralarında yer alır.

Damar hastalıklarına bağlı ölümler (kalp krizi, felç  gibi nedenler) kalp ve damar hastalıklarına bağlı ölümlerin yüzde 85’ini oranındadır. Bu yüzden hekimler damar sorunlarının önlenmesi açısından sigara ve tütün kullanımını, sağlıksız beslenmenin önüne geçilmesini istemektedir. Yüksek şeker oranının kontrolü, yüksek tansiyonun kontrolü de çok önemlidir. Ancak risk faktörleri ile mücadele yanında erken tanı ve tedavi de çok önemlidir.

Damar sorunlarında kolesterol yüksekliği, kandaki yüksek trigliserid veya HDL kolesterol seviyeleri de olumsuzluk içerir.



By Pass Neden Zor?

Bypass ameliyatının riskleri yıllar içerisinde minimum düzeye indirilmiştir. Konusunda uzman cerrahların yaptığı müdahaleler elbette risk faktörünü de içindi barındırır. Ancak, Koroner bypass ameliyatlarının risk yüzde 1’lere kadar düşürülmüştür.

Bununla birlikte hastanın yaşı başta olmak üzere riski artıran nedenler vardır.  Hasta daha önce geçirilmiş enfarktüs veya kalp kasının çalışmaması ile ameliyata geldiyse ve kalp kasında güç kaybı varsa bu da önem taşır. Hastanın kalp kapaklarında ek bir rahatsızlık olup olmaması da hekimlerin dikkat ettiği konular içerisindedir.

Hastada kan dolaşım sisteminde var olan rahatsızlığın yanı sıra diğer organlarda fonksiyon kaybı varsa bu da risk faktörlerini büyüten etmenlerdendir.

Bunun dışındaki müdahalelerin sonuç verme şansı neredeyse yüzde 100 olabilir. Müdahale sonrası da en az hastanın müdahale süreci kadar önemlidir.

Dolayısıyla başarılı  biten baypas ameliyatının sonrasındaki hastanın başta kontrollerini yaptırmak olmak üzere yaşam tarzını yeniden düzenlemesi gerekebilir.



By Pass Sonrası Ne Kadar Yaşarım?

By pass sonrası yaşam süresi hastalar tarafından en çok merak edilen soruların başında geliyor.

Bypass yapılarak yenilenen damar, hastanın kendine iyi bakması, egzersiz, düzenli ilaç kullanımı, kontrollerini aksatmaması, iyi beslenme ve kilo kontrolüne dikkat etmesiyle uzun süre yaşama şansına sahip olmasını sağlar.

Bypass sonrası sürecin sağlıklı biçimde sürmesi hastanın kendisine gösterdiği özen ve dikkat ile de ilgilidir. Kalp kontrolleri, kolesterol değerleri, karaciğer ve böbrek fonksiyonları, akciğer kontrolleri önemlidir.



By Pass Ameliyatı Nedir?

Kalp damarları “koroner arterler” olarak tanımlanır. Kalbin etrafını çevreleyen, kalp kasını besleyen atardamarlarımız olan üç ana koroner arter vardır. Koroner arterler, kalpten çıkan atardamar olan aort damarımızdan beslenirler. Koroner arterlerde daralma veya tıkanma kan akımının kısmen veya tamamen önlenmesine yol açar.

En sık görülen sorun ise damar sertliğidir. Özellikle hayvansal gıdalarda bulunan ve çok tüketildiğinde damar iç yüzeyine yapışan “kolesterol” damar duvarlarında daralmaya yol açar. Kalp damarlarında  daralma ve tıkanmalar yüzünden kalp beslenemez ise risk çok büyür. Bunun sonucunda; kalp krizi riski ortaya çıkar. Bu noktada tıkanan kalp damarlarının yerine yeni damar takılması işlemine By-pass ameliyatı denilir.

Kalp damar tıkanıklarında yapılan koroner bypass ameliyatı  genelde “durdurulmuş kalpte bypass” ameliyatı olarak gerçekleşir. Vücuttaki dolaşım bir akciğer-kalp pompası ile sürdürülür. Kalbi tamamen durdurduktan sonra, tıkalı damarlar, bacak toplardamarı ve vücuttan alınan uygun damarlar ile değiştirilir. Tıkalı damarlar değiştirilerek kalp krizi bölgelerine yeterli kan akımı sağlanır.

 



Varis ve Kalp Arasındaki İlişki

Varis, ayakta durarak çalışılan mesleklerin ve doğum sonrasında kadınların sıklıkla bacaklarında ortaya çıkan toplardamar hastalığıdır. Varis çoğu zaman önemsenmez ama kalp yetmezliğine varan sonuçları olabilir.

Kilosu yüksek olanlarda ve ilerleyen yaşlarda görülme sıklığı artar. İlerleyen yaşla beraber bacak ve ayaklarda şişlik görülebilir. Bacaklardaki toplardamarların keseleşmesi ve genişlemesi söz konusu ise dikkatli olunması gerekir.

Toplardamar içinde kan yavaş akıyorsa ve pıhtılaşma sorunu yaşanıyorsa, ciltte beslenme bozukluğuna bağlı yaralar olabilir. Toplardamarlardaki keseciklerde kan akımı çok yavaş ve hatta neredeyse kan akımının olmayışı, bu damarların içindeki kanın pıhtılaşmasına neden olur. Bu sorun “filebotromboz” olarak adlandırılır. Şiddetli ağrı yapan pıhtılaşmış kan, mikropların üreyebilmesi için çok uygun bir ortam oluşturduğu için bacakta şişlik, damar hattı boyunca kızarıklık, ateş, şiddetli ağrı yaşanmasına yol açabilir. Akciğerlerde damar tıkanıklıklarına neden olabilirler. Tıkanan damarın büyüklüğüne göre kalp yetmezliği ve ölüme neden olabilir.

 

Varisin Tedavisi

Görünümü açısından estetik olmayan bir durumdur. Aynı zamanda kişinin yaşam kalitesini etkiler. Varis çorabı kullanarak yüzeydeki varislerin gelişmesi engellenebilir veya geciktirebilir. Derin toplardamar sisteminde yetersizlik olan hastaların uygun varis çorabı kullanması ileri komplikasyonların engellenmesinde önemlidir. Bazı lokal genişlemeler ise küçük cerrahi kesiler yapılarak çıkarılabilir. Tedaviye hastanın durumuna göre karar verilir. Her hastalıkta olduğu gibi, hastalık ilerlemeden mutlaka hekim kontrolünde önlem alınmalıdır.



Kolesterol Yüksekliği Ne Zaman Tehlikeli?

Kalp hastalıkları en ciddiye almamız gereken sorunlarımızın başında gelir. Çünkü dünyadaki ölümlerin birinci sırasında kalp rahatsızlıkları gelir.

Bu sıkıntımıza kaynak olan önemli neden ise yüksek kolesterol seviyeleridir. Bu düzeyi normale döndürmemiz halinde kalp hastalığı riski de azılır.

Kanınızda dolaşan kolesterol iyi ve kötü kolesterol olarak tanımlanan iki türdür. LDL kolesterol kötü kolesterol, HDLkolesterol ise iyi kolesterol olarak adlandırılır. Yüksek olması halinde tehlike içeren tür LDL kolesteroldür. Bu kolesterol fazla ise damar sertliği sürecini başlatır.

Kötü kolesterol 100’ün altında olması ise çok iyi bir sonuçtur.  Kan tahlillerinde bu rakam 100–130 arası risk sınırı, 130–160 arası yüksek, 160’ın üzerinde ise çok yüksektir.

HDL için tam tersidir. Bu kolesterolün yüksek olması arzu edilir. 60’ın üzerindeki değerler mükemmel olarak nitelenir.  Kadınlarda 45’in, erkeklerde 40’ın altı riskli olarak değerlendirilir. 35 ve altındaki değerler ise tehlikelidir. LDL kolesterolün yüksek, HDL kolesterolün düşük olması ise en büyük riski tanımlar.

Kolesterol, vücut için çok gerekli olan ve yapı taşı olarak nitelenen durumdur. Fakat sinsi bir tehlike olarak kalp ve beyin damarlarımızın düşmanı olabilir. Kolesterolü normal sınırlarda tutmak için ilaç kullanılabilir ama ilaçlarının uzun süreli kullanımı kişiye fayda yerine zarar vermektedir. Bu sorunda da beslenme şekli değiştirilmelidir.



Kansız Anjiyo Nedir?

Kalp damarlarının sorunlarını tespit etmek için genelde kasıktan damara ucunda bir kamera bulunan kateter ile girilir. Bu incelemede damarlara gerektiğinde müdahale edilir ve stent takılır.

Damarları görmek için yapılan bu kalp anjiyosunun bir de kansız anjiyo veya sanal anjiyo adı verilen bir başka yöntem kullanılabilir. Bu tip  anjiyoda, geleneksel anjiyoda olduğu gibi hastanın kasık atar damarına girilmez.

Koldan açılan damar yolu ile damara renkli boya verilir. X ışınları kullanılır. Alınan tomografik kesitler ile damarlar üç boyutlu olarak görülür. Kalp damarının iç ve dış duvarı görüntülenir. Olası damar daralmaları, tıkanmaları gözlemlenir. Yağ plaklarının sertlikleri belirlenir. Bu saptamalar sonrasında hastanede yatmanız gerekmez. Bir süre dinlenmek yeterlidir.

Bu incelemeler daha çok damarlar için kullanılsa da kalp içi pıhtı, kalp duvarında anevrizma, aort kapağında kireçlenme ve diğer sonunlar da  belirlenir. Varsa aorttaki genişlemenin çapı ölçülür. Kalp zarı kireçlenme düzeyi ve kalınlığı anlaşılır.

Efor testi ve EKG’nin tehlikeli görüldüğü durumlarda anjiyo uygulamaları tercih edilir. Göğüs ağrısı, nefes darlığı gibi koroner arter  şikayetleri olanlar, efor testi şüpheli olanlar genetik kalp hastalığı yatkınlığı olanlar hipertansiyon, kolesterol yüksekliği yaşayanlara bu işlem yapılması önerilir.



Öksürük Kalp Krizini Önler Mi?

Halk arasında öksürüğün kalp krizini önlediği yaygın bir söylem olarak yer alır. Kalp krizi geçiren bireyi öksürmeye zorlamak yarardan çok zarar olabilecek bir duruma sebep olabilir.

Uzmanlar, nadir de olsa öksürürken göğüs boşluğu içinde artan basıncın beyne giden kanın bir-iki saniye süreyle artırmasında etkili olabileceğini söylemektedir. Hastada ritim bozukluğu varsa öksürmek düşük olasılıkla ritmi düzeltebilir. Ancak öksürmek daha çok olumsuzluk yaratabilen bir durumdur.

Öksürmek efor gerektiren bir çabadır. Kalp krizinde kişinin kalp yükünü azaltmak gerekir. Öksürme çabası kişide hayati sonuçlara neden olabilir.

Uzmanlar muhtemel bir kriz öncesinde göğsünde ağrı hisseden bir kişinin öksürmesini istemez. Kalp krizi şüphesi taşıyan kişinin en kısa sürede donanımlı bir hastaneye gitmesi gerekir. Hastaneye ulaşma süresi uzadıkça riskte artar. Her 30 dakikalık gecikme ölüm riskini yüzde 8 oranında arttırmaktadır.

Kesinlikle öksürmeyin, kriz sizi hareket halinde yakalarsa öksürmeye çalışmadan hemen olduğunuz yerde yarı oturur duruma geçmeniz ve acil çağrıyla yardım isteminiz çok daha doğru olacaktır.

Hekim kontrolünde olmak kaydıyla kalp krizi geçiren veya kalp ritim bozukluğu, durması söz konusu olursa öksürme atakları denenebilir. Doktor gözetiminde ve yoğun bakımda izlenen hastaya uygulanabilir.



Tansiyon İlacının Uzun Süre Kullanımda Yan Etikleri Var Mı?

Tansiyon ilaçları da birçok ilaç gibi yan etkilere sahiptir. Herhangi bir ilacın kullanımında yararları ağır basıyorsa riskleri az ise kullanılması tercih edilir. Tansiyon sorununda ilaç kullanılması öneriliyorsa bunun bir zorunluluk noktası olduğu düşünülmelidir.

Yüksek tansiyon ilaçsız tedavi edilebilir. Yaşamınızı belirli kriterlerle sürdürüseniz, yüksek tansiyon sorununuz olmayabilir.  Örneğin; tuz kullanımınızı azaltmanız gibi. Kilolardan kurtulmak, hareketli yaşam,  sigara kullanmayı bırakmak, alkolü sınırlandırmak, stresi  azaltmak gibi yaşam düzenlemeleri ilaç kullanmadan tansiyonu kontrol altına almanızı sağlar. Bu önlemleri alamayan hastalarda ilaç zorunlu olarak  gündeme gelir. Tansiyonun ilaçsız tedavisi mümkün olması size bağlıdır ama garantisi yoktur.

Tansiyonun vereceği zarar,  ilacın vereceği zarardan daha fazladır. İlaçlar belirli kriterlerden geçerek hastaya ulaşır. Bu zararlar da o sürelerde gözden geçirilir. Tansiyon ilaçları hastada kullanılarak size ulaşır. Bu sizin için bir ön denetimdir ve güvencedir.

Tansiyon İlacı Yan Etkileri

Tansiyon ilaçlarına bağlı yan etkileri, “tahmin edilebilenler” ve edilemeyenler olarak sınıflayabiliriz.

Geçmişte kullanılan pek çok tansiyon ilacı artık günümüzde kullanılmıyor, çünkü daha etkili ve yan etkisi daha az ilaçlar üretildi.  Ve size uygun daha az yan etkisi olan ilaç bulmak mümkündür.  Size hangi ilacın dokunmayacağını bulmak çoğu kez kullanmadan mümkün olmayabilir. Aşağıda yer alan yan etkileri görürseniz lütfen doktorunuzla paylaşın.

  • İlaçla Gelişen Tansiyon Düşmesi
  • Baş Dönmesi Veya Baş Ağrısı
  • Bacaklarda Şişme
  • Öksürük
  • Nabız Düşmesi
  • Bulantı Ve Kusma
  • Halsizlik


Stent İşlemi Nedir?

Kalbe giden damarlarımızda daralmalar görüldüğünde cerrahi müdahale öncesinde damar yapısı da uygun ise hastaya stent işlemi uygulanabilir.

Daralan koroner arterlere stent yerleştirilir. Bu yolla daralmış veya tıkanmış kalbe temiz kan taşıyan damarlar açılır.  Balon-stent işlemi hastanın durumluna göre kararı verilir ve uygulanır.

Genelde çok uzun sürmeyen bir yöntemdir. Koroner damarların balon ile genişletilmesi işlemi ve stent yerleştirilmesi, kateter ile koroner damarlara girerek yapılır. Ucunda bir kamera olan kateter ile damardaki durum izlenir ve müdahale noktalarına ulaşılır.

İnce kateterin ve basınçlı sıvı yardımı ile genişleyen bir balonun şişirilmesi ile daralmış kalp damarı açabilir. Balon şişirildiğinde tıkanmış olan damar duvarlarına karşı sıkıştırılır ve kan akışı artırılır.

Stent, damar içinde küçük, metal kafesten oluşmuş bir tüptür. Balon söndürüldükten sonra stent daralan yerde daimi olarak kalır.

Stent genellikle bir ya da iki koroner damarda daralma, tıkanıklık yaşayan hastalara tavsiye edilir.  Bu tedavilerde kapalı bölgede ilaçlı stent kullanılabilir. İlaç içeren  stentler yerleştirildiği bölgede belirli bir süre damarda yeniden daralmayı azaltan ilaçlar içermektedir.

Koroner damar içinde yer alan plak yağ ve kireç sebebiyle belli bir darlık seviyesinde ise kalp kasının beslenmesi de bozulur. Bu durumda ise eriyebilen stentler işlem esnasına darlığı açar. Sonraki aşamada üzerinde barındırdıkları ilaçlar plakları giderir. Görevini tamamlar ve normal fonksiyonlu bir damar yapısı yaratır.



Kalp Yetmezliğinin Tedavisi

Kalp yetmezliği tanısı konan hastalara uygulanacak olan tedavilerde farklı değişkenler ön plana çıkar. Kalbe gelen kan miktarına önyük, kalbin kanı pompalamak için yenmesi gereken dirence artyük denir. Kalp yetmezliği tedavisinde önyük veya artyükü azaltarak kalbin üzerindeki yükün azaltılması esas alınır. Kalp yetmezliğinin tedavisine kalbin durumuna göre  öncelikli olarak güncel yaşamın düzenlenmesi ve ilaçlı tedavi ile başlanabilir. İdrar söktürücüler birinci basamak tedavi olmakla birlikte hastanın varsa ek hastalıklarına göre değişebilmektedir. Başlangıç tedavisinin yetersiz olduğu durumlarda ikili veya üçlü ilaç kombinasyonlarına geçilebilir.

Kronik kalp yetmezliği ise kişide uzun yıllardır devam eden kalp yetmezliğidir. Bu tür hastalar daha yakından takip edilerek hastaya göre tedavi uygulanır. Akut kalp yetmezliği semptomları aniden ortaya çıkar ve tedavi ile giderilir.

Hastalara Ekokardiyografi ile (kalp ultrasonu) kalp yetmezliği tanısı kesin olarak konulabilir.



Kalp Yetmezliğinin Belirtileri

Kalp yetmezliği tedavi edilmez ise hayati sonuçlara neden olabilen çok önemli bir rahatsızlıktır.

Kalp yetmezliği belirtileri arasında çarpıntı, nefes daralması, iştah kaybı, öksürük ve göğüs ağrısı, nabzın düzensiz olması, el ve ayaklarda yoğun ödem, kilo kaybı, sürekli uygu hali, yorgunluk söz konusudur.

Koroner arter hastalığı,kalp krizi öyküsü, kapak hastalıkları doğuştan kalp hastalığı ,ritim bozuklukları, yüksek tansiyon,  kalp kasları hastalıkları ve iltihabı diyabet ve tiroid , kanser ilaçlarının yan etkileri,  obezite yani, aşırı kilolu olma sorunlarınız varsa mutlaka kardiyoloji hekimine kontrol olmanız gerekmektedir.



Kalp Yetmezliği Nedir?

Kalbimizin sağlıklı biçimde çalışması hayata devam edebilmemiz açısından önemlidir. Eğer kalbimiz görevlerini tam yapamıyorsa vücuda yeterli miktarda kan gitmeyecektir. Kalp yetmezliğini bu nedenle en genel anlamıyla kalbin kanı pompalayamaması olarak tanımlayabiliriz. Bilinmelidir ki bu noktadan organlara kan gitmez ise diğer organlarımızda çok ciddi biçimde hasara uğrayabilir.

Kalp yetmezliği alınacak tedbirler ile zamanında giderilmek zorundadır. Kalp yetmezliği ileride kalp büyümesine ve buna bağlı olarak böbrek yetmezliği ve akciğer yetmezliğine neden olabilir. Bu durumlarda kişinin hayati riskleri belirli şekilde artar.

Kalp yetmezliği öncelikle kalp damarları ile ilgili sorunlardan kaynaklanır. Kalp kas tabakasını besleyen “koroner damarlar” tıkanması durumunda insanlar kalp krizleri geçirir. Geçirilen kalp krizi aynı zamanda kalp yetmezliğinin oluşmasından en büyük etkendir. Çünkü her krizde kalp kasının bir bölümü yitirilir.

Bazı kalp ritim bozuklukları da uzun süreli tedavi edilmez ise  kalp yetmezliği sonucu yaşanabilir. Sebep ne olursa olsun kalp büyümesi ya da kalp kasında kasılmasının ardından gelişen kalp yetmezliği genel olarak kardiyomiyopati olarak tanımlanır.

Kalbi olumsuz etkileyen birçok olay kalp yetmezliği sebebidir.  Krizler,  ritim bozuklukları, kapak hastalıkları, bazı enfeksiyonlar, tedavi edilmeyen hipertansiyon, çeşitli kanser ilaçları ya da genetik sebepler kalp yetmezliğine neden olabilmektedir.



Aritmi Tanı Ve Tedavisi

Kalbimizin çalışması belli bir ritimde devam eder. Ritimin bozulması ve normal koşullarda dakikada 60 ile 100 arasında ölçülen kalp atışlarının farklılık göstermesi söz konusu olduğunda bunun nedenleri araştırılarak tanı konulması gerekebilir.

Kalp atışlarının çok hızlı olması taşikardi olarak adlandırılır.  Kalp çok yavaş veya düzensiz şekilde atıyorsa bradikardi tanısı konulur.

En çok görülen kalp ritim bozukluğu taşikardi tanısı konulanlardır.  Kalp atışının dakikada 100’ü aşması ile anlaşılır. Çarpıntı dediğimiz sağlık sorununu yaratır. Taşikardi yaşayanlara holter veya EKG gibi yöntemlerle teşhis konulur.   Kanın vücutta dolaşmasına sağlayan ana pompalara ventriküler adı verilir. Buradaki taşikardi ise kalbin içinde yer alan ventrikül odacıklarında nabzın hızlı atmasdır. Bu sorun yaşanıyorsa  kalp atım hızı dakikada 250 atıma bile çıkar. Bu ciddi bir sağlık sorununu birlikte getirir.

Supraventriküler taşikardi, çocuklukta rastlanan türlerinden biridir. Özellikle bebeklik döneminde huzursuzluk, halsizlik  görülür. Anne sütü emmeme gibi sorun da yaşanabilir. Çocuklarda ise göğüs ağrısı ve çarpıntı yapar. Sorun zaman zaman bayılmaya gidebilir.

Diğer bir taşikardi türü sinüs taşikardisidir. Travma, stres ya da buna benzer olaylar sonucunda kalp hızı 100 ve üzerinde atar.Spor gibi nedenlerle sinüs taşikardisi yaşanabilir.

Çarpıntı, kalp atışlarında düzensizlik, göğüste meydana gelen boşluk hissi, baş dönmesi ve nefes darlığının kalp ritminde meydana gelen duraklama, olduğu takdirde baş dönmesi ve bayılma  yaşanabilmektedir. Çarpıntı hissine baş dönmesi veya göğüs ağrısı ekleniyorsa çok çok dikkatli olunmalıdır.

Sık yaşanan çarpıntılarınız sizin yaşamınızı etkiliyorsa mutlaka uzman hekime gitmelisiniz. Hastanın bu durumdan kurtulabilmesi için erken teşhis koymak, erken tedaviye başlamak birincil tercihtir. Aksi durumda rahatsızlıkların boyutu sizi cerrahi müdahaleye götürebilir.



Ritim Bozukluğu(Aritmi) Neden Olur?

Kalbimizin normal koşullarda belirli bir düzen içerisinde çalışması gerekir. Kalp atışları dakikada 60 ile 100 arasında ise bu değerler normal olarak ifade edilir. Bu ritmin bozulması aritmi diye adlandırılan Kalp Ritim Bozukluğu olarak tanımlanır.

Kalp atışlarının çok hızlı olmasına taşikardi denilir. Kalp çok yavaş veya düzensiz bir şekilde atıyorsa bradikardi tanısı konulur.Aritmiler genelde zararsız olarak  tanımlansa da bazı durumlarda yaşamsal risk taşıyabilir. Ritim bozukluğu ile kalp vücuda yeterince kan pompalamaz ise hastada nefes darlığı, baygınlık yaşanabilir ve ani ölüm görülebilir.

Hiç sağlık sorunu olmayanlarda da görülebilen ritim bozukluğu, genelde kalp hastalarının yaşadığı bir sıkıntıdır. Bu nedenle teşhis aşamasında ritim bozukluğunun nasıl geliştiği ve buna neden olan kalp hastalığının olup olmadığı dikkate alınır.  Ve buna göre incelemeler yapılır.

Ritim bozukluklarının, kalp dışında da nedenleri vardır. Anemi, tiroid bezinin fazla ve az çalışması, bazı hormonal hastalıklar neden olabilir. Doğumsal nedenlere bağlı olarakta kalp ritim bozuklukları yaşanabilir. Bu nedenle yaşanan ritim bozuklukları 30’lu yaşlarda görülebilir. Sonradan oluşan ritim bozuklukları ise genellikle kalp yetmezliği ve kalp krizi gibi hastalıklarla görülür.



Mitral Kapak Darlığı

Mitral kapak açıklığı daraldığında kalbimizin sol bölgesinde hekimlerin ventrikül olarak tanımladığı organlar arasındaki boşluklara kan geçememesi mitral darlığı anlatır.  Bu da  kapağın iki yaprakçığının kalınlaşması ve birbirine yapışması adele ve liflerin kalınlaşıp kısalması sonucu kapağın daralmasına neden olur. Bu ise tipik olarak romatizmal ateşten kaynaklanan yara izlerine neden olur. Genellikle çocukluk hastalığı olan romatizmal ateş ciddi bir sorundur.

Akut romatizmal ateşlerden en çok kalbimiz etkilenir. Kalbin çeşitli kısımları iltihaplanabilir ve ciddi kalp rahatsızlıklarına neden olur.

Normalde mitral kapak alanı 4-6 santimetrekaredir. Kapakta darlık oluşursa kapak alanı daralır ve kanın boşalmasını engeller.

Mitral darlığı çok yüksek oranda romatizmal kalp hastalığı sonucu olur. Bu hastalık kapakların yapısını bozar ve kapak uçlarında şekil bozukluğu, sertleşme, yapışıklık, kireçlenme ile kapakların tam açılamamasına neden olur. Doğum kaynaklı hastalık nadir olarak görülebilir.

Kapak 2.5 santimetrekarenin altına inmesi halinde şikayetler ortaya çıkar ve bunlar çabuk yorulma ve halsizlik olabilir. Kapak darlığından dolayı tam boşalamayan kan geriye doğru akciğerlere doğru gider ve bu da nefes darlığına neden olur. Kapak alanı eğer 1.5 santimetrekarenin altına inerse durum hayati önem taşır. Bu durumda  dinlenen hastada bile nefes darlığı görülebilir. İleri aşamada otururken bile nefes darlığı vardır ve hasta sırt üstü yatamaz. Son aşama ise akciğer ödemidir.



Mitral Kapak Yetmezliği

Kalbimizin sol kulakçığı ile sol karıncığı arasındaki bulunan kapağa mitral kapak denilir. Bu kapaklarda yaşanan hastalıkların çok büyük bölümü çocukken geçirilen iltihaplı hastalıklara bağlı olarak yaşanır. Mitral kapak kireçlenmesi ya da doku zedelenmesi ile kalp kapağında üfürüm olarak adlandırılan kaçak ve yetmezlik oluşabilir.

Mitral kapak yetmezliği, genellikle aşırı stres, sigara kullanımı, yorgunluk gibi nedenlere bağlanabilir. Hastalar bu durumu fazla önemsemezler. Bu nedenle hastalık anlaşılmadan büyür. Mitral yetmezlik genelde sinsi gelişir ve farklı bir hastalık araştırılırken ortaya çıkabilir.  Mitral kapak hastalıklarında; yetmezlik, darlık ve hem yetmezlik hem darlık görülebilir.

Mitral yetmezliği  ile kapağın tam kapanamaması söz konusudur. Bunun devamında ise kanın geri kaçması yaşanabilir. Sorunun önemi yaşanan geri kaçışın ne kadar büyük olduğuna bağlıdır. Geri kaçış durumu eko veya anjiyografi ile değerlendirilir. Ve tanı konulur.

Normalde sol ventrikül kasıldığı zaman mitral kapak kapanır ve kan sol ventrikülden aorta atılır. Bu hastalığa romatizmal kalp hastalıkları neden olabileceği gibi farklı faktörler de etki edebilir. Hipertansiyon, kalp krizi, kalp damar hastalığı, aort yetmezliği, aort darlığı, doğumsal nedenler  değerlendirilir. Bunların yanında kapak yırtılması veya kapağı tutan iplerin kopması irdelenir. Mitral kapağın bağlı olduğu noktalardaki kireçlenme ileri yaşlarda görülebilir.



Kalp Damar Cerrahisi İle Kardiyoloji Arasındaki Fark

Kalp hastalıklarının tanı, tedavi ve ameliyatlarla giderilmesi bu iki bölümün alanlarına girer.  Kısacası “Kalp rahatsızlıkları” yaşandığında akla  gelen bölümler kardiyoloji ve kalp damar cerrahisidir. Bu bölümler farklı bölümlerdir ve baktıkları rahatsızlıklar da farklıdır.

Kardiyoloji, değişik nedenlerle kalbimizde oluşan rahatsızlıkların tanısının konulduğu önemli bir alandır. Kardiyolojide tüm kalp ve dolaşım sistemi rahatsızlıkları detaylı incelenir. Genellikle göğüste ağrı, nefes darlığı, kalp ritmi bozuklukları, doğuştan beri gelen kalp rahatsızlıkları, sol kol ile çenedeki  ağrılar, ağrıyla beraber yaşanan bulantı, terleme gibi rahatsızlıkların tanı ve tedavisiyle ilgilenir.

Kardiyologlar hastalığın önemi ve boyutlarına göre tedavi kararını verir.

Kardiyoloji; kalp sağlığı açısından hastanın yaşamını daha sağlıklı sürdürmesi için bazı beslenme ve egzersizler daha çeşitli önerilerde bulunur. Bunun bir sonraki aşaması ilaçlı tedavidir.  Tanının önemine göre ilaç düzenlemesi yapılır. Bu süreçte ilaç ve diğer önlemlerin yetmediği noktalarda ise hastaya cerrahi müdahale sürecine geçilir. İşte bu nokta kalp damar cerrahisinin ilgi alanına girer. Kalp ve damarlardaki müdahale cerrahlar tarafından gerçekleştirilir.  Cerrahide ise kalp deliklerinden damarların değişmesi işlemi yani By-Pass ameliyatlarına varan farklı müdahaleler yapılır.



Kardiyoloji Hangi Hastalıklara Bakar?

Kalp ve kalp damarlarına ait hastalıkların tanısı ve tedavisi ile ilgili tıp alanına “Kardiyoloji” adı verilir.

Kardiyoloji geçmişte, iç hastalıkları (dahiliye) bölümünün bir alt dalı olarak kabul edilmişti. Ancak günümüzde ayrı bir anabilim dalı oldu. Bu alandaki uzman hekimler, çabuk yorulma, çarpıntı, bayılma, nefes darlığı, ödemler, göğüs ağrısı gibi belirtilere sahip olan kişilerin tanısını koyar, tedavisine yardımcı olur.

Kardiyologlar kalp krizi, kalp ritim bozuklukları, kalp yetmezliği, tansiyon yüksekliği gibi hastalıklarla ilgilenir.

Kardiyologların kalp ameliyatı yapan cerrahlarından en önemli farkı ameliyat yapmamalarıdır. Kardiyologlar kısaca kalp sağlığı ve damarlar üzerinde yoğunlaşır. Kardiyologlar, kalp hastası olanların ameliyat sonrasında da takiplerini yapar. Bu nedenle de kardiyologlar, kalp cerrahları ile doğrudan iletişim kurar.

Hipertansiyon, koroner arter hastalığı, kalp krizi ve yetmezliği, aort yetmezliği,  aort darlığı,  mitral kapak yetmezliği- darlığı, miyokart infarktüsü,  pulmoner yetmezlik, şah damarı hastalığı, tümörler, aritmiler gibi rahatsızlıklar kardiyolojinin alanıdır.



Atar Damar Hastalıkları

Kalbimizden çıkan damarlar atar damarlarımızdır. Temiz kan taşıyan bu arterlerin toplar damarlara oranla kan basıncı daha yüksektir. Yaşamsal riskler görüldüğü için özellikle belirli yaş ve üzerinde sık kontrol edilmesi, izlenmesi gereken damarlarımızdır. Bu damarlar  oksijen. vitamin ve mineraller açısından zengindir.

Damar sertlikleri atar damarlarımızda en çok görülen sorunlarımızdan biridir. Bu sorun doğumda başlayabilir ve 40’lı yaşlardan sonra belirti verebilir.Damar duvarının kalınlaşması ile damarın daralması olarak devam edebilir. İleri derecedeki sorun ise tamamen tıkanmasıdır. Bu durum iç organlarımızda ciddi hasarlar yaratır. Damarlarımızda bu sıkıntı zaman zaman aort diseksiyonu adı verilen damar katmanlarının yırtılmasıdır. Acil müdahale edilmediği zaman ölümlere yol açabilir.

Anevrizma olarak tanımlanan sorun ise damardaki balonlaşmadır. Anevrizma, genellikle aort damarında açığa çıkmaktadır. Bu problemin en ciddi belirtisi; damardaki patlamadır. Bu da yaşamsal bir risktir.

Atardamar hastalıkları renkli Doppler ultrasonografi, MR anjiyo, BT anjiyo uygulamaları ile tanı konulabilir. Sorun ileri düzeyde ise cerrahi müdahale söz konusu olabilir.



Damar Hastalıklarının Belirtileri

Damar hastalıklarının en tehlikelisi kalp bölgesinde yaşananlardır. Bu bölgede göğüs ağrısı, nefes darlığı, çarpıntı ve bayılma gibi şikayetleriniz varsa dikkatli olmanız gerekir.

Bacak damar tıkanıklığında bacakta ağrı, soğuma, uyuşukluk ve güçsüzlük hissi  en önemli belirtiler olarak karşımıza çıkar. Damar tıkanıklığı eğer ileri düzeyde ise dinlenme anında bile bacaklara yeterli kan ve oksijen ulaşmaz ve ağrılar yaşanabilir. Bu ağrılar gece saatlerinde sırt üstü yatıldığında daha da artabilir. Bacak ve ayaklardaki üşüme hissi, soğukluk ayaklarda renk değişikliği de damar hastalığını işaret eden diğer belirtiler arasında yer alır.

Ciddi damar tıkanıklığının olduğu ileri vakalarda ülser ve benzeri ağrılı açık yaraların oluşması ya da ayak parmaklarından başlayarak ayak ve bacaklarda kangren durumunun meydana gelmesi söz konusu olabilir.

Damar tıkanıklığının diğer özellikleri arasında;  tıkalı bölgede şişme, uyuşma, nefes darlığı, bulantı ve kusma da yaşanabilir. Beyin damarlarındaki tıkanıklıklarda ise görme ve konuşma bozukluğu, baş ağrısı görülebilmektedir.

Erkeklerde genelde 40 yaş üzeri, kadınlarda ise menopoz sonrası düzenli kontrollerin yapılması önerilir.



Damar Hastalıkları Nelerdir?

Vücudumuzdaki tüm organların beslenmesini sağlayan atardamarlar en yaşamsal organlarımızdan birisidir.   Bu damarlarımızda daralmalar, tıkanmalar veya balonlaşmalar yaşanabilir.  Damarlarımızdaki sorunlar kalbi besleyen noktalarda yaşanırsa koroner damar hastalığı olarak tanımlanır. Damarlardaki tıkanmalar kalp ağrısı veya kalp krizine yol açabilir.

Beyin bölgemizdeki beyin ve beyinciği besleyen şah damarı ve diğer atardamarlarda tıkanmalar ise halk arasında inme olarak tanımlanan geçici veya kalıcı beyin felcine neden olabilir.

Kalp ve beyin dışındaki kol, bacak, böbrek, barsak, karaciğer  ile diğer doku ve organları besleyen atardamarlardaki problemler genelde bacak bölgesinde görülür.  Bu tip damar hastalığı yürümekle bacak ağrısı ya da bacakta yara ve kangrene neden olabilir.

Damar tıkınmalarının neredeyse tamamının damar sertliği ile geliştiği bilinir. Kolesterol denilen yağımsı bir madde atardamar duvarında birikir ve oluşan sert plaklar damarı daraltır ve tıkanmasına neden olur. Çocukluk döneminde başlayan damar sertlikleri sinsi biçimde ilerleyebilir.  Ateroskleroz adı verilen damar sertliği ilk aşamalarda belirti vermez. Ancak yaş ilerleyip daralmalar ciddi biçimde olursa damarların beslediği dokularda oksijen azalması meydana gelir. Bazen tıkanma halinde dokuyu besleyen başka damarlar bulunabilir. Nadiren; vücudumuz o tıkanıklığın iki ucunu birbirine bağlayan yeni damarlar oluşturabilir.

Damar hastalığı genellikle 50 yaş üzerinde görülür, sorunlar yaş  ilerledikçe artar. Genetik nedenler, şeker hastalığı (diabet), sigara kullanımı, tansiyon ve kolesterol yüksekliği, böbrek yetmezliği ve aşırı kilo da riski arttıran faktörlerdir.



Koroner Damar Hastalığı Nedir ?

Kalbimizi besleyen atardamarlar bütününe koroner adı verilir. Koroner arterler kalbin yüzeyindedir ve kalp kasını beslemek ona oksijen taşımakla görevlidir. Koroner arter hastalığı, belirli ağrılarla hissedilebilen ve çok riskli sonuçları olan bir rahatsızlıktır. Koroner damarda darlık veya tıkanıklık kan akımının azaltır veya tamamen durdurur. Bu durum basit bir göğüs ağrısı olabilir ancak hastanın ölümüne yol açabilecek krizi de doğurabilir. Bu yüzden koroner damar  hastalığında erken tanı hayati öneme sahiptir. Hasta ihmal sonucu kriz geçirdiğinde ölüm olmasa bile ağır hasar meydana gelebilir.

Bu tür rahatsızlıkların görülmesi genellikle 40 yaşından sonra görülür. Genetik durumlarda daha erken yaşta da olabilir. Erkek hastaların riski daha yüksek olarak değerlendirilir. Kadınlarda menopoz dönemi sonrasında koroner risk artar.

Koroner arter hastalığında değiştirilebilecek risklerin başında sigara kullanılması gelmektedir. Yüksek tansiyon, yüksek kolesterol ve genetiksel nedenler de dikkatle izlendiğinde önlem alınması daha mümkündür.



Efor Testi Kimlere Ve Neden Yapılır?

Kalp krizi riski olanlarda yaygın olarak kullanılan testlerden birisi de efor testidir. Kalp hastalığı tanısında bize önemli ipuçları verir ve güvenli bir testtir. Efor cihazındaki test ile vücudun oksijen ihtiyacına kalbimizin ne kadar karşılık verdiğini gösterir.

Test EKG adı verilen elektrokardiyogram makinesi yardımıyla yapılır. Bir koşu bandında yürümeniz istenir. Yürüme bandı biraz hızlandırılarak kalp atışlarınızın durumu izlenir.

Böylece bedensel performansınız izlenir.  Kalbinizin bu tempoya ne kadar ayak uydurabildiği saptanır. Ritim bozuklukları saptanır. Eğer kriz geçirdiyseniz yeni bir risk olup olmadığı saptanır. Tedavi programı hekimlerce bu testlere bakılarak düzenlenir. Bu çalışma hekimler için çok önemli ipuçları verdiği için koroner kalp hastalığı belirtileri yaşayanlara mutlaka yapılır.



Kalp Testleri Neler?

Kalpte krizi  yaşamadan sorunları görmek ve tedbir almak birincil önceliktir.  Bu nedenle testlerin en başında kalbimizde sorun olup olmadığını bize işaret eden kan testleri gelir. Küçük bir krizi bile bize bu testler söyler.

Herhangi bir sıkıntı ile hastaneye başvurduğumuzda öncelikle muayene yapılıp, EKG çekilir. Çekilen kalp elektrosu bize tam bir tanı koyma şansı vermeyebilir. Bunun devamında ise mutlaka kan tahlili yapılır. Kan testinde ilk anda kalpteki sorun ortaya çıkmayabilir. Teşhis konulacak bulgular birkaç saat sonra görülebilir.

Kan tahlili ile  ‘Kalpte hücre ölümü” sorusu da yanıtlarını bulur. Kandaki  bazı özel maddelerin düzeyini araştırılarak sonuca gidilir. Bu araştırma kalp krizinin olup olmadığını da gösterir.

Hekimler hastanın ilk gelişinden itibaren, ilk kan tahlilinin ardından  kan tahlilini 6 ve 12 saat sonra tekrar ederek sonuca ulaşırlar.

Hekimler son dönemlerde ise kalp krizinin 2-3 saat içinde teşhis edilmesini sağlayan troponin testini yaparak daha hızlı biçimde sonuç alıyor. Ve hızlı bir erken teşhis yapılabiliyor.



Anjiyonun Riski Var Mıdır?

Damarlarımızda daralma, kan akışında sorun olabileceği ihtimali bazı tetkikler sonucu ortaya çıktığında kardiyoloji uzmanı hekimlerimiz genelde “Anjiyo” yöntemi ile damarlarımızdaki genel durumu inceler.

Bu yöntem hastanın durumunu anlamak için en iyi ve gelişmiş yöntemdir. Damarların içini gözlemleyen hekim, anında müdahale imkanı da bulabilir. Bu işlemin yapılması kalp krizinin de önüne geçilmesi için en değerli yöntemdir.

Günümüzde anjiyo yapılması için teknolojik açıdan çok ileri cihazlar kullanılmaktadır. Müdahale sırasında ağrı olmaması için lokal anestezi yapılır.

Pıhtı yaşanmaması için de  kan sulandırıcı kullanılır. Kasık bölgesinden vücuda girilerek yapılan uygulamada işlem sonunda kanama olmaması için işlem yapılan bölgeye kum torbası konulur. Bu torbanın yarattığı basınç ile kanama olması engellenir ve yaklaşık 6 saatlik süre sonunda hasta ayağa kalkar.  Anjiyo uzman hekimler tarafından yapıldığında riski son derece düşüktür.



Göğsüm Neden Ağrıyor?

Olası kalp hastalarının ileri düzeye gelmesi ve kalp krizi riskini artırmasında göğüs ağrısı en belirgin nedenlerdendir. Kalbimizi besleyen damarların daralması, tıkanması ile yeterince oksijen alamayan kalp kaslarımız ağrıları da beraberinde getirir. Her göğüs ağrısı kalbimizi işaret etmez omurga, kas,  yemek borusundaki ağrılar da göğüste baskı ve ağrı yaratabilir.

Ağrıların oluşum biçimi de önemlidir. Eğer ağrılarımız yorulma; heyecan gibi nedenlerle geliyor ve dinlenince geçiyor ise bu durum koroner damarlarımızdan kaynaklanabilir.

Kansızlık, yüksek tansiyon, aort yetmezliği,  kanın az gelmesi de  ağrılara neden olur. Aort damar yırtılmaları, kalp zarı iltihabı, mitral kapak sorunları da göğsümüzde ağrıya  yol açar.

Depresyon gibi nedenler de göğüs ağrılarını neden olabilir. Akciğer kaynaklı bazı hastalıklar da göğüs ağrısının nedenleri arasında sayılır.

Ana atar damar yırtılmasında ise ağrı çok şiddetli olur. Hasta bu ağrıları net biçimde hisseder.



Sessiz Kalp Krizi Nedir?

Kalp krizleri genelde bazı belirtiler ile bizleri uyarır. Ancak, bazı kalp krizleri önceden belirti vermeden gelişebilir. Sessiz kalp krizi adı verilen bu ataklar örneğin göğüste ağrı, sancı gibi belirtiler vermeyebilir.

Sessiz kriz diye adlandırılan rahatsızlıklar daha çok yaşlı hastalar ile kadın hastalarda görülme eğilimi yüksektir.

Böbrek ve diyabet hastalarının da bu grup içine girme ihtimali yüksektir.  Hastaların uzun yıllar bu durumu fark etmeden yaşadıkları ve kalbin yeterince beslenememesi ile  ani kalp ölümleri yaşadıkları görülür.  Şeker hastaları ile tansiyon hastalarının düzenli olarak hekim kontrolüne gitmesi sessiz kalp krizini önleyebilir. Sessiz kalp krizleri genellikle göğüs ağrısı, terleme, çarpıntı ve nefes darlığı ile kendini hissettirebilir.  Bu tür vakaların hastalarda, koroner damarda önemli derecede darlık olmasına rağmen hastada hiç bir şikayet göstermemesi riski artırmaktadır.



İnatçı Baş Ağrısı Ve Kalp

Kalp ile baş ağrısı arasındaki ilişki genellikle kalp kasında başlayan ağrı ile bağlantılı olabilmektedir. Migren gibi giderek artan bir ağrı söz konusu olabilir. Bu ağrının teşhisinde zaman zaman güçlükler yaşanmaktadır.

Bu ağrı ilişkisi genelde 60 yaş üstü erkek ve damar sorunları olan hastalarda daha sık görülmektedir. Vücudumuzda doku ve organlara kan akışının azaldığı ciddi bir sıkıntıya da neden olabilir. Bu ağrının diğer baş ağrılarından ayrılarak tanı konulması yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu ağrılarda bulantı da görülmektedir.

Süreklilik halindeki baş ağrılarınız varsa ve risk grubu içindeki grupta iseniz bunun bir kalp sorununa yol açabileceğinden dolayı uzman bir hekime başvurmanız gerekmektedir.



Kalp Ağrısı Nedir? Belirtileri Nelerdir?

Kalbinizin olağan akışının bozulması bilindiği gibi çeşitli nedenlere bağlıdır. Kalp ağrımızın olduğunu yaygın olarak yaşanabilecek göğüste yaşanacak sancılar haber verir.

Kalpte yaşanan sorunların erken teşhisi açısından göğüs ağrıları yaşanması halinde hekim kontrolü önerilir. Kalbi besleyen damarların sorun yaratması da birincil nedenlerdendir. Bu alanda yaşanacak ağrılar ve sorunlar ciddiye alındığında sorunun erken teşhisi büyük önem taşır. Kalbin ağrısı olduğunu belirteceğimiz önemli uyarılarından birisi de ritim bozukluğudur. Doğuştan veya sonradan yaşanan ritim bozukluğu önemli sorundur. Sırtta, boyun bölgesinde çenede yaşanan ağrılar kalp ağrısının belirtilerinden sayılabilir. Yüz ve göz bölgesindeki şişlikler, karın ve bacaklardaki ağrı ve şişlikler, ateş, öksürükle gelen ağrılar kalp ağrısını çağrıştırır.

Bu belirtilerin birden fazla biçimde yaşanması sorunun bir uzman doktora başvurulması gerektiğini ve kalp sağlığınız hakkında bilgi almanızı gerektirir.



Damar Tıkanıklığı Belirtileri Neler?

Damar tıkanıklığı denildiğinde ilk aklımıza gelen kalp ve beyindeki tıkanıklıklardır. Ancak, damarlarımız tüm vücudumuzu kaplayan bir ağdır. Damar tıkanıklığı, böbreklerimizde ciddi sorunlara yol açar. Kol ve bacaklarımızda görüldüğünde de tehlikeli olabilmektedir. Beyin ve kalp damarlarındaki tıkanıklar ise ölümcül olabilmektedir.

Damar tıkanıklığı ileri yaşlarda sık görülen bir rahatsızlıktır. Aile geçmişinden yani genetik nedenlerden olabilmektedir. Ailenin yakın bireylerinde görülen kalp rahatsızlıkları kötü beslenme, hareketsiz yaşam gibi nedenlere bağlı olarak ciddi boyutta görülebilir.

Damar tıkanıklığının belirtilerinin en başında  göğüsteki ağrılar gelmektedir. Boyun, çene, bacak,  sırt ve kol bölgelerinde ağrı ciddiye alınmalıdır.

Nefes darlığı bir belirtidir. Görme kaybı, bulanık görme, vücutta kuvvet kaybı, karıncalanma ve uyuşmalar sonrası kontrol şarttır. Yürüme güçlüğü, hafıza problemleri, başınızın arka bölgesinde oluşan ağrılar önemli gerekçeler olabilir.



Damar Tıkanıklığı Neden Olur?

Damarlarımızın vücudumuza oksijen ihtiyacı gideren bir işlevi vardır.

Tüm organlarımızın yeterli miktarda oksijen taşıyan kana ihtiyacı vardır. Bu nedenle vücudun herhangi bir yerinde yaşanabilecek damar tıkanıklığı organlarımızın yeterli oksijen ile beslenmesini engeller.

Kalbimiz ile diğer organlarımız arasında bu dolaşımı sağlayan damarlarımızın bozulması hem bazı organlarımızın  işlemesini etkiler hem de kalp krizi ve beyin damarlarının tıkanıklığı sonucu felç gibi sonuçlara yol açabilir.

İleri yaşlarda özellikle kalp ve damar hastalıkları yüksek görülür. Genel sağlığımızı damar yapımızın bozulması çok etkiler. Modern toplumlarda her yıl yaklaşık 20 milyon kişinin kalp krizi nedeni ile yaşamını yitirmektedir. Ülkemizde de nüfusun yaklaşık yüzde 25’inin  koroner kalp hastalıkları riski taşıdığı bilinmektedir ki; bu nedenle damar tıkanıklıkları çok ciddiye alınmalıdır.

Damar tıkanıklığı doğum kaynaklı olabileceği gibi genetik nedenlere de bağlı olabilir. Damarda yağlanma ve bunun oluşturduğu plakların damar duvarına yapışması kanın yeterli ve hızlı geçişini engeller. Damar tıkanıklığı bu yüzden özellikle ileri yaşlarda ölümcül risk demektir ve mutlak hekim kontrolü gerektirir.



Kalp Ameliyatı Nedir ?

Doğumsal veya sonradan gelişen nedenlerle kalpte yaşanan sorunların giderilmesinde kullanılan etkili bir tedavi yöntemidir.

Kalp ameliyatlarında en çok kalbe giden damarların değiştirildiği by pass ameliyatı yapılmaktadır.

Aort ve mitral kapak hastalıkları, damarlardaki genişlemelerin önlendiği  Aort Anevrizma  sorunları,  kalpteki deliklerin kapatılması, damar yırtılmalarının giderilmesi bunu takip eder. Kalp yetmezliği sebebiyle  yapılan destek cihazları ameliyatının yanı sıra  kalp nakli de  gerçekleştirilir.

Kalpte yapılan cerrahi müdahalelerde hastanın kalp ve akciğeri cihazlara bağlanarak operasyon gerçekleştirilir. Büyük bölümü 3-4 saat süren müdahaleler açık kalp ameliyatı olarak yapıldığı gibi bazı müdahalelerde Robotik Cerrahi yöntemiyle gerçekleştirilir.

Kalp Ameliyatı sonrasında hastalar ortalama 4 ila 6 saat içerisinde uyanıp solunum cihazından ayrılırlar. Kalp Ameliyatı sonrasında; hastalar genellikle ortalama 24 saat yoğun bakımda takip edilirler. Sorun yaşanmaz ise 5 ile 10 gün arasında hastanede izlenerek  taburcu edilirler.



Kalp Ve Damar Cerrahisi Neye Bakar?

Kalbimizde yaşayabileceğimiz sorunların erken tanı ve müdahalesini gerektirecek durumlar kalp ve damar cerrahisinin alanına girer. Kalp ile birlikte kalbi besleyen damarlar, kalp kapakçıkları ve dolaşım sistemindeki atar ve toplar damarlardaki hastalıklardaki cerrahi müdahaleleri yapar.

Doğuştan veya sonradan yaşanan kalp sorunları ile başta kalp krizi ve damar tıkanıklığı olmak üzere kalp kapakçığı,  kalp yetmezliği gibi hastalıkların tanı ve tedavisi  Kalp ve Damar Cerrahisi uzmanlarının alanıdır.  Kalp nakline varan ileri müdahaleleri de bu alandaki uzmanlar yapar.

Kalp ve damar cerrahisi diğer cerrahi alanlarına göre yaşamsal riskler söz konusu olması sebebiyle zorlu ve riskli müdahaleleri içerir. Bu alandaki uzman hekimlerin de çok iyi yetişmiş olması gerekir.

Kalp ve Damar cerrahisi uzmanları müdahale öncesinde hastaların şikayetlerini dinleyip, muayene ve EKG, kan- idrar tahlili, akciğer röntgeni gibi tetkikleri ister ve sonuçlarına göre tedaviye karar verir.



Kalp Hastalıkları Genetik Mi?

Kalp hastalıklarının genetik faktörlere bağlı olduğu düşünülebilir. Genetik faktörlerin etkileşimi ile hastalığın  çok sayıda risk faktörü ile birleştiğinde tehdidi söz konusudur. Örneğin akraba evlilikleri ile yaşanabilecek genetik kalp hastalıkları görülmektedir ancak kalp krizi sadece genetik faktör etkisiyle oluşmaz.  Tek yumurta ikizlerinde bile kalp hastalığı farklı biçimde görülebilir.

Doğumsal nedenlerle kalp hastalığı yaşayanların bunu kontrol altında tutmamaları halinde erken kalp krizleri söz konusu olabilir.

Genetik faktörlerle yaşanabilecek riskler, ciddi biçimde kontrol ve tedbirlerle ortadan kalkabilir. Genetik olarak kalp hastalığına ve krizlere yatkın olan özellikle gençlerin, spor yapmaları söz konusuyla mutlaka kontrollerini yaptırmaları gerekir.

Gençlerin kalp krizi geçireceğine genelde ihtimal vermeyiz. Ama genetik yatkınlığa uyuşturucu, sigara, alkol eklenirse istenmeyen üzücü sonuçlar yaşanabilmektedir. Bu tür durumlarda genetik yatkınlığa yüksek tansiyon, diyabet gibi olumsuzluklar da eklenirse ciddi risk durumlarından bahsedilebilir. Ailesinde kalp hastalığı ve krizi görülenlerde kalp krizi geçirme ihtimali yüksektir.



Sık Rastlanan Kalp Hastalıkları Neler?

Genelde ileri yaşlarda görülen kalp rahatsızlıkları için sık görülen rahatsızlık sebepleri şöyle sıralanır. Erişkinlerde koroner arter hastalıkları, kapak hastalıkları ve anevrizma olarak adlandırılan aort genişlemesi ilk sıralardadır. En çok görülen hastalığın başında damarlarda yaşanan tıkanıklıklarla oluşan sorunlardır.  Kalbimize yakın ve kilbi besleyen damarlardaki  daralmalar sonucu yaşanan sorunlar kalp krizlerine yol açan en büyük nedendir.

Aort anevrizması olarak adlandırdığımız sorun sık yaşanır. Aort damarı, kalpten çıkıyor ve vücuttaki birçok organa alışıyor.  Aort  tüm yan dalları besliyor. Bu damardaki genişleme  aort anevrizması olarak adlandırılır. Aort  anevrizması damarda patlamalara varan sonuçlar yaratabilmektedir.

Damar genişledikçe, duvarı inceldiği için patlama (yaşanabilir veya damar içi yırtık yaşanabilir.  Bu iki risk de ölüme neden olabiliyor. Aort anevrizmalarında balonlaşmış damar çıkartılarak yerine yapay damar cerrahisi uygulanabiliyor.

Sık rastlanan bir başka sıkıntı ise kalpta mitral kapak hastalıklarıdır.

Kalbin sol kulakçığı ile sol karıncığı arasında yer alan ve kanın geriye kaçmasını engelleyen mitral kapak çok yaşamsal bir organımızdır. Buradaki kapakta görülen darlık ve yetmezlik ya da ikisi bir arada yaşanan sorun önemlidir. Bu sıkıntı kendisini nefes darlığı, eforun azalması çarpıntı olarak size geri dönebilir.

Mitral kapak hastalığı, geceleri nefes darlığı ile uyanma şikâyetine de yol açabiliyor. Çünkü uzun süre yatınca  kalp gelen kanı pompalamakta güçlük çekiyor. Hastalığın ilerleyen dönemlerinde normal pozisyonda uyumak zorlaşıyor ve kişiler oturur pozisyonda uyuyabiliyor.

Aort kapağındaki sonunlar da sık görülen hastalıklardan..  Aort darlığı ya da yetmezliği bayılmaya kadar ulaşan sorunlara yol açar. Göğüs ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı ile kendisini hissettirir.

Hal arasında bilinen adıyla kalpte delik sorunu da sık görülebiliyor.

Atriyal septal defekt (ASD) olarak tıp literatüründe bilinen hastalık genellikle çocukluk çağında yaşanıyor. Cerrahi müdahaleyle kapatılabilen bu delikte tedaviyi, deliğin büyüklüğü ve akciğer atardamarı basıncı belirliyor.

Çocuklarda halsizlik, yorulma, yaşatan bu sorun doğrudan dikilerek ya da yama ile kapatılabiliyor.



Kalp Ağrısı Olduğunu Nasıl Anlarız?

Kalbinizin olağan akışının bozulması bilindiği gibi çeşitli nedenlere bağlıdır. Kalp ağrımızın olduğunu yaygın olarak yaşanabilecek göğüste yaşanacak sancılar haber verir. Kalpte yaşanan sorunların erken teşhisi açısından göğüs ağrıları yaşanması halinde hekim kontrolü önerilir.

Kalbi besleyen damarların sorun yaratması da en önemli nedenlerden biridir.  Bu alanda yaşanacak ağrılar ve sorunlar ciddiye alındığında sorununun erken teşhisi mümkün olabilmektedir.

Kalbin ağrısı olduğunu belirteceğimiz önemli uyarılarından birisi de ritim bozukluğudur. Doğuştan veya sonradan yaşanan ritim bozukluğu önemli sorundur. Sırtta, boyun bölgesinde çenede yaşanan ağrılar kalp ağrısının belirtilerinden sayılabilir. Yüz ve göz bölgesindeki şişlikler, karın ve bacaklardaki ağrı ve şişlikler, ateş, öksürükle gelen ağrılar kalp ağrısını düşündürür.

Bu belirtilerin birden fazlasını yaşıyorsanız mutlaka uzman bir doktora başvurmanız ve kalp sağlığınız hakkında bilgi almanız gerekmektedir.



Dil Kanseri

Hücrelerin kontrolden çıkarak çoğalmasıyla meydana gelen oral(ağız) ile ilgili kanser çeşitlerinden biri dil kanserdir. Dil kanseri, baş boyun kanserlerine göre daha rahat teşhis edilir, bunun nedeni ön tarafta ve açık olmasıdır.

Erken dönem şikayetleriyle hekimine başvuran hastaya standart göz ile muayene yapılır. Bu bölgede kanserden şüphelenirse hastalığın yayılma durumu araştırılır.Dil kanseri,genel olarak dil yüzeyini kaplayan ince, düz hücreler olan skuamöz hücrelerde gelişir. Dil kanseri, dilin üzerinde aftlar, yaralar veya beyaz beneklerin görünmesiyle kendini belli eder. İlk bakıldığında basit bir yara gibi görünse de uzun süre geçmeyen durumlar kanser habercisi olabilir. Erken teşhis ile tedavisi kolaylaşan kanserlerin başında gelir.

 

Dil Kanserinin Nedenleri

Her kanser türünde olduğu gibi dil kanserinde de erken teşhis çok önemlidir. Dil kanserinin tam olarak nedenleri bilinmese de aşağıda yer alan etkenlerin kabul görmektedir.

  • HPV virüsüne sahip olmak
  • Alkol ve sigara tüketimi
  • Siroz
  • 40 yaş üzeri bireyler
  • Ağız hijyenine önem vermemek
  • Diğer kanserlerin bölgeye metastaz yapması
  • Frengi
  • Diş protezlerinin hatalı yapılması
  • Bağışıklık sisteminin zayıf olması

 

Dil Kanserinin Belirtileri Nelerdir?

Dil kanserinin en belirgin özelliği dilde iyileşmeyen yarlardır. Dilde 2 hafta boyunca geçmeyen yaralar,aftlar ve birden beliren beneklenmeler varsa dil kanser açısından değerlendirilir. Dil kanseri hastaların pek çoğunda dişler ile alakalı sorunlar da yaşanmaktadır, bir diş hekimine de görünmeleri tavsiye edilir. Başlıca ağız içi belirtileri bunlardır:

  • Diş eti rahatsızlıkları
  • Dişlerde mobilite(sallanma)
  • Protezlerin dar gelmesi ya da vurması
  • Tükürükten gelen kan
  • Çiğnemede ve yutkunma sırasında yaşanan zorluk
  • Sesin kısılması ve dilde oluşan ağrılar
  • Konuşma sorunları
  • İyileşmeyen boğaz ağrısı
  • Yemek yeme esnasında kulağa vuran ağrı
  • Boyun bölgesinde belirgin şişlikler

 

 

Dil Kanseri Tanı ve Tedavisi

Hasta öyküsü detaylı bir şekilde incelenir. Ailesinde veya hastanın kendisinde önceden geçirilmiş kanser öyküsü var mı araştırılır. Ardından hekim tarafından ağız içi ve dil muayene edilir.

Hastalığın yayılma durumunu öğrenmek için çeşitli radyografik tekniklere başvurulur. Kesin tanı için ise hastaya biyopsi yapılarak patolojiye gönderilir.

Dil kanseri tedavisinde cerrahi, kemoterapi ve radyoterapi olmak üzere 3 yöntem kullanılır. Erken teşhis edilen dil kanseri tedavilerinde genellikle cerrahi yöntem uygulanır.

İleri evre dil kanseri tedavisinde cerrahi işlem ile birlikte radyoterapi veya kemoterapi tedavisi de uygulanır.

 

Dil Kanseri Tedavi Başarısı Nedir?

Dil kanserlerinde tedavinin başarı oranı ve tekrarlama riski, hastalığın aşaması ve ilerlemesi ile bağlantılıdır. Erken evre olan kanserlerde %90’lara varan iyileşme sağlanır ve hastalık kontrol altına alınır. Erken evrede teşhis edilen dil kanserlerinin tekrarlama olasılığı ise %5’lere kadar düşmektedir.

İleri evre dil kanseri vakalarında ise durum biraz daha zorlayıcıdır. Hastalığın tekrarlama riski % 40 veya 50’lere kadar çıkabilmektedir. Dil kanserlerinde tekrarlama yine dilde, ağız içinde veya boyun bölgesindeki bezelerde gelişebilir. Tedavi sonrası mutlaka belirli periyotlarda kontrollerin yapılması gerekmektedir.

 



Diş Çekimi

Diş çekimi, dişin bağlı olduğu periodontal yapıdan(diş eti ve kemik) koparıldıktan sonra oturduğu soketten çıkarma işlemidir. Genel ya da lokal anestezi altında işlem uygulanabilir. Kapalı ve açık teknikleri vardır. Açık teknikte diş tamamen sürmüşse ve üst yapısı(kron) açıktaysa rahatlıkla alınabilir. Gömülü diş veya kemik, mukoza retansiyonlu dişlerde diş etine kesikler atılarak diş çekimi gerçekleştirilir.

 

Diş Neden Çekilir?

  • Diş çürümesi en önemli nedenlerden biridir. Restore(dolgu,kron) edilemeyecek büyüklükteki dişlerin çekimi yapılır.
  • Çeneye sığmayan ve ortodontik tedavi görecek hastalarda yer darlığı oluşturmaması için de diş çekimleri gerçekleştirilebilir.
  • 20 lik dişler yanındaki 2.molar dişe zarar verebilir ya da kendisi apse ve şişliğe neden olup bireyi rahatsız edebilir. Bu durumlarda da dişlerin çekimi gerçekleştirilir.
  • Pulpa(sinir ve kan damarlarının olduğu dişin beslenmesini sağlayan yapı) enfekte olmuşsa kök kanal tedavisi denenir. Enfeksiyon devam ederse ya da başarılı bir sonuca ulaşılmazsa dişin çekimi gerçekleştirilir.
  • İleri seviyede periodontal(diş eti ) hastalığı bulunan bireylerde dişler diş etinden ayrılmaya ve haraket etmeye başlar, bu durumlarda da dişlerin çekimi gerçekleştirilir.

 

Diş Çekiminden Önce Dikkat Edilmesi Gerekenler

Diş çekimi kolay bir işlem değildir. Hekimin uzmanlığı ve hastanın öyküsünün bilinmesi önemlidir. Çekilmesi planlanan dişte enfeksiyon problemi varsa işlemden önce ve sonra hastanın antibiyotik kullanması önerilir. Diş çekimi başlamadan önce hasta hakkında bilinmesi gerekenler;

  • Hastanın kullandığı ilaç ve dozları
  • Hasarlı ya da yapay kalp kapakçığı olup olmaması
  • Konjenital kalp kusuru bulunması
  • Bağışıklık sisteminin durumu
  • Karaciğer hastalıkları ile ilgili durumu
  • Bakteriyel endokardit riskinin olup olmadığı araştırılmalıdır.

 

Diş Çekimi Nasıl Yapılır?

İlk olarak topikal anesteziyle bölge uyuşturulur ardından bölgeye lokal anestezi uygulanarak hastanın ağrıyı hissetmesi minimalize edilir. Elevatör ile diş çevresini saran diş etinden sıyrılır ve bağlar koparılır. Diş iyice esnemeye başladıktan sonra davyeyle diş ileri geri haraketler yapılarak soketten çıkartılır. Yara yeri geniş ise dikiş atılabilir. İşlemden sonra çekilen soket kanamaya başlar, hekim çekilen bölgeye 30 dakika kadar durması gereken bir tampon(gazlı bez) yerleştirir. Hasta kendini rahat hissetmeye başladığı zaman kalkabilir ve işlem tamamlanmış olur.

 

Diş Çekiminde Ağrı Olur Mu?

Hastanın işlem sırasında ağrı hissetmemesi için lokal anestezi uygulanır. İşlem sonrası 12 saat sonra ağrı maksimum seviyeye ulaşır. 2-3 gün daha orta şideete ağrı hissedilebilir. Diş çekilirken ne kadar az travma olursa iyileşme o kadar hızlı gerçekleşir. Soketin tamamen kapanması ve iyileşmesi yaklaşık 2 hafta sürer. Hekim tarafından gerek duyulursa ağrı kesici veya antibiyotik başlanabilir.

 

Diş Çekimi Sonrası Dikkat Edilmesi Gerekenler

Diş çekimi sonrasında hastanın da uyması gereken kurallar vardır. Bu kurallara uyulması, sorun yaşanma ihtimalini en aza indirir ve çekim sonrası konforlu ve sağlıklı bir şekilde hayata devam etmenizi sağlar.

Kuralları maddeler halinde sıralayacak olursak;

  • Çekim sonrası konulan tamponun 30 dakika sonra çıkarması gerekir.
  • Çok sıcak ve soğuk beslenmeden uzak durulmalıdır.
  • Dilin yara bölgesine ve sokete götürmemek gerekir. Diş çekimi sonrası ana prensip yara yerine kan oturmasının ardından pıhtı oluşumunu izlemektir. Soket içini kurcalamak bu pıhtının oluşmasını engeller.
  • Ters basınç uygulamaktan kaçınılmalıdır.
  • Bir süre tükürme eylemi yapılmamalıdır.
  • Alkol ve sigara tüketimi yara iyileşmesi gerçekleşene kadar bırakılmalıdır.
  • Yüksek tempoda spor yapılmamalıdır.
  • İlk 24 saat boyunca pipet kullanımı yasaktır.
  • Diş çekilen alan dışındaki dişler fırçalanmaya devam edilmelidir.
  • Diş çekiminden sonra çorba, patates püresi, yoğurt, puding gibi yumuşak besinler tüketilmelidir. Diş çekilen alan iyileştikçe yavaş yavaş katı yiyeceklere geçilmelidir.
  • Yatarken baş yukarda konumlandırmalıdır. Düz uzanmak kanama sürecini uzatabilir.
  • Kanama 1-2 gün boyunca sızıntı şeklinde devam edebilir. Uzun süre kanama durmazsa hekime başvurulmalıdır.


Tiroid Kanseri

Tedavi edilmesi diğer kanser türlerine göre daha mümkün bir hastalıktır. Tiroid hücrelerinin  istenilmeyen biçimde çoğalması ve kitle oluşması ile başlar. Nodüller genelde iyi huylu olmakla birlikte zaman zaman kontkrolsüz büyüme kansere yol açabilir. Bu tür kanserler kan yoluyla vücuda yayılması da söz konusudur. Tiroid kanseri erkeklerde görülme oranı kadınlara göre 3’te bir oranındadır. Sağlıklı yaşayanlar tiroid kanserine yakalanma riskini de büyük ölçüde azaltmış olur. Tiroid kanseri boyundaki şişlik öncelikli olmak üzere boyundaki  lenf bezlerinde büyüme, ses kısıklığı ile de anlaşılabilir. Kanser olarak düşünülen tiroid büyümeleri, ve benzer belirtilerde hekim kontrolünün önemi büyüktür.



Tiroid ve Guatr

Tiroid ile guatr birbiriyle iç içe geçmiş hastalıklardır.  Boyundaki şişkinlik ve olası kitle “noduler guatr” rahatsızlığını açıklar. Tiroid bezinde nodül yoksa bu diffuz guatr olarak teşhis edilir.

Guatr rahatsızlığının çok farklı biçimde vücutta geliştiği görülür. Örneğin;  zehirsiz guatr tiroid bezinde büyümeye neden olsa da hormon salgısında değişiklik olmaz.

Graves denilen ve zehirli guatr olarak bilinen türü ise daha tehlikelidir.  Bağışıklık sistemini bozacak hormonlar salgılanabilir. Tiroit bezlerinin doğuştan boyunda daha yukarıda yer alması ise yalancı guatr olarak tanımladır.

Tiroid bezi büyümesi dışardan görünüyorsa dış guatr, kilolu ve kısa boyunlu kişilerde  büyüyen bezler ise  dışarıdan görünmediği için buna da iç guatr denir.

İyot eksikliği guatr hastalığının birincil nedenidir. Tiroid hormonunun çalışmasına etki eden iyot ve selenyum yetersizliği halinde tiroit hastalıkları daha şiddetli seyreder. Aile içinde ve akrabalarda tiroit kanseri ve sorunları bu tür hastalıkların ortaya çıkma riski yükselir.



  • Tiroid nedir?
  • Tiroid belirtileri nelerdir?
  • Tiroid tedavisi
  • Tiroid yüksek çıkarsa ne olur?
  • Troid düşük çıkarsa ne olur?
Tiroid nedir?

Boğaz bölgemizde bulunan ve soluk borumuzun önünde bulunan tiroid, rahatsızlık sürecinde, tüm vücudu etkileyen bir organdır. Tiroid bezinin çalışmasını beynimizdeki hipofiz bezinden salgılanan hormonlar sağlar. Beyindeki hipofiz hormonu salgılarını, tiroid bezine kan yoluyla ulaşır.

Tiroid bezinde   olası yüksek hormon tespit edilmesi halinde  hekimlerce (hipertroid) teşhisi konulur. Bu sonuç ise vücutta hızlı kilo kayıpları dahil,  bağışıklık sisteminin çalışmasını olumsuz etkiler. Tiroid hamilelikte  ve çocuğun doğumunda da büyük önem taşır. Çünkü, çocuğun büyüme ve gelişmesini sağladığı gibi, zeka gelişmesinde de önemi büyüktür. Tiroid bozuklukları hızla tedavi edilmek zorundadır. Tedavi edilmediğinde ciddi hasarlara yol açabilir. İlaç tedavisiyle önlenebilen tiroid, ileri aşamada radyoaktif iyot uygulaması veya cerrahi müdahaleye kadar varan süreçlerin yaşanmasına gidebilir.

Tiroid belirtileri nelerdir?

Tiroid bezimizin az veya çok çalışması bir çok hastalığın varlığına işaret olabilir.  En sık yaşadığımız halsizlik ve yorgun olma  şikayetlerimiz, güne dinç uyanmamak, sürekle uyuma isteği, uyku düzenindeki sorunlar hastalığın habercileri arasındadır. Doğru beslenilmesi halinde bile kilo kaybı veya kilo alma sorunları da belirtilerdendir. Diyet  uygulanmasına rağmen kolesterol yüksekliği  tansiyondaki yükselme ve düşüklükler kalp hızının bozulması, nabızdaki sıkıntılar da tiroid kaynaklı olabilir.

Tiroidin varlığı hafızada yaşanan kayıplar, konsantrasyon kaybı, ruh halindeki depresyon, panik atak gibi durumlarla da ortaya çıkabilir.  Tiroid, yorgunluk ve halsizliğin yanı sıra kol ve bacaklarda da ağrı ve kaslarda zayıflamaya yol açar. Kadınlarda adet dönemlerinde kanamanın artması veya kısa sürmesi, sancıların büyümesi de dikkate alınmalıdır. Bağırsaklarda sorun yaşanması ishaller, kabızlık sıkıntıları ile cinsel isteksizlik ve kısırlık tiroid belirtileridir.

Tiroid tedavisi

Tiroid hormonlarının olağan dışı olup olmadığı kan tahlilleri ile belirlenir. Tiroid hormon bozukluğu tedavisinde kişiye özel yöntemler uygulanır. Kesin teşhis konulmasının ardından,  bu sorunun hastada yarattığı bazı hastalıkların varlığı araştırılır. Böylesi zamanlarda hastanın beslenme düzeninde yapması gerekenler de planlanır. Tiroid öncelikli olarak ilaçla tedavi altına alınır. Eğer bu önlem yeterli olmaz ise tiroid hormon bozuklukları ile tiroid kanseri ve guatr sorununda cerrahi yöntemlere başvurulabilir.

Tiroid yüksek çıkarsa ne olur?

Tiroid hormonlarının olağan değerlerden fazla olması “Hipertroid” olarak adlandırılır. Basit kan testleri ile teşhis konulan tiroid hastalığında değerler yüksek ise bu hastalarda  yorgunluk, çarpıntı, halsizlik,  terleme, istemsiz kilo kayıpları, sinirli olma hali ve stres durumu görülebilir. Bu şikayetleri yaşayanların mutlak hekime başvurması ve yapılacak tahliller ile sorunun kaynağının tiroid olup olmadığını belirlemeleri gerekmektedir. Çünkü toplumumuzda tiroid hastalığı çok sık görülen vakalardandır.

Troid düşük çıkarsa ne olur?

Tiroid bezinin yeterli biçimde çalışması tiroid yetmezliği sonucunu doğurur. Hipotroid diye adlandırılan bu rahatsızlık, en çok kadınlarda ve 50’li yaşların üzerinde görülür. Ülkemizde her 20 kadından birinde bu rahatsızlık tespit edilmiştir. Düşük tiroid yaşayanların daha kolay üşüdükleri, kabızlık yaşadıkları, ciltlerinde kurulukların arttığı gözlemlenmiştir. Hareketlerde yavaşlama ve bağlı olarak halsizlik yaşanması bu hastalığın sonucudur. En tehlikeli sonucu ise kalp hastalıklarına yol açmasıdır. Hastalarda yüzde şişkinlikler görülür. Tehlikeli sonuçlarından birisi de hamilelikte bebeklerin gelişme ve zeka geriliğine sebep olmasıdır. Bağışıklık sistemimizin bozulmasına da neden olmaktadır.



Doğum Belirtileri Nelerdir?

Hamile kadının doğum öncesinde vücudunda bazı değişiklikleri hissetmesi önemli bir belirtidir. Ancak; bu belirtiler bazen çok erken yaşanır. Bazen ise doğuma sadece saatler kala görülebilir.

Anne adayında doğumdan 2 ile 4 hafta öncesinde bebek, leğen kemiğine doğru ilerler.Bu süreci özellikle ilk doğumunu yapan anneler hisseder. Bebeğin aşağı inmesi leğen kemiği ve makatta basınç yaratır.

Hamileliğin sonlarına yaklaşıldığında kadınlardaki yorgunluk hissi genellikle artar. Bazı hamilelerde ise nadiren enerji fazlalığı olabilir. Hamileliğin yine sonlarına doğru kilo alma durumu durabilir. Hatta doğum yaklaştıkça çok az da olsa kilo kaybı yaşanabilir.

Rahimde incelme ve genişlemeler yaşanması, o bölgede bulunan kılcal damarlarda çatlama olması,  pembe akıntılar yaşanması da bu süreçte mümkündür.

Doğumun başladığına dair vücudun verdiği belirtilerden birisi de “Nişan” adı verilen olaydır.,  Rahim ağzında bulunan ve  anne karnındaki bebeği dışarıdan gelen enfeksiyonlara karşı koruyan yapının vücut dışına atılmasıdır. Bu nedenle nişan belirtisi ardından, düzenli ağrıların başlamasını ya da suyun gelmesini beklemek gerekmektedir.

Hamileliğin 9. Ayında kasılmalarda artış yaşanır Bu kasılmalarda sıklaşma ve şiddetlenme, doğumun habercisidir.  Sırtta yaşanan ağrı ve kramplar, kas ve eklemlerinin gerilmesi doğumun yaklaştığını gösterir.

Hamilelerde doğum başlamadan önce ishal de görülebilir.



Doğum Ağrısı İçin Neler Yapılabilir?

Annenin mutlu bir başlangıcına saatler kala yaşadığı anlarda doğum ağrıları da başlar. Normal olarak 9 ay 10 gün olarak tanımlanan hamilelik süresi bazen erken de yaşanabilir. Doğumun nadiren 9 ay 10 günü geçmesi de olasıdır.

Kadınlar doğuma yaklaştıklarını ağrı belirtileri ile de anlar. Sezeryanla doğum yapılması söz konusu ise bu sancılar başlamadan anne adayı doğum ameliyatına alınır.

Normal doğumda ise anne adayı sancılar yaşar. Bu sancılar önce yalancı sancı olarak tanımlanan bir sancıdır. Bunun ardından ise gerçek sancılar yaşanır.

Doğumun gerçekleşmesi düzenli sancılar sonunda olur. Ağrılar doğum yaklaştıkça artar ve sancılar arasında süreler kısalır.

Kadınlarda doğum sancıları karın kasılmaları ile başlar ve bel bölgesinde yoğunlaşır. Rahim ağzının yeterli derecede açılmasına kadar sancı sürer. Açılma beklenen düzeyde olunca da doğum gerçekleştirilir.

Bu süreçteki ağrıları azaltmak hekim kontrolünde bazı önlemler alınabilir.  Doğum başladığında yürümek,  banyo yapmak önerilebilir. Doğum sancısının daha az hissedilmesi için bazı ilaçlar kullanılabilir. Bu tür müdahale biçimlerini hekimleriniz ile konuşarak karar vermeniz doğru olacaktır.



  • KOAH Nedir?
  • KOAH Nedenleri
  • KOAH Belirtileri Nelerdir?
KOAH Nedir?

KOAH açılımı Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığıdır.  İleri evrelerde hastanın nefes alamaması sebebiyle potansiyel durumdaki kişilerin mutlak önlenmesi amacıyla tedavisi şarttır. Ülkemizde de müdahale süreçlerindeki gecikmeler sebebiyle 3 milyon kişiyi aşan hasta sayısı Sağlık Bakanlığı verilerine geçmiştir.

KOAH Nedenleri

KOAH’a neden olan etkenlerin başında sigara içilmesi ve dumanına maruz kalınmasından kaynaklıdır. Tütün mamulleri kullanımı da tetikleyicidir. Bu etkenlerin dışında toz yutma sebebiyle yaşanan sıkıntılar da önemlidir.

Hiç sigara içmemiş olabilirsiniz ama yaşadığınız astım gibi hastalıklar ile çocukluk döneminde solunum enfeksiyonu geçirmiş iseniz KOAH olmanıza neden olabilir.

KOAH Belirtileri Nelerdir?

Erken tanı konulması halinde KOAH tedavisi mümkün olan hastalıktır. Koah belirtileri nefes darlığı başta olmak üzere bazı göğüs bölgesinde darlanma, öksürük gibi durumlar sayılabilir. Ayrıca beyaz, sarı veya yeşil renkli balgam, hırıltı, yorgunluk, sık sık yaşanan solunum yolu enfeksiyonları da belirgin belirtiler arasında yer alır. Koah belirtilerine sahip olduğunuzu düşünüyorsanız mutlaka göğüs hastalıkları uzmanına başvurmalısınız.


İletişim Bilgileri

Adres:  Fuat Edip Baksi, Smyrna Meydanı 1644 Sk. No:2/2  Bayraklı/İzmir

İrtibat: +90 232 341 67 67

Ulaşım Bilgileri

Otobüs Hatları: 102, 330, 502, 543, HAVAŞ-ŞEHİR MERKEZİ
Karşıyaka otogar dolmuş hattı geçmektedir. İZBAN bayraklı durağına beş dakika mesafededir.

Acil İletişim

7/24 arayabilirsiniz.
+90 232 341 67 67

E-RandevuE-Randevu


Randevu

7/24 Randevu Alabilirsiniz.
+90 232 341 67 67

E-SonuçE-Sonuç


Takip edin

Haberdar olmak için takip edin



TurkishEnglishGermanRussian

Copyright © 2022 BatıAnadolu Central Hospital | Tüm Hakları Saklıdır | BatıAnadolu Kurumları

error: